İslâm alfabesi için savunma hattı kuralım

İslâm alfabesi için savunma hattı kuralım

Sosyolog Müfit Yüksel, günümüzün medreselerini ve demokratik açılım tartışmalarını Risale Haber’e değerlendirdi

Röportaj: Nurettin Huyut- Risale Haber
 
Sosyolog Müfit Yüksel, günümüzün medreselerini ve demokratik açılım tartışmalarını Risale Haber’e değerlendirdi
 
BİRİNCİ BÖLÜM İÇİN TIKLAYINIZ
 
II.BÖLÜM: 
BÜTÜN DÎNÎ CEMAATLER BU KONUDA OLDUKÇA GEÇ KALDILAR
 
Dini cemaatler, özellikle Risale-i Nur cemaatleri “Demokratik Açılım Sürecine” yeterince ilgi gösteriyor mu? Bu konuları tartışıyor mu? Konuşuyor mu?
 
Bu konuda çok geç kalınmışlık sözkonusu. Bütün cemaatler buna dâhildir. Sadece Risâle-i Nur cemaatleri değil. Bütün dînî cemaatler bu konuda oldukça geç kaldılar. Keşke yirmi sene önce tartışılıyor, konuşuluyor olsaydı bu mesele. Problemler, müşkiller bu kadar tezâyüd etmezdi, artmazdı belki... İnsanların zihinlerinde bu kadar bölünmeler olmamış olsaydı, insiyatif bu kadar hem laik, hem din karşıtı olarak bilinen ateist bir kesimin eline geçmemiş olurdu. Bu bakımdan geç kalınmıştır. Ama zararın neresinden dönülürse kârdır. Nereden başlanılırsa bir şekilde faydalıdır mantığıyla bir şekilde Kürt meselesinin üzerine behemehal gidilmelidir.
 
Bu konunun üzerine nasıl gidilecek?
 
Öncelikli olarak insanlar arasındaki diyalog ve uhuvveti artırmaya yönelik çabalar artarak devam etmelidir. Bu anlamda cemaatlere çok iş düşüyor… Bununla başlayarak bölgeye yönelik çok yönlü faaliyetler yapılmalı.
 
Mesela dînî-sivil cemaatler bölgede kalan eski medreselerin imarına inşasına, yeniden ihyâsına yardımcı olabilirler. Oradaki halkın, oradaki dini müesseselerin ayakta durmasına destek olmalılar. Bir de bunu medya kanalıyla bir şekilde sürekli dillendirmek lazım. Ama bunu yaparken bir kısım dini cemaatler şunu yapıyor, dini guruplar, dini vakıflar bir handikap içerisine giriyorlar. Dînî cemaatler konuyu sadece liberal düşünce seviyesinden konuşuyorlar.  
 
Liberaller de elbette konuşacak, fakat liberal kesimin de şöyle bir problemi var. Bunların hemen hemen tamamına yakını eski marksist veya Kemalist yapı ve kökenden geliyorlar. Artık, Marksist veya Kemalist olduklarını ifâde etmiyorlar. ben de böyle bir şeyi iddia etmek durumunda değilim. Ancak, eski Marksist ve Kemalist kökeninden gelmelerinden dolayı hala pozitivist ya da materyalist bir zihniyete sahipler. Dine, İslâm’a  karşı olan bakış açıları hala o eskiden kalma bakış açıları ile devam ediyor. Ve bu insanlar, Kürt sorununun barışçı bir şekilde çözümün de, Kürt insanının şekillenmesinde dinin/İslâm’ın rol almasını asla istemiyor. Böyle bir problem var.
 
mufit_yuksel5.jpgDolayısıyla dindarları, dînî konullarda hassasiyet gösterenleri özellikle dışarıda bırakıyorlar. Daha doğrusu yanlarına bazı İslâmi kimlikle tanınmış kimseleri alıyorlar. “İslâmcı Aydın” olarak medyada da yer alan bu kimseler de, seküler/lâdînî bir dil üzerinden konuşmaya başlıyorlar. Bu İslâmcı aydınlar da dînî/İslâmî söylemleri dışlıyorlar. Örneğin, bazı İslâmcı aydınlar “Ümmet” kavramının Kürt sorununun çözümünde bir rol üstlenemeyeceği, bu söylemin iflâs ettiği yönünde, kendilerini Hz. Peygamber (S.AV) ile karşı karşıya getirecek görüşleri maalesef utanmadan ileri sürebiliyorlar. Oysaki, iflas eden kendi beyinleri.   
 
Yani bu da neyi etkiliyor bütün bu ülkede yaşayan insanların bu ülke Müslümanlarının ortak değeri olan din ve dinden kaynaklanan ortak değerlerin göz ardı edilmesini getiriyor. Yani, “artık dinin birleştirici bir yönü yok” deyip dillendiriyorlar.
 
Hukuksal açıdan birleştirme cihetine mi gidiyorlar?
 
Hukuksal dedikleri şu: insan hakları diye bir kavram koyuyorlar herkesi bu kavramların etrafında toplamaya çalışıyorlar
 
BU MİLLETLERİN ORTAK TARİHİ, DEĞERLERİ OLMAMIŞ OLSAYDI…
 
Bu neden kaynaklanıyor?
 
Şuradan: Evvela, bir kısım İslamcı aydınlarda dine, İslâm’a  karşı bir güvensizlik var. Ciddi bir dönüşüm ve sekülerleşme sözkonusu. Ayrıca birlikte hareket ettikleri seküler/liberal aydınlara karşı bir eziklik psikolojisi de mevcut. Onlardan etkilendikleri için aynı söylemleri bozuk plak gibi tekrarlayıp duruyorlar. Son derece tehlikeli bir şeyle de oynuyorlar aslında… Burada kendilerinden beklenen Müslümanca tavrı sergilemedikleri gibi bunu tırpanlayan bir işlev görüyorlar. Açıkçası İslamcı aydınların bir kısmı İslam’ı görmezlikten geliyor. Çözüm yolunu tıkıyorlar. Bu Müslümanlığın bu ülkedeki geleceği açısından çok tehlikeli bir yaklaşımdır.
 
Bu milletlerin ortak tarihi, ortak değerleri olmamış olsaydı bu ülke ve coğrafya bu kadar dayanabilir miydi? Çoktan bir iç savaşa girilmişti. Maalesef sanki böyle bir şeyi bekliyorlar, umuyorlar. Bu kadar olaylara rağmen halk içinde çatışma olmuyorsa, burası bir Yugoslavya olmuyorsa, bu dinden, İslâm’dan  kaynaklanıyor. Tamamıyla Müslüman toplum gerçeğinden kaynaklanıyor. Müslüman olmalarından dolayı topluluklar arasında kız alışverişi var, birlikte ticari alışverişler var, artı, dinden kaynaklanan günlük hayat içerisinde bir kaynaşma var. Aynı kıbleye, mihrâba yönelip secde ediyorlar, aynı duayı, aynı salâvatı okuyorlar. Ya da aynı, birbirinin tercümesi gibi olan mevlidleri okuyorlar. Biri Mevlidi Türkçe, diğeri Kürtçe okuyor. Molla Hüseyin El-Bâtevî’nin Kürtçe Mevlid-i Şerîfine baktığınız zaman Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerîfinden etkilendiğini görürüz. Dil ayrı olsa da bakıyorsunuz mana aynı.
 
mufit_yuksel6.jpgÇok açık olarak ifade ediyorum. Eski radikal İslamcılar var. Bunlar seksenli yıllarda Tevhidî İslam, tâğutî düzen-Davudî düzen gibi sloganları dillerinden düşürmüyorlardı. Bunlar üzerinde daha çok  Mısır ve Suriye’deki Müslüman Kardeşler hareketinin etkisi sözkonusuydu. Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Hasan El-Bennâ, Said Havva ve Pakistan’da Cemaat-i İslâmî Partisi lideri Mevdûdî ve benzerlerine ait literatürden beslendiler. İdeolojik/ Selefi, Harici zihniyete yakın kaynaklardan beslenerek geldiler. Daha çok o dönemin üniversite öğrencilerinden oluşuyordu. Fakat, 90’lı yıllara gelindiğinde bunların çoğu okullarından mezun oldular, iş-güç; ev-bark sahibi olup, gerçek hayatla tanıştılar. Kendi zihinlerindeki İslam anlayışı, yani ideolojik İslam anlayışı bir dünya nizamı olarak görüyorlardı. İslâm’ın uhrevi ve ruhani yönünü bir çok zaman unutan bir anlayıştı bu.
 
Çünkü tasavvufa düşmanca bakan, dışlayan ruhani, manevi yapıları cahiliyye ve şirk olarak nitelendiren bir yapıları vardı. Bu insanlar, soğuk savaş dönemi konjonktürü ile örtüşen ideolojik ütopyalarından sıyrılıp, gerçek hayatla tanışınca zihinlerinde ciddi karmaşa oluştu. Gerçek hayatın dayatmalarını kabullenerek eski zihniyetlerinin, ideolojik ütopyalarının yanlış olduğunu fark ettiler. Fakat bu yanlışı, hatayı  tamamen İslam’a fatura edip, dinin kendisine hamlettiler. Nitekim de İslam’ı dışlamaya başladılar. Bunların ekseriyeti seküler/liberal çizgiye geldiler. Açıkçası, İslami, dînî hassasiyetlerini büyük oranda kaybettiler. İbadetler de dâhil olmak üzere –hepsi için demiyorum- önemli bir kısmı, bireyci oldukları için, cemaat yapılanmalarından, uzak, Gazzâli’nin eserlerinde billurlaşmış Nebevî ahlaktan uzak yetiştiler.
 
Bunlardan uzak yetiştikleri için çok rahat her yere tırmanabildiler. Zaman içerisinde iktidarla bütünleşmeye çalışıp iktidarı etkilemeye başladılar. Her alanda yer almaya başladılar. Aynı zamanda günümüzde artık, liberal/seküler aydınlarla birlikte hareket etmelerinden dolayı, eski radikal İslamcılar, İslamcı aydınlar, birçok konuda dini terimlerin kullanılmasını istemediler, geçmişleri ile anılmak istemiyorlar.Geçmişte aldıkları dini eğitimden rahatsız olanları çok. Dînî geçmişlerini utanılacak, olumsuz bir geçmiş olarak, unutulması gereken hadiseler olarak görüyorlar.
 
İslamcıların önemli bir kısmı İslam’ı, kendi gençliklerini harcayan bir ideoloji olarak görmekteler. Ve bunlar korkunç derecede değişime uğradılar. İktidar üzerinde de etkili olmaya çalıştıklarından, çok ciddi problemlere neden oluyorlar. AİHM’nin dışarıdan dayattığı nüfus hüviyet cüzdanlarından “Dîn” hanesinin kaldırılmasını, içeriden maalesef bu İslâmcılar dayatıyor.
Tabi çoğu Ümmet kavramına da inanmıyorlar artık. Tarif etmeğe çalıştığım bu tarz İslamcılar bugün  artık kesinlikle ümmet mefhumuna inanmıyorlar.
 
Ne yapmak gerekiyor? İhtilafları bir tarafa bırakıp İslam dünyasını birleştirmek için İslam potasında nasıl bir araya getirilebilir?
 
Kimlikleri inkar etmeden, tek tip dayatmacılığa başvurmadan, zaten İslam tarihinde hiçbir zaman bu kimlikler inkar edilmemiştir. Çünkü, Arap ise Araptır. Geçmişte kimseye “sen Araplığını unutacaksın, sen Kürtlüğünü, sen Türklüğünü unutacaksın, bilmem şu olacaksın” denmemiş. Aynı zamanda ırkçılık ve milliyetçilik de yaptırılmamış. Ne milliyetçilik ne de inkâr ve unutmak böyle bir yol takip edilmiş.
 
Tarihten gelen kaynaklara bakarsak diyelim el-Kürdi lakaplı bir alim, Gürcü asıllı, Çerkez asıllı, Boşnak asıllı ya da başka bir asıldan bakıyorsunuz onun talebesi, müridi veya halifesi olabiliyorlardı. Bilmem Abdulah el-Bosnevi veya Abdurrahim el-Kürdi bu tip çok var. Yani ne kimliği inkar ediliyor ne de değişeceksin diyor. Osmanlı kaynaklarına bakıldığında- Sadrazamların biyografilerini içeren hayat tercümelerine baktığımızda – bunlar Osmanlıda mecmualarda yazılıdır- burada şöyle vasıflandırıldıklarını görüyoruz. “Arnavutluk asıllı, Bosna asıllı, ya da Gürcü asıllı ya da bilmem ne…”Ama bu Osmanlıda sadrazam oluyordu. Padişahtan sonra en yüksek makam… Padişahın mührü hümayununu taşıyan şahıs demektir. Bu gün karşılığı başbakandır diyelim.Yani bu noktalara gelebiliyorlardı. Kimlikleri problem olmadan.
 
HALEP İLE ANTEP BİRBİRİNE BAĞLANMALI
 
Cumhuriyet döneminde bu durum nasıl işliyordu?
 
Osmanlıda Hulefa-i Raşidinden gelen, Abbasi devrinden, Abbasi halifeliğinin üçüncü döneminden gelen bir Halifelik geleneği var. Bir Sünnî halifelik ananesi var. Bu halifelik ananesi 1924’ kadar devam edip geldi. Ne kadar içi boşaltılmış bile olsa ne olursa olsun böyle bir müessese vardı bu tarihe değin. Yani ne kadar düzgün temsil ediyor o ayrı bir nokta. Böyle bir müessese var.
 
mufit_yuksel7.jpgKürtlerin l. Dünya Savaşının en zor zamanlarında bile İstanbul’a sadık kalmalarını sağlayan hilafettir. Arapların bile bir kısmı, Şerif Hüseyin ve çevresi İngilizlerle işbirliği yapmalarına karşın, Kürtler bu Abbasî hilâfet geleneğine bağlılıklarından dolayı İstanbul’a, payitahta sadık kaldılar. Kürtler açısından bu gelenek son derece önemli. Öyle Kürt aile ve sülaleler var ki biz Abbasiyiz, Abbasi soyundanız derler.Geçmişe bağlılık söz konusu, Abbasilere bağlılıktan kaynaklanan bir yaklaşım.
 
Mesela Bitlis’te Şerefhanlar bunlardan bir tanesi. Şerefhan’ın “Şerefnâme” adlı kitabına baktığımız zaman “biz soyca Abbasiyiz” derler. Hakkari’de yine durum söz konusu Mesela Abdurrahim Zapsu’ların dedeleri olan Hakkâri-İrisan beyleri, “Biz Abbasiyiz” derler.
 
Bunu dışında bağlantılar kurulması lazım. Sözgelimi Adana ile bir Süleymaniye arasında bir bağ kurulması lazım. Yani bu sınırların bir şekilde gevşemesi-açılması lazım. Mayın tarlaları olmaması lazım sınırlarda Halep ile Antep birbirine bağlanmalı yine. Arada ticaret canlanmalı. Yani bu tip ilişkiler son derece önem arz ediyor. Halklar arasında kaynaşma lazım.
 
Ve birde son dönemlerde Kürtlerle ilgili çok problemli bir literatür gelişiyor. Marksist/sol kökenlilerin neşrettikleri yayınlarda Kürtlerle ilgili olarak çok ciddi bir tarih çarpıtması sözkonusu. Kürtlerin tarihi, İslamiyetle ilişkileri konusunda tümüyle çarpıtma ve yalanlar sözkonusu. “İslamiyet geldi Kürt bağımsızlığını ortadan kaldırıp, sömürgeleştirip köleleştirdi, Kürtleri, Arab’a, Fars’a ve Türk’e köle etti, İslâm, Kürt kimliğini yasakladı, yok saydı” tarzında tamamen yalan ve telbis’e dayanan iddiaları içeren yayın ve propaganda bombardımanı yapmaktalar. Açıkçası, Kürt gençliğini bu perspektife yönelik hale getirme çabası sözkonusu.
 
Tek-Parti, CHP dönemindeki gibi, o dönemde ve hatta daha sonra Türkiye’de hep İslâmiyet aleyhinde propagandalar yapılıyordu İşte, “İslamiyet bizi geri bıraktı, ilerlemenin önüne engel oldu. Dîn ilerlemeye mânidir” şeklinde müslüman halk üzerinde yoğun bir kemalist-devlet propagandası vardı. Bunlar son derece tehlikeli şeyler. Bu tür yalana dayalı, hâinane propagandalara karşı tarihi gerçeklerin ortaya çıkarılması lazım.  
 
Kürtlerin İslâm öncesi ve İslâm sonrası tarihini aydınlatmak lazım. Bu durumda, bu yalanları ortadan kaldıracak gerçekler ön plana çıkar
Mervânî devletinden, Ahmed Bin Mervan’dan, Eyyubi’lerden, Selahaddîn Eyyubi’den  gelen bir süreç var. Bu gün de devam eden bu tarihi süreci iyi izlemek lazım. İslam tarihinde ortaya çıkmış önemli Kürt şahsiyetlerini tanıtmak gerekiyor. Şeyh Hali El-Kürdî, Şeyh Ali El-Kürdî, Şeyh Tahir El-Kürd gibi, Ya da Molla Gürânî, Hoca Saadeddîn gibi, Mevlana Halid gibi, Bediüzzaman Said En-Nursî gibi önemli İslâmi şahsiyetlerin öne çıkarılması şarttır. Kürtler arasından çıkmış çok önemli şahsiyetler var, bu ve benzeri önemli şahsiyetleri etraflıca topluma tanıtmak lazım.
 
İSLAM TARİHİNE İLİŞKİLİ OLARAK SON DÖNEMLERDE İFTİRALAR SÖZKONUSU
 
Açılımı iki ana konuda topluyorsunuz. Biri; sınırların kalkması diğeri tarihin doğru yazılması mı?
 
Evet. İnsanlara bunun doğru yazılması, doğru okutulması lazım. Yani Abbasi dönemindeki kaynaklarda Kürt adı geçiyorsa. Kaşgarlı Mahmud’un ünlü “Divânu Lügati’t-Türk” adlı eserindeki haritada “Arzu’l-Ekrad” geçiyorsa, ya da o bölgeye diğer Abbasî devri kaynaklarında “Bilâdu’l-Ekrad” deniyorsa bunların belirtilmesi çok önemli. Demek ki, Kürtlere yönelik İslâm aleyhinde tezvirata dayalı propaganda yapanlar yalan söylüyor. Bu gerçeği görecek insanlar. “Demek ki İslam tarihinde Kürtlere ait hiçbir şey yasaklanmamış”. Böyle bir yasak olsaydı günümüzde Kürtçe konuşan kimse kalmazdı. Hatta tam tersi bir durum sözkonusu, İslâm fetihlerinden sonra, çeşitli Arap kabileleri – Benu Bekir, Benu Temim, Benu Tağlîb gibi- Batman’da Şırnak’tan başlayarak, Diyarbakır ve çevresine hatta Malatya’ya kadar yerleştirildiler. O dönemde saydığım bölgelerde daha çok Ermeni ve Süryani nüfus var Kürt nüfus daha doğuda yer alıyor. Batman çayının batısında Kürt nüfus bulunmuyordu.  Diyarbakır’da o dönemlerde Kürt nüfus yok. Adı geçen Arap kabileleri gelip yerleştiler. Bunların torunları zaman içerisinde Mervanilerin, Eyyubilerin etkisiyle Kürtleştiler demek asimilasyon o tarafta pek olmamış. Aksine Araplar asimile olmuş denebilir. Kürtleri Araplaştırma gibi bir asimilasyon siyaseti sözkonusu deği. Böyle bir şey yok. Öyle bir şey olsaydı bölgede herkes Araplaşırdı. Bugün bir çok Kürt aile kendilerini soy olarak, Seyyid ya da sahabe, tabiîn vs. Arap aslına nisbet ediyor. Ancak ana dilleri Kürtçe.
 
Yani bilinçli bir şekilde yapılmamış?
 
Hayır bilinçli değil. Tabii seyri içerisinde oluyor herşey. Zaten milliyetçilik (Nationalizm) denilen olay, Avrupa’daki aydınlanmacı düşünce ve Fransız Devrimi sonrasında gelişen bir vâkıa.
 
Halbuki doğu medreselerinde hatta Anadolu’daki medreselerde tamamında eğitim Arapça olmasına rağmen Araplar asimile oluyor değil mi?
 
Evet dediğiniz gibi eğitim Arapça olduğu halde, bölgede yerleşik bir çok Arap zaman içerisinde Kürtleşti. Demek ki İslam tarihine ilişkili olarak son dönemlerde iftiralar sözkonusu. Bu iftiraların çözümlenmesi gerekir. Bu çeşitli yayın evlerinde Kürt tarihine ilişkin, Kürtlerin tarihi önemli şahsiyetleriyle ilgili bilgilerde çok ciddi çarpıtma ve bilgi yoksunluğu mevcut, hem de akademik hiçbir değeri yok bu yayınların. Akademik olarak bakıldığında akademik ciddiyette neşirler olmadığı görülür.
 
mufit_yuksel8.jpgSürekli bir iftira ve yalan kampanyası. Müthiş bir yalan bombardımanı, enformatik yalan bombardımanıyla Kürt gençlerinin zihinleri bulandırılıyor. Ve Kürt gençliğine yönelik dar bakışlı, belli ideolojik sloganlara dayalı bir dil ve edebiyat geliştiriyorlar. Ve geleceğe ilişkin çok ciddi bir problem oluşuyor.
 
Yalana dayalı tarih bombardımanından kurtarmamız lazım insanlarımızı. Bunlar son derece önemli. Son on beş yirmi senedir bunlar yapılıyor. Bu sadece Türkiye’deki Kürtlere mahsus bir şey de değil; Irak’ta da bu yapılıyor. Suriye’de de bu yapılıyor. İran Kürtleri arasında da bu şekilde. İsrail’in bunda ciddi dahli var. İsrail, bunu, daha önce Kürt bölgelerinden İsrail’e göç etmiş Kürtçe bilen Yahudileri kullanarak bu tür propagandalar sergiliyor. İsrail, Kürdistan’dan elini çekmelidir. Bu ciddi bir hadise.  İslam’ın en dindar topluluklarından biri bir şekilde dinsizleştirilmeye çalışılarak evriliyor. Buraya doğru yönlendiriliyor. Bunların bu faaliyetlerini bertaraf edecek karşı hareket olmadığı için başarılı da oluyorlar maalesef.
 
İSLÂM ALFABESİNİN MUHAFAZASINDA BİR SAVUNMA HATTI KURALIM
 
Demek yapacak çok iş var?
 
Tabi. Birde alfabe meselesi var. Ben kendim mesela Kürtçe’de Arap-İslam alfabesi kullanıyorum. İslam alfabesinin tekrar Kürtler arasında yaygınlaşmasının sağlanması şarttır. Hala Kürt medreselerinde Kürtçe’de İslam alfabesi kullanılıyor. Bunun daha da yaygınlaştırılması şarttır. Özellikle, bu bakımdan Risale-i Nur talebelerine, Risâle-i Nur kökenli cemaatlere çok iş düşüyor. 1928’de bir Türkçe’de İslâm alfabesi yasaklandı, kaybedildi. İslâm alfabesini Kürtçe’de de kaybetmeyelim bari, burada İslâm alfabesinin muhafazasında bir savunma hattı kuralım.
 
Henüz iş tamamlanmamışken bunu sağlamamız lazım. Bunlar son derece önemli şeyler. Çünkü harf inkılâbı denilen, harf değişikliği denilen şey bir toplumun hafızasını silmek demektir.
 
Kuzey Irak’ta Arap alfabesi kullanılıyor değil mi?
 
Evet, Arap-İslâm  alfabesi var. Ama oraya yönelik de böyle bir baskı var. Batılı devletlerden “alfabenizi değiştirin, Latin harflerine biran önce geçin” tarzında ciddi baskılar sözkonusu. Mesela Suriye’deki Kürtler’in önemli bir kısmı maalesef Latin alfabesi kullanıyor. Aynı  lanetli propaganda oradaki Kürtler arasında da  işleniyor. Ama İslam toplumlarında geçen yüzyılın başlarına kadar tümüyle Arap-İslam alfabesi kullanılmaktaydı. Yani mesela elimizde geçen yüz yılın başlarında Bosna Hersek’te Boşnakça Arap-İslam harfleriyle yayınlanmış ilmihal kitapları var. Bugün Arap-İslâm harfleriyle Boşnakça okuyabilecek bir tane Boşnak bulamazsınız. Yine, geçen yüzyılın başında, Tataristan-Kazan’da, Arap-İslam harfleriyle Kazan tatarcasıyla basılı birçok İslâmi eser var. Bugün bunları okuyabilecek bir tek Kazan tatarı göremezsiniz.
 
Kendi tarihlerini okuyamıyorlar mı?
 
Elbette okuyamıyorlar. Ki, bunlar dindar insanlar. İslama meyilli olan insanlar. Gerçi bu son savaşla biraz kendi benliklerine dönmeye başladılar ama yeterli değil. Aynı şekilde Arnavutlar arasında da önceleri Arnavutça kitaplar Arabi harflerle yayınlanırdı. Bugün, bunları okuyup anlayabilecek bir tane Arnavut yok. Azerbaycan’da da son dönemlerde aynı durum söz konusu oldu. Rusların dayatmasıyla, Kiril alfabesi kullanılıyordu. Haydar Aliyev döneminde, ABD ve Türkiye’nin telkinleriyle Latin alfabesine geçtiler.1980 yıllarında bile Bakü’de Arap alfabesi ile klasik  kitaplar basılabiliyordu. Şu anda böyle bir durum sözkonusu değil. İran Azerbaycanı’nda bile, bugüne değin Arap-İslam alfabesiyle yayın yapılmış olmasına karşın, Azeri Türkçesinde Latin alfabesine geçmeye yönelik hazırlık ve teşebbüs var. Alfabe meselesi son derece önemli Hatt-ı Kur’an’ın muhafazası lazım.