Ediz SÖZÜER
İmtiyazlı Gezegen
(Bir Haşir Risalesi İzahı)
Cömertlik, güzellik ve mükemmellik. Kâinat çapındaki bir geniş ölçekte kendilerini gösteren ve her hangi bir kayıtla sınırlandırılmamış olduklarını her fırsatta belli eden bu üç temel hakikatin sınırsızlıklarına lâyık şekilde kendilerini ortaya koyabilmeleri için, cömertliğin ölçüsüzce ikramda bulunabilmesi ve sonsuz güzelliğin sayısız şekillerde ve sonlandırılmamış bir tarzda kendini seyrettirebilmesi ve eserleriyle mevcudiyetini hissettiren mükemmelliğin nihayetsiz derecelerine daimî olarak şahit olacak, onu takdir edecek ve ona hayrette kalacak olanları bulması ve tabir caizse kendilerini o şekilde ifade etmeleri ve böyle manevî ve gizli hazinelerin saklı kalmasına razı olmamaları gerekecektir.
Esas itibariyle bu hükme nereden varıyorsunuz derseniz, bunun iki şıklı bir cevabı olacak. Birincisi: Kâinat üzerinde ortaya çıkan faaliyetler ve eserler üzerinde böyle bir eğilim, hatta bu yönde –tabirde hata olmasın- şiddetli bir arzunun mevcudiyeti, dikkatle bakan gözlere çok açık bir şekilde kendini gösteriyor. İkinci olarak, her insanda bu üç temel hakikat, yukarıda tarif ettiğimiz tarzda kendilerini ifade etme eğilimi taşıyorlar. Yani her cömert insan, ikram etmek ister ve bundan memnuniyet duyar, manevî bir haz hisseder. Bu, ihtiyaçtan kaynaklanan bir hâl olarak değerlendirilemez, belki burada güzel ve doğru bir iş yapmanın verdiği manevî tatmin duygusundan ve hazzından bahsedilebilir.
Diğer taraftan her güzel, kendi güzelliğini hem kendi gözüyle görmek, hem de diğer insanların gözünde beğenilerek, takdir edilerek, sevilerek görünmek ister. Çeşitli alanlarda kendini geliştirmiş ve mükemmel kabiliyetleri bulunan maharetli ve usta bir insan ise, elbette bu kabiliyetini işlettirmek arzu eder. Yoksa böyle bir kabiliyetin kendinde bulunmasının bir anlamı olmayacaktır.
Bunlar takdir edersiniz ki, insana mahsus ve kendimizde karşılığını bulduğumuz bazı hissiyatlar. En azından kıyas yapabilmemizi ve ilahî sıfatları bir derece anlayabilmemizi sağlayacak hareket noktaları. Yoksa birebir ölçü olamazlar. Kendi güzelliğini beğendirme ve kabiliyetlerini gösterme arzusu, biz insanlarda düşük bir hissiyattan, ihtiyaçtan ve kompleksten kaynaklanabilir. Fakat ihtiyaç ve kusur yanına yaklaşamayan, bütün güzelliklerin ve mükemmelliklerin esas sahibi ve kaynağı bir zât söz konusu olunca, bu yöndeki eğilimin ve arzunun, bir kusur veya ihtiyaçtan kaynaklandığı söylenemez. Belki, ‘O güzel ve mükemmel zât, sadece sahibi olduğu vasıflar öyle gerektirdiği için kendini bildirmek istemiştir’ denilebilir.
Şimdi dünyaya ve bu kâinata baktığımızda çok geniş ölçekli bir cömertliğin, âdeta her şeyi büyük bir nimet sofrası haline getirerek önümüze serdiğine şahit oluyoruz. Sıradan ve eğreti durmuyor bu dünya. Asla öyle değil. Çok ayrıcalıklı ve imtiyazlı bir gezegen bizimkisi. Aslında hayat içindeki şımarık ve kaprisli tavrımızla her şeyin, her zaman en güzel tarzını –sanki kâinatın ve içindeki şuursuz mahlukâtın mecburiyetleri varmış gibi- bize sunmalarını istiyoruz.
Alışmışız çünkü el bebek-gül bebek beslenmeye, el üstünde tutulmaya, çeşit çeşit çiçeklere, meyvelere, yiyeceklere, tatlara, zevklere, yüzbinlerce farklı koku ve damak tadının incelikli ayrımlarına, görsel güzelliklere, her şeyin tıkır tıkır işlemesine, ay ve güneşin hep bizim ihtiyacımıza uygun yerde bulunmalarına ve yaşamımızı devam ettirecek bir hassas ayarı şaşmadan devam ettirmelerine.
Sahi, bazılarının zannınca madem bir ziyafet sofrasında değiliz ve her şey sadece hayatta kalma mücadelesinin ve kozmik bir tesadüfün parçası, o halde neden ve nasıl bu kadar çok sayıda ve farklı boyutlardaki lezzetleri algılayabiliyoruz? Bunun ne anlamı var ki? Maksat yaşamı devam ettirmekse iki-üç çeşit yemek yeter de artardı bize, hayvanlarda olduğu gibi. Fakat öyle değil. Arada bir hikmetli depremler, kazalar, musibetler veya hastalıklar olmasa ve gafleti bozmasa, ebedî yaşayacak kadar rahatımız yerinde! Kim ayarladı bu kadar keyifli ve rahat bir ortamı bize? Eğer insanın kendi iradesini adaletsizce kötüye kullanması diye bir şey olmasa, dünya üzerindeki herkese fazlasıyla yetecek kadar leziz yiyecek ve içeceklerle ağzına kadar dolu bir ambar bu dünya.
Ama çok alıştık değil mi? Her şey ne kadar da normal ve sıradan geliyor. Basit bir toprağa atılan birbirinden çok farklı olmayan adî tohumları ekerek, çeşit çeşit mahsuller almak şaşırtmıyor bizi. Toprak mecbur bize onları böyle vermeye. Çiçekler, hayvanlar, bulutlar, ay, güneş hizmetimizde itiraz etmeden koşmaya zaten dünden razıydı!
Hâlbuki bize en yakın gezegenlere gidip yaşamaya çalışsak hayalen, içinde bulunduğumuz mekânda ne derece özel bir misafir olarak ağırlandığımızı daha iyi fark edeceğiz. Düşünsenize, bilinen tüm gezegenlerde ne toprağa bir şey ekebilirsiniz, ne havayı soluyabilirsiniz, ne göktaşlarından ve uzay boşluğundan gelen öldürücü ışınlardan korunabilirsiniz, ne her türlü ihtiyacınızın depolandığı ve zamanı gelince kullanmak üzere saklanmış özelleşmiş dağları ve yer altı zenginliklerini bulabilirsiniz. O çok şikâyet ettiğimiz soğuk ve sıcak var ya, aslında ne kadar hassas bir aralıkta bizim için ayarlanmış olduğu, nedense aklımıza hiç gelmiyor. 30 derecenin üzerinde terleyen, 25 derecenin altında üşüyen, ne kadar da nazik canlılarız. Biz mi bu çıtkırıldım yapımızla tabiata hâkim olmuşuz? Doğrusu ya, hiç inandırıcı gelmiyor. Başka bir açıklaması olmalı bunun.
Bir gidelim bakalım güneşe en yakın gezegen olan Merkür’e ve gün içinde 450 dereceyi bulan sıcaklığa şahit olalım, acaba sıcaktan bir daha hiç şikâyet eder miyiz? Bir de güneşten en uzak gezegen olan Plüton’a gidelim, gün içinde eksi 200 dereceyle, soğuk nedir görmediğimizi anlayalım. En yakınımızda bulunan ve gece lambamız olan Ay’da bile gündüz 107, gece -153 derecelik bir yüzey sıcaklığı mevcut. En büyük gezegenimiz Jüpiter’e gidelim isterseniz hayalî uzay gemimize binip ve görelim ki, orada yaşayabileceğimiz herhangi bir binayı inşa etme fırsatı bulamayacağız. Çünkü bu gezegen, tam katı bir yapıya sahip değildir, gaz ve buz bulutlarından oluşmuştur.
Sizi özellikle en yakın gezegenlere götürdük ki, dünyaya yakınlıklarına rağmen ne kadar zıt şartlara sahip olduklarını görelim. Yoksa en uzak gezegenlere de gidebilirdik hayalen.
Şimdi bu gezegende özel olarak ağırlandığımızı kabul etmeyen birine şunu sormak isteriz: Bu bahsettiklerimiz gezegen değil mi? Bunlar tesadüfen oluşmadı mı?
Bizim gezegenimiz de tesadüfen oluştu ise aynı yıldız sisteminde bulunan dünyamız neden özelleşti bu kadar?
Ne kadar özel olduğunu ve neden yazımızın adını “İmtiyazlı Gezegen” koyduğumuzu biraz sonra daha iyi anlayacaksınız.
Hani damak tadına hitap eden özel bir yemeğin içindeki tüm maddelerin belli oranlarda olması ve uygun sürelerde, doğru şekilde pişirilmesi ve tam zamanında servis edilmesi lazımdır ya, işte tâ büyük patlamadan güneş sistemimizin samanyolundaki konumuna, güneşin bizden uzaklığına, ayın büyüklüğüne ve yer kabuğunun kalınlığına varıncaya kadar pek çok değişken, çok hassas ayarlamalarla biz insanların özel yaşam ortamımızı netice vermesi için sanki kasten tasarlanmış, elverişli şartlarla hazırlanmış ve bizlere milyarlarca yıllık bir pişirim süresi içinde tam zamanında ve mükemmel olarak servis edilmiştir.
Acaba bundan daha büyük ve sınırsız bir cömertlik hayal edilebilir mi?
Akıllı tasarım taraftarı astro fizikçi Guillermo Gonzalez, gezegenimizin hayata çok elverişli, özel bir yerde bulunduğunun ve kâinatı keşfetmemiz için çok seçkin bir konumda olduğunun anlatıldığı İmtiyazlı Gezegen (Privileged Planet) isimli belgeselde şöyle diyor: (Meraklılar, internet arama sitelerine “İmtiyazlı Gezegen” yazarak, belgeselin Türkçe altyazılı videosuna rahatça ulaşabilirler.)
“Bulduğumuz şey bizlerin galakside doğru yerde olmamız gerektiğidir… Bizler, bir yıldızın sahip olduğu yaşanabilirlik kuşağının içindeyiz… Bizler, büyük gezegenlerin, küçük gezegenleri birçok kuyruklu yıldız ve göktaşından koruyacak şekilde var olduğu bir gezegenler sisteminin parçasıyız. Bizler, doğru tip bir yıldızın çevresinde yörüngedeyiz ve yerimiz ne çok sıcak, ne çok soğuk… Bizler öyle bir gezegendeyiz ki uydusu olan ay, onun dönüş eksenini sabitliyor… (Böylece üzerinde yaşayan bizim gibi canlıları netice verebilecek yaşam ve iklim çeşitliliğini mümkün kılıyor. Buna şaşırmayan bir insan, neye şaşıracak acaba?) Bizler, karasal yüzeye sahip bir gezegendeyiz. Bu gezegenin kabuğu sadece tektonik hareketleri sağlayacak kadar kalın ve iç ısısı merkezdeki demirin sıvı halde kalmasını sağlayarak bu tektonik ile manyetik bir alan üretiyor.
(Bu dinamik jeoloji, gezegenin iç ısısını düzenlemekte, karbonu yeniden işlemekte ve kimyasal elementleri harmanlayarak tüm canlı organizmalar için gerekli olan maddeleri hazırlamaktadır ve en nihayetinde kıtalara şekil vermektedir. Bu hayret verici durum, tesadüfî ve kendiliğinden görünüyor mu?) Öyle bir gezegendeyiz ki, atmosferi kompleks yaşamın kendini sürdürmesine izin veriyor. Bizler yeterli suyu ve kıtaları bulunan bir gezegendeyiz. Bunlar da yaşamın çeşitliliğini destekleyerek bizim gibi canlıların var olmasını sağlayacak biyolojik çeşitliliği meydana getiriyor. (Yani zincirleme bir reaksiyon gibi âdeta. Hâlbuki bu saydığımız değişkenlerin hiçbirinin bir diğerine bağımlılığı yoktur.) Tüm bu değişkenler, eğer yeryüzü gibi bir yaşanabilirliğe sahip bir gezegeniniz olacaksa ve bu gezegen kompleks yaşama ve bizim gibi zeki canlılara ev sahipliği yapacaksa, böyle bir galakside, tam da böyle bir yerde ve aynı zamanda var olmalıdır.”
Görülüyor ki yaşam denilen sofrada kısa bir süre oturacak misafirler için, gerçekten de çok özel maddelerle (sayısız değişkenlerden oluşan oluşum şartlarıyla) harmanlanmış, eşine rastlanmaz bir “Kozmik Yemek” pişirilmiş ve bizlere en mükemmel şekliyle, tam zamanında servis edilmiş.
Fakat o da ne? Bu kadar uzun zamanda, böyle büyük masraflarla hazırlanan yaşam sofrası, misafiri olan insanın doymasına müsaade edilmeden, sadece çok kısa bir zaman diliminde tattırılıp (hatta diyebiliriz ki bir an gibi kısa bir zamanda gösterilip) hemen önünden geri çekiliyor. Bu nasıl bir iştir ve anlamı nedir diye soracak olursak, aklınıza bu sofranın tanıtım maksatlı bir numune olduğundan ve asıl sofraya bir davet ve ön hazırlıktan ibaret bulunduğundan başkaca mantıklı ve tutarlı bir cevap geliyor mu?
Çünkü eğer böyle olmazsa, az bir zamanda yapılan bu ikramın sona ermesiyle şükür, şikâyete; memnuniyet, nefret ve kızgınlığa dönüşür ki, böyle bir şeye bu derece sınırsız bir cömertliğin izin vermesi hiç mümkün olmaz. Hem âlem üzerinde görünen mükemmellikleri seyretmenin devamlılığı olmazsa, o çok takdir eden hayretli seyircilerin kısa bir zaman kaldıktan sonra seyir sahnesinden koparılıp alınmalarıyla ve üzerinde mükemmel eserler görünen o sahnenin dahi bozulup parçalanmasıyla, onların nazarında hayran kalınan mükemmelliğin değeri çok düşer, belki anlamsız olur ve hiçe iner. Bu manayı daha açık göstermek için şunu diyelim: Bir tiyatro oyunu seyrediyorsunuz farz edelim. Perde kapandıktan sonra seyircilerin kurşuna dizildiği, sahnenin de parçalandığı bir tiyatro oyununa gider misiniz? Gitseniz hoşnut kalır mısınız? Böyle bir şey düşünün. Bu dünyanın vaziyeti (eğer âhiret olmazsa) aynen buna benzeyecek.
Hem şu dünyanın yaldızlı güzel yüzünün çabuk bozulup, yok olup gitmesini gören ve kendisinin dahi çürümeye terk edileceğini bilen insanın yanında o sonsuz güzelliğe olan aşk, pek anlamsız olur ve sönmeye yüz tutar, hatta o güzellik kendisi hesabına müthiş aldatıcı ve alaylı bir çirkinliği ifade ettiğinden, hayranlık ve aşk hissiyatı, yerini nefret ve tiksinmeye terk eder. Ne öyle sonsuz bir mükemmellik böyle kıymetini düşürmeye, ne de böyle sınırsız bir güzellik kendinden böylesine nefret ettirmeye yanaşmaz ve razı olmaz. Kendisiyle beraber ebede yolculuk edecek ve daimî nimetlendireceği muhtaç seyircilerini ve iştiyakı hiç bitmeyecek meftun âşıklarını yanında görmek ister. Başka türlüsünü kabul etmesi mümkün olmaz.
O halde Haşir Risalesi’ndeki gibi biz de diyoruz:
“Şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.” (Ebedî kalınacak bir seyir yerine, bir gösteri mekânına gidiyoruz)
Şimdi ahiretin var olmaması ile ortaya çıkan çelişkili durumdan kurtuluş çaresi hakkında çarpıcı bir yaklaşım ortaya koyacağız.
Gerek Allah’ın varlığında gerek âhiretin gerekliliği meselesinde temel sorun, bu hakikatleri netice veren ve her tarafta göz önünde görülen eserleri, faaliyetleri anlamlandıramamak ve bu hakikatlerle olan sıkı ilişkisini görememek ve o faaliyetlerin Allah ve âhiret gibi hakikatleri netice verdiğine intikal edememekten ileri geliyor.
Evet bir sanat eserine bakıldığında önce üzerindeki sanat fark edilmeli ve takdir görmeli ki, o eserin bir sanatkârının olduğu hakikatine intikal edilebilsin.
Daha sonrasında ise eser üzerindeki sanat harikalığının güzelliği ve maharetli işçiliğin mükemmelliği derecesinde, o sanatkârın sıfatlarının ve ünvanlarının güzelliği ve mükemmelliği noktasına geçiş yapılabilmeli. Çok maharetli bir usta, gayet yüksek bir ruh güzelliğine ve sanat kabiliyetine sahip bir ressam vs gibi.
Bunlar dahi idrak edildikten sonra, o derece ileri düzeyde kabiliyete sahip sanatkârın, en büyük sanat eserlerini kısa bir süre için teşhir edip, hemen arkasından kırıp çöpe atacağına ihtimal vermemek de bir sonraki aşama olacak. Çünkü gözlerimizle gördüğümüz gerçeklere böyle bir görüntü, taban tabana ters düşüyor.
Bu gördüğümüz çelişkili ve mantığa sığmayan hadisenin başka bir açıklaması olmalı. Acaba ne olabilir? Elbette o eserlerin kısa süreli tanıtım numuneleri olduğu ve o yerin geçici bir sergi yeri olarak kurulup kaldırıldığı ve hemen arkasından gerçek asıllarının teşhir edileceği, esas teşhir merkezinin ve büyük sergi mekânının açılacağı ve o yüksek sanat kabiliyetine yakışır mükemmellikte, hakikî ve çok daha ihtişamlı sunumların ve sanat eserlerinin boy göstereceği gibi akla çok yatkın ve gerçekçi bir açıklama olabilir ve bu çıkarım doğru ve gerçek olmalıdır.
Yoksa böyle olmazsa, bu gördüğümüz her şeyin kıymeti hiçe iner ve anlamsızlaşır. Böyle bir şeye ihtimal vermek de, gözümüz önünde şahit olduğumuz sanat eserlerinin varlıklarını inkâr etmekten daha mantıksız bir hüküm olur.
O yüzden bir derece akla ve mantığa yaklaşmak için bir kısım ateizm taraftarlarının: “Sanat yok! Düzen yok! Kaos var!” diye hükmettikleri aklımıza geliyor. Bu noktada belki mantığa yaklaşıyorlar kendilerince. Çünkü sanatı ve düzeni kabul edip, Allah’ı veya âhireti kabul etmemek imkân dâhilinde olmuyor.
İçinde yaşadığımız şu dünyaya baktığımızda ne görüyoruz? “Her şey karmakarışık ve rastgele hareket ediyor, hiçbir şey kendisinden başka bir mana ifade etmiyor, nasılsa öylece meydana geliyor ve kendi kendine olup bitiyor” diye mi zannediyoruz? Böyle gören ve zanneden, elbette ne bir yaratıcıyı ve ne de onun gerektirdiği ebedî bir hayat hakikatini idrak edemez.
Fakat bunun böyle olmadığı aslında çok açık göründüğü halde, bu şekilde görmeye çalışan birine ne denilebilir ki? Günlük hayatının tamamını, her gün gördüğü madde âlemindeki eşyaya ve eşyanın işleyişine bakarak kurduğu benzerliklerle oluşturduğu kıyaslarla yürüten ve hayat tecrübesi ile dünya algısının bütününü, mantıkî çıkarımlarla ve etrafında gördüğü hadiseleri gözlemleyerek oluşturan birine, yine gözü önündeki madde âleminden kıyaslar ve çıkarımlar getirilerek sunulan aşikâr hakikatler o kişi tarafından inkâr ediliyorsa, bu şahıs acaba –o tavrını bir kenara bırakmadığı sürece- ümitsiz bir vaka değil midir?
Çünkü gerçeğe ulaşmak için bildiğimiz en temel esasların bir meselede hüküm çıkarmak için kullanılmasına itiraz eden biri, nasıl anlaşılmaz bir tarzda hakikate göz kapama ve inatla kendini kandırma psikolojisi içindedir acaba?
Karşısına çıkan bir okul, saray veya otelin kendi kendine işleyemeyeceğini tereddütsüz bilen ve gören bir zihin, acaba bunlardan çok daha ihtişamlı ve kastî bir yönetim tekniği gerektirdiği çok açık olan bu kâinat sarayı ve dünya otelinin nasıl ve ne şekilde bu kadar düzenli çalışmaya başladığına ve milyarlarca yıldır bozulmadan öylece devam edebildiğine hükmediyor olabilir? Hâlbuki ihtimali ne kadar küçük de olsa, o uzaktan gördüğü otel veya sarayın dahi, bir şekilde kendi kendine, tesadüflerle o hali almış olma ihtimali, matematik olarak imkân dâhilindedir. Fakat aklı başındaki herkes, göz önünde böyle tıkır tıkır çalışan bir yapının, kendiliğinden olabileceği gibi uzak bir ihtimalin, pratik hayat şartları içinde gerçekleşme imkânı bulamayacağını çok iyi bilir.
Neden dünya ve kâinat için böyle bir şeye ihtimal verilir peki? Hangisi daha ihtişamlı ve görkemlidir acaba? İnsan yapısı bir saray mı? Kâinat mı? Hangisini oluşturmak daha zordur acaba? Onu mu diğerini mi? Matematik ihtimallerin tesadüfen oluşumunun imkânsızlığını ilan ettiği, yaşamı netice verecek bir kâinat nasıl bir gerçekliktir? Tüm eşya, aldığı harika vaziyetlerle ve üstlendiği imkânsız vazifeleri, süreklilik ve düzenlilikle yerine getirmesiyle, hiçbir şekilde inkârı mümkün olmayan haşmetli bir icraatın idare ve hükmü altında çalıştırıldıklarını ilan ediyor.
Güneşin konumu, ayın vazifeleri, mevsimlerin oluşumu ve âdeta büyük bir sergi yeri gibi yeryüzünde türlü çeşit harika oluşumların kısa süreli olarak gösterilip kaldırılması, yerine sürekli başkalarının getirilmesi faaliyetleri.. Biraz vicdanı ve insafı olan, bu muazzam tablo karşısında hürmetle durur ve bu şaşırtıcı işlerin sıradan görülemeyecek ve küçümsenemeyecek kadar büyük işler ve azametli sonuçlar olduğunu mecburiyetle kabul eder. Şimdi iki seçenek vardır. Ya bu işlerin sonucunu çok şanslı olmamıza bağlayacaktır veyahut böyle neticelerin başlangıçta bir kör talihle başımıza gelse de, devamının sağlanamayacağı kadar karışık ve akıl almaz derecede mükemmel işler olduğunu itiraf edip, perde arkasındaki gizli işleyiciyi kabul edecektir.
Zaten sürekli olarak tesadüflerle ve şanslı denk gelmelerle oluşan bir yapının, inanan-inanmayan herkeste hayranlık uyandıracak kadar güzel, ihtişamlı ve mükemmel olması tam bir saçmalıktır.
Demek haşmetli bir kudret, idare ve hâkimiyet hakikati mecburiyetle kabul edilmelidir.
Şimdi tekrar düşünelim. Böyle muazzam ve azametli bir hâkimiyet, hem de her şey yok olup gittiği ve bu dünyada kalıcı olarak durmadığı halde, kendisi sürekli olan bir büyük ve haşmetli saltanat, ne ister ve neyi gerektirir? Eserleriyle kendini gösteren ve varlığını kabul ve itiraf ettiren, böyle her tarafa hükmü geçen bir ihtişamlı kudrete, acaba hiç lâyık mıdır ki, durmayan giden, çabuk bozulan ve çürüyen, kararsız ve fâni olan dünya ve madde âlemi onun gerçek anlamda görüneceği ve haşmetinin büyüklüğünü gösterebileceği bir mekân olsun!?
Hiç uygun düşer mi, bir anda görünüp kaybolan kısa ömürlü canlıların, onun şuurlu ve ciddî muhatapları olması!? Böyle sonsuz bir hâkimiyetin hakikati tüm kâinat üstünde dalgalanırken ve hükmünü her tarafta icra ederken, kendini sadece bu geçici madde âlemi üstünde göstermesi ve o fâniler etrafında dönüp durmakla yetinmesi olamaz ve O’na yakışmaz. Dolayısıyla öyle sınırsız, ebedî ve ilahî bir saltanatın, bu fâni âlemi kendine idare merkezi olarak benimseyeceğine ihtimal vermeyi, sağlıklı bir akıl hiçbir yönden kabul edemez.
Bu dünya hanına ne çok masraf yapılmış ve bir vitrin gibi ne kadar ihtişamlı ve güzel süslenmiş.
Fakat gelin görün ki, mekân sürekli bozulup, değiştirilip yerine başkaları getiriliyor; hem gelenler çok az istifade edip çabuk dışarı atılıyorlar gibi, mantığın ve vicdanın kabule yanaşmayacağı anlamsız ve şefkatsiz bir hâl görünüyor.
İşte böyle çelişkili bir durumdan tek kurtuluş çaresi ve bu manasız hâlin yegâne mantıklı açıklaması, o yerin sadece geçici bir misafirhane olarak işletildiğine hükmedilmesinde ve misafirhane sahibinin daha sonra başka kalıcı bir mekânda kendine layık muhteşem sergiler açacak ve mükemmel ikramlarda bulunacak olmasındadır.
Buraya kadar ifade ettiklerimiz, Haşir Risalesi’ndeki esrarlı ve muhteşem hakikatlerin kapısından içeri girmeniz için ancak bir davet ve anahtar olabileceğinden burada duruyoruz ve bu derin hakikatin hakikî ve mükemmel beyanı için, bu harika eseri tekrarla okumanızı tavsiye ediyoruz.
“KEŞİF YOLCULUKLARI” VİDEO KANALIMIZ
Sizi, gerçeğin arayışında hayalî ve zihinsel bir keşif yolculuğuna çıktığımız video sunumlarımıza davet ediyoruz. Tabiat Risalesi Açılımları Seminerlerimizden alınan, etkileyici görsellerle sunulan ve hakikat arayışında çok ciddi bir kaynak olma mahiyetini taşıyan videolarımızın tamamına ulaşabileceğiniz internet adresi:
https://www.youtube.com/c/EdizSözüer
(Youtube arama bölümüne ‘Ediz Sözüer’ yazarak da ulaşabilirsiniz. Ayrıca görsel ve yazılı tüm çalışmalarımız facebook.com/pages/Ediz-Sözüer-resmi-sayfa/1428147924084559?ref=hl adresinden yayınlanmaktadır)
Yazı Dizisinin Bu Bölümüne Ait Keşif Yolculuğu Videosu:
İmtiyazlı Gezegen Seminer Videosu
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.