Mustafa AKCA
İntihar etmek isteyen bir kardeşime
Badesselam…
Ya ehâl Aziz! Allah Azze ve Celle senin kalb, ruh ve akıl gözünü marifet nurlarıyla ışıklandırsın. Kardeşim, vatanını –mesela vücudunu- yaşanmaz buluyorsan; vatanını yaşanmaz kılan sensin, bilesin. Bu kaçış, bu firar, bu kendine kastetme isteği – Cemil Meriç merhumun deyimiyle- bir “Kâbil kompleksi”. Her dudakta aynı rezil şikayet, her satırda aynı serlevha-yı mihnet: “Batsın bu memleket!”… kardeşim, ölmek için zamanını beklemek zorundasın. Sermest-i câm-ı aşk olan Mevlânâ Celâleddin bile, rablerine “âşık” olmuş evliya dahi senin kadar hadlerini aşıp ölüme bu kadar “heves”lenmemişlerdi. “Eğer dinim beni men etmeseydi, Said şimdi çürümüş olacaktı” diyen birisinden esin almış şu kardeşin, hayata yukardan bakmayı ve intihar sendromlarını iyi bilir.
Senin gibi dikkatli ve ince fikirli birisi intihar etmek istiyorsa; o zaman şuurunun dehlizlerinden gelen yüksek sesli çığlıklara dayanamıyorsun demektir. Bazen aşktır ölüme koşturan. Varlığın mana ve muhtevasına dalar gibi heyecanlandırır insanı. Bazen de özel bir mekân ve muvakkat bir zaman aralığında, desiseli bir hâlet-i ruhiye hengâmında bazı gurur yaralarını unutturacak, müzminleşen yenilgilerini meşrû bir zemine oturtacak, çirkinliklerini örtecek ve hayattan nasibine düşen bütün tahriklere bir son verecek keskin bir vazgeçişe sürüklenirsin. Aylaklığına ve korkaklığına methiyeler düzülsün diye intihar etmek istersin. Hayat, Cervantes’in kahramanı Don Kişotlarla doludur vehmettiğinden, sana tebessüm eden mevcudatı –yeldeğirmenlerini- kendine düşman zannedersin. Dülsina’yı bilmem ama hayat böyle bir besâtetle harcanmayacak kadar asil yaratılmıştır, bilesin.
Aziz Augustin kırkından sonra kelimetullaha vakfedebilmiş kendini. “Aşk ızdıraplarıyla büyüktür” diyor bir münzevi. Asaletini kaybeden aşk için iki yol var imiş: Cinnet ya da intihar… Kusmuk ve kazurât kokan dünyanın üçüncü yüzünde yaşarken, ille de hevâna yani rahmânî değil insanî tekliflerine kapılıp ölmek istiyorsan; seni sarhoşluğuna havale etmekten başka bir şey yapmayacağım. Zira “Ey karıncalar! Süleyman’ın ordusu sizi hataen ezebilir. Haydi, yuvalarınıza çekilin” diyen karınca beyi, hayatı korumada bu kadar hassas davranabiliyorsa, bize ne oluyor ki!
Evet, sen küçük bir tohum keyfiyetinde olduğun zamanda bile, varlık ile yokluk arasında gidip gelen şu hayattan vazgeçmeye, küllî ve hakiki olan sümbül hayatına çıkmaya iştihalıydın. Daha güzel bir hayata kavuşmak için tohum elbisesini çıkarmak gerektiğini şuûren biliyordun. Çatla denildi ve çatladın. Şimdi, canlılığın en kudsî mertebesi olan insaniyetinle anlıyorsun ki bu hayat hâlâ “yeter”i sunmaya kâdir değil.
İşte nasıl ki hayatı veren Zât-ı Akdes, kendi vasıflarının ve hazinelerinin bilinmekliğini istedi, bir hikmet-i tavzif ile seni, yarattıkları arasında en mümtaz bir şekilde şereflendirdi; öyle de daha güzel bir hayat olan ebede bir unvan ve bir mukaddime olarak YÜMİYT ism-i kudsisi ile sana hoşâmedi eyleyecek, gel diyecek. O hoşgeldine bir sebep olan “can”ına kastetmek; Rahman’ın sinemasına bir girizgâh olan biletini yırtmak demektir. İllâ öleceksen, ölmek tek bir çeşit değildir. O Rabb-ı Rahîm, envâ-ı mevti yaratmış ve senin hizmetine vermiş. Nasıl ki bizler isimleri kullanmak noktasında hür olduğumuz halde, birkaç kudsî esmâyı kullanmak bize yasaktır; öyle de pek çok ölüm nevlerinden bir kısmı dahi bize “haram” kılınmış. Öleceksen; nefsin cihetinde öl, hevâ beyninde öl, masıyyet (günah) babında öl. Şimdi, bunca ölümleri kullarına ihsan eden bir Rabb’in “yasak meyve”sine dokunmaya yeltenmek selim bir aklın ve salim bir vicdanın işi olabilir mi?
Muhyiddin-i Arabî’nin dediği gibi ben de derim ki: Hakikatte senin ile Hak arasında merâtib-i kevnîyyeden (yaratılış mertebelerinden) hiçbir mertebe yoktur. Eğer dünyaya ve ahirete alâka peyda edersen, bunlar Hak ile senin aranda perde olur. Cife ve mezbele (çöplük) olarak tabir edilen şu dünya ile katletmek istediğin vücud hânen hem hakikate bir perde hem de samedânî bir mektuptur. Yani nasıl bakarsan öyle taallûk ediyor. Dünya ancak senin için varedildi. Zira sen MÂNÂ’sın. Senin zuhuruna, senin sen olmana bir harf ve bir sûret lazımdı. Dünyan, duyguların ve vücudun birer surettir. Senin mânân, sûretin ile anlaşıldı. İmdî, sana yeni bir elbise tahsis edilmeden, mânânı tamamlayan bu suretinden kurtulmaya kalkmak, haşirde, Huzur-u ilahîde çırılçıplak kalman demektir. Yani yeni bir elbise tahsis edilinceye dek eski elbiseni kullan ve şükret; safâ vereni al keder vereni terk et!
Kardeşim, ölüm hayatın dostudur. Azrail, en nadide çiçeğini emanet ettiğin bir sarraftan başkası değil. O da, emanetin muhafazasında gösterebileceği herhangi bir eksiklik endişesi ile şaşkındır. Ayakuçlarına basaraktan dolaştığından, O’ndan haberdar değiliz. Hayat mucize olduğundan planlarımızı altüst ediyor. Çünkü mucize, mekanizme aldırmıyor. Tûl-i emel denilen ve bize ölmezlik hissini aşılayan temennilerimiz; zamanın hep bir sonraki karesine, daha henüz var edilmemiş bir kesitine ait olan varsayımlardan başka şeyler değil. Elimizde bulunmayan bir zamanda, olmayan fırsatlarla, olmayan bir ömürde herhalde tasarlanan şeylerden bahsedebiliriz. Zifiri karanlıkta koşan bir insan için trafik levhaları anlamsızdır. Çünkü renkleri yutan bir karanlıkta yaşamı anlamlı ve ferahlı kılan sınırlar görünmezler. Sınırların kıymetini körler bilemezler.
Kendine hayat bahşedilmiş bütün mahlûklarda İBHÂM unvanı altında “kanun-u taayyün-i ecel” vardır. Bir lastik misali uzayıp kısalsa da iki sınır ile belirlenmiştir. Huzur’dan, Cenab-ı Kibriya’nın daire-i nazarından kaçmak imkânsızdır. Ve madem ağaca verilen kıymet meyveleri itibariyledir. Ahirete İman’ın tadına doyulmaz hafifliğinde kal ve kurtul!
Vesselâm...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.