Mustafa ÖZCAN
İslam laikliğe ihtiyaç bırakmaz!
Geçmişte dinsizlik laiklik parantezinden gösterilirdi, laikliğe alet edilirdi. Şimdi kimileri de dini laiklik parantezine almak istiyor. Bu bizzat dinin öngördüğü bir istikamet değildir. Yanlışı yanlışla düzeltmektir.
İslamiyet uhrevi hayata hitap ettiği gibi dünyevi hayata da hitap eder. Her ikisine de vurguda bulunur. Dünyevi hayatın içinde bütün düzeylere hitap eder. Ferde, topluma ve siyasi hayata da hitap eder. Kısaca İslam’ın öngördüğü bir devlet modeli vardır. Bunun dışında İslam hukuka (ukubat cezaları) hitap ettiği oranda iktisadi alana da hitap eder. Siyasi ve hukuki sistemi bünyesinde cem eder. Siyasi sistem olarak raşit halifeler devrinde yaşandığı gibi temsili rejimi esas alır ve halka hesap verir. Hukukta ahkam-ı Kur’aniye ve İslam düsturlarını esas alır ve yönetici burada Allah karşısında sorumludur. Elbette bu alanda da halkın sorumluluğundan azat değildir. Keyfi olmaktan uzak ve adil olmakla yükümlüdür. Kur’an ve Sünnet ahkamına mukayettir keyfine göre bunları aşamaz. Bununla birlikte kanunlar kadar hukukun ruhunu da esas alır ve dolayısıyla Hazreti Ömer’in döneminde yaptığı gibi bazı yeni düzenlemeler getirir, yapabilir. Bu toplumun değişen ve gelişen ruhuyla, şartlarıyla alakalı bir düzenlemedir. Müellefe-i kuluba yani kalbi İslam’a ısıtılanlara zekat tahsisinin kaldırılması veya kıtlık senesinde hırsızlık cezasının askıya alınması örneğinde olduğu gibi. Irak toprağının statüsünün pay ve ganimetten miri arazi haline getirilmesi de buna dair örneklerden birisidir. Sosyolojinin olduğu ve hukukun olduğu yer de zorunlu olarak devlet yapısı da vardır. Bu devlet herhangi bir devlet midir yoksa bir modele haiz midir? Haricilerin bir kısmı devletin lüzumunu veya varlığını reddeder en azından nihilistler gibi devlete ve üst yapıya ihtiyaç olmadığını vazeder.
Buna mukabil Ali Abdurrazık İslam’ın dünyevi bir yönü olmadığını ve dünyaya hitap etmediğini savunmaktadır. Bu zeminden olmak üzere İslam’ın dünyevi bir yönü olmadığını ileri süren Ali Abdurrazık devleti değil hilafetin şahsında İslami bir devleti reddetmektedir. İslami devlet dini bir devlet midir teokratik bir yapısı var mıdır? Bu noktada özellikle de İslami devlet modeline karşı olanlar İslam’daki devlet anlayışının teokratik olduğunu ileri sürmektedirler. Halbuki, İslam tarihi boyunca din adamları sınıfına dayalı bir yönetim biçimi görülmemiştir. Velayet-i fakih modelinin dışında (o da alacalı bir yapıdır) ilmiye sınıfının uhdesinde bir rejim modeli öngörülmemiş ve uygulanmamıştır. Müftüde veya halifede içtihat şartı aranması ilmiye sınıfına dayalı bir iktidarı veya rejimi akla getirmemeli. Bu statü ruhbaniyete veya din adamlarına ait bir statü değil dini tatbik mevkiine olan kişilerin dini anlama seviyesiyle alakalı bir meseledir. Ali Abdurrazık laik bir devlete karşı değildir sadece İslami devlet modeli olan hilafete karşıdır ve bunun İslam’a uymadığını öngörmektedir. Ona göre bütün rejim modelleri meşru ama hilafet bidattır. İslamiyetin dünyaya ve dolayasıyla siyasi alana hitap etmediğini öngören bir zihniyetin bütün rejimleri meşru sadece hilafeti gayri meşru görmesi mesleğine uygun bir çıkarımdır.
Uygulamada idealden kaymalar yaşansa da Ali Abdurrazık’a kadar kimse teorik düzeyde hilafetin gayri meşru olduğunu, gereksiz olduğunu ya da İslam’da idarenin laik olduğunu öngörmemiş, vazetmemiştir. Ali Abdurrazık hilafetten gayri bütün rejimlere taraftardır.
Günümüzde öne çıkan başka bir yaklaşım var. Bu yaklaşım da daha ziyade merhum Muhammed Hamidullah Hoca’nın görüşüdür. Özellikle de İslam Peygamberi adlı kitabın son bölümünü bu konuyu tahsis etmiş ve ayırmıştır. O ise İslam’ın bir devlet modeli içermediğinden ziyade hilafetin bir rejim veya bir siyasi model içermediği görüşündedir. Hamidullah Hoca İslamın dünyaya hitap ettiğini tezini veya gerçeğini reddetmez ama bunun dünyevi olarak Müslümanlara bırakıldığını ifade eder. Acaba hilafet meselesi siyasi olmakla birlikte mahza dünyevi midir? Ahkam-i diniyeyi tatbikte, davet devleti oluşta uhrevi bir boyut taşımıyor mu? Bazıları son sıralarda İslam devletinin ideolojik olmadığını öngörmektedir. Bu davet devleti olmadığı iddiasını taşır ki yanlıştır.
Hamidullah hoca ve benzerleri ümmete alan açmak için iktisadi alan da ve diğer alanlarda İslam genel geçer ve genel kurallar vazetmiştir. Detaylara inmemiştir. Bunun içini doldurmak ise Müslümanlara bırakılmıştır. Hamidullah Hoca’nın ardından bu yaklaşım genel bir çığır olmuştur. Halbuki, kısmi doğrular barındırmakla birlikte tez yanlıştır. Hoca bu hususta yaklaşımında ‘biz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz’ hadisine dayanmakta, istinat etmektedir. Halbuki burada mesele teknik, tecrübe ve deneyime dayalı bir meseledir. ‘Hurma aşılamanın ne faydası olur?’ şeklindeki sorusunu verdiği cevabı ‘yapmayın’ buyruğu olarak algılayan Ensar hurmaları aşılamaktan vazgeçince meyveleri acı olmaya başlamıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz bunun üzerine onlara ‘siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz’ mealinde buyruğunu ifade etmiştir. Hamidullah Hoca’nın bu hadisle devlet işleri arasında bağlantı kurması sadet dışıdır.
Hendek savaşı sırasında olduğu gibi Selman Farisi’nin tecrübesiyle hareket edilmiş ve şehrin civarına hendekler kazılmıştır. Bu ise İslamiyetin beşeri tecrübeye açık olduğunu ve onu kıymetlendirmekten kaçınmadığını göstermektedir. Lakin bu tümüyle bir model olarak hilafet alanına taşınabilir mi? Elbette sahabe devleti olan hilafet Pers divanlarından veya devlet geleneğinden yararlanmıştır. Lakin bu temel değil türev bir yararlanmadır. Osmanlı da Bizans devletinin düzenlemelerinden yararlanmıştır. Lakin bu Osmanlı’yı yeni bir Bizans yapmaz. Müslümanların kompleksiz bir biçimde başkalarından veya beşeri tecrübeden yararlanması muhteşem bir şeydir. Hadisler Hıristiyan ve Yahudi çığırlarına kapılmamamız gerektiğine dair bize telkinlerde bulunurken ( önceki milletlerin çığırlarına tabi olacaksınız. Karış karış kulaç kulaç onları izleyeceksiniz hatta kertenkele çukuruna girseler orada da onları izleyeceksiniz mealindeki hadis) bir dayanak veya hüküm olmaması halinde şer’ü men kablena yani bizden öncekilerin kuralları ile amel etme yolu açık bırakılmıştır. Demek ki öncekilerin hukukundan yararlanmamız yasaklanmıyor. Savaş taktikleri, trafik kuralları gibi hususlarda beşeri tecrübeden yararlanırız. Nitekim Gazali mantık ilmini böyle görmüş ve bünyeye katmıştır. ‘ Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz’ hadisi noktasında Abdulkerim Suruş şöyle bir tahassürünü dile getirmiştir: Bu hadis bizde Şia’da olsaydı kurtulmuştuk!
Nübüvvet yöntemli siyaset başkalarının beceri ve deneyimlerine ve hikmetine kapalı değildir. Ama onları eklektik olarak bünyesine katmaz. Absorbe ederek bünyede eritir. Akli meseleler dahi öyledir. Hikmete isabet eden akıl her zaman vardır ve dikkate alınmaya değer. Muhammed Hamidullah hilafet yöntemi içinde monarşiyi ve cumhuriyet gibi bütün zıtlıkları sayar, bünyede toplar ve bunu ümmetin doldurması için bırakılan boş alan olarak görür. Genel kurallar vaz edilmiş ve boşluklar doldurması için ümmete bırakılmıştır. Elbette şura diye bir kavram var ve ümmet yenilenen sorunlara (nazile) karşılık ve çare bulmak için içtihat ve şura prensiplerine başvuracaktır. Şura ortak akıldır ve tecrübeye müstenittir. İçtihat ise kıyas yoluyla geçmişteki çözümleri vakıayı taşımaktır.
Bütün çelişkili rejimleri hilafet anlamı içinde bağdaştırmak yanlış bir çıkarımdır. Öyle olsaydı raşit hilafetle ısırıcı hilafet ya da Hazreti Ebubekir ile Yezit bir olmalı idi. Ya da yöntemleri aynı olmalıydı. Bu bedihi olarak merduttur. Kaldı ki Yezit ve benzerlerinin hilafetine ümmet karar vermemiştir. Hilafet içine bütün aykırı modelleri koymak Osmanlı ile Kemalizmi birleştirmektir. Halbuki, hadislerde peygamberlik yöntemli hilafete iki dönem vurgusu yapılmaktadır. Diğer dönemlerde uygulanan hilafet modelleri en azından yasama konusunda olmasa bile temsiliyet noktasında hatalıdır, noksandır. İdeal değildir. Cebabire, deccaller veya aktörler yerine sosyolojik zemin ve genel ifadesiyle ceberrut döneminde ise iki türlü sapma yaşanmıştır. Temsiliyet noktasında sapma olduğu gibi hüküm ve ahkam-i şer’iyyeye ittiba noktasında da sapma vardır. Bunlar Hazreti Ebubekir (r. Anhu) dediği gibi ittiba değil ibtida mesleğidir. Dinsizlik esas alındığından dolayı şeair-i İslamiyeye dahi ilişilmiştir. Hem form hem de muhteva olarak peygamberin getirdiği yoldan sünnetten sapmış, uzaklaşmıştır.
İdealin kaybedildiği fitne dönemlerinde ise vakıayı kabullenmeyi tavsiye eden hadisleri nasıl anlamalıyız? Hadislerde yer alan tavsiyeler vakıayı meşrulaştırmaktan ziyade daha kötüye yuvarlanmayı engellemek içindir. Fitneye bulaşmamak için fren vazifesi görürler. Yanlışı daha büyük yanlışla izale etmeme prensibi gereği fitneler döneminde sükûnet tavsiye edilmiştir. Yanlış düzeltilirken daha büyük yanlışı irtikap etme veya kargaşa doğurmak ihtimali varsa kerhen vakıaya boyun bükülür. Lakin bu yanlışı onaylamak veya meşrulaştırmak değildir. Yoksa yöneticiler mesuldür. Halkın iradesini suiistimal etme ve varlığına el koyma ve kendi zimmetine geçirme böyledir. Sözgelimi bazı Hanefi kitaplarında hacca gitmek rüşvet vermeden müyesser olmuyorsa rüşvet verilebilir denilmektedir. Bu fetva rüşveti meşrulaştırır mı?
Hadiste rüşvet veren ve alan da yeriliyorsa da burada bir hak ancak rüşvet üzerinden sağlanabilirse alimler bu durumda istenerek veya benimsenerek değil kerhen rüşvet verilebileceğini öngörmüşlerdir. Bunun kabahati ve yükü alanadır. Verene değil. Veren meşru hakkına ancak rüşvet üzerinden ulaşabiliyor. Hakkı olmadığı bir şey için rüşvet veriyorsa kınama iki taraf için de geçerlidir. Her ihtimalde yasak caridir. Sözgelimi ‘esere’ ifadesi bize bu yöntemi öğretiyor. Amme hukuku veya kamu hukuku yerine kendini kayırmaya esere denmektedir. Peygamberimiz, ‘ benden sonra kayırma ile karşılayacaksınız, sabredin’ buyurmuştur. Üzerinize terettüp eden hakkı verin kendi hakkınızı da Allahtan isteyin buyurmuşlardır. Bu sanki İncil’de Hazreti İsa’ya atfedilen ifadeleri andırmaktadır: Matta İncilinde (22) yer aldığı gibi “Öyleyse Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin. "
Müttefekun aleyh hadiste (http://www. khaledalsabt. com/cnt/dros/1697) reddettiğiniz işler göreceksiniz bu durumda sabredin diye Müslümanları teselli etmiş. Hamidullah Hoca’nın ifadesiyle bu ümmetin onayladığı bir şey değildir. Fitne dönemlerinde sabrettiği bir durumdur. İslamın da onayladığı bir şey değildir. Lakin yanlışı değiştirirken daha büyük yanlışa düşme kaygısıdır. Bu mesele bir güç yetirme istitaat meselesidir. Zira hadiste sizden bir münker gören onu eliyle diliyle ve kalbiyle düzeltsin hadisinde görevler skala ve hiyerarşik bir bicimde sayılmaktadır. Demek ki güç yetirme ve bir silsile ve teratip var. Ale’l usul ve lalettayin bir durum söz konusu değil. Burada vakıa ile ideal Hamidullah Hoca’nın yaptığı gibi eşitlenmiş değildir. Sadece düzeltilmesi durumu çetrefil ve karmaşık ise ümmete sabır tavsiye edilmektedir. Yoksa bu halin meşrulaştırılması hiçbir şekilde ve şart altında söz konusu olamaz.
Bediüzzaman ılımlı laikliği tavsiye etti ve esas aldı mı?
Bediüzzaman’ın laiklik anlayışıyla alakalı bağlamını aşan bazı değerlendirmeler var. Bediüzzaman’a göre laiklik tarihin sonu değil ve İslam’ıN öngördüğü bir sistem de değildir. Bunu söyleyen Bediüzzaman’ı kendi tefrit tutumuna alet etmiş olur. Peşinen söylemek gerekir ki, vakıayı iyileştirmeye matuf zemin ve zamanı esas alan bir yaklaşımdır. Yoksa ideal bir tarz olarak görülmemiştir.
Bediüzzaman’ın laiklikle ilgili bazı ayetlerden çıkarımlar yapması hukuki anlamda olmayıp ihbari bağlamdadır. Dolayısıyla ahkama medar değildir belki zamanı anlamamıza yardımcı olan bir husustur. Peygamberimizin (asm) ‘esere’ konusundaki ifadelerine benzer. Yoksa bu hali kabullenme değildir. Lakin konjonktürü/ilcaat-ı zaman anlamaya ve ona göre hareket etmeye matuftur. İnanç düzeyinde daime sabitelerimizi muhafaza etmemiz gerekir. Lakin bazen konjonktür ile sabitelerimiz arasında uyumsuzluk veya uçurum olabilir. Bu uçurum nedeniyle inançlarımızı sorgulayacak, bırakacak veya uyarlama yapacak değiliz. Bunu yaparsak zaten modernist oluruz.
Bu nedenle kimileri Risale-i Nur’a atıfta bulunsa ve referans verse de Mehdi meselesini reddedebilmekte veya teviliyle işlevsiz hale getirmek istemektedir. Laiklik meselesinde de böyledir. Müslüman ne inanç ne de amel açısından dehri değildir. Yani zamanı esas almaz. Alırsa modernist olur. Eskiden modernizmin adı dehrilikti. Elbette zamanın bir hükmü vardır ama bu inancı ve ameli ortadan kaldırmaz. Zaman inanç ekseninde seyreder. İnanç zaman ekseninde seyretmez. Eskiler buna; "Dur haysu dare’l hak la tedur haysü dare’z zaman/ Zaman gülü gibi deveran etme hak gülü gibi deveran et" demişlerdir.
Bediüzzaman açısından laiklik tarihin sonu değildir. Bununla birlikte laikliğin yanlış yorumlandığını ve maksadının ve bağlamının dışına çıkarıldığını ve dinsizliğe alet edildiğini söylemekte ve dolayısıyla orjinali esas alınarak uygulamada iyileştirilmeye gidilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Meseleye müspet tarzda yaklaşmış ve muvakkat olarak laikliğin bazı olumsuz yönlerinden kurtarılması gerektiğini ifade etmiştir. La ikrahe fid’din (dinde zorlama yoktur) meselesi imani bağlamda geçerlidir. İslami bağlamda geçerli değildir. İslami kabul eden muhtevasını da kabul eder. İslamı kabul etmeyen ise İslamla yükümlü değildir.
Bediüzzaman’ın günümüzle ilgili ayetlerden çıkarımları hüküm cihetiyle değil ihbar cihetiyledir. Zaten bu yönüyle ayetler hüküm içermez. Zamanı anlamamıza yardım olur. İhbari ifadelerden zaten hüküm çıkarılmaz. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın laiklikle ilgili değerlendirmeleri hükümle alakalı değildir ve bir hüküm ortaya koymaz. Sadece bize durumu ve konjonktürü yorumlar tavsiyeleriyle hareketlerimize yön verir. Bu kabul veya ret ile alakalı bir durum değildir. Fitne durumları ve bunların en güzel mukabele ile aşılmasıyla alakalı bir yöntemdir. Laiklikle ilgili değerlendirmeler vakıayı iyileştirmeye matuftur yoksa ideal olarak tavsiye ve talim edilmemiştir.
İslam, hukuk zemininde diğer inanç gruplarıyla ilişkileri de tanzim etmiş ve başka bir hükme veya işleme ihtiyaç bırakmadan inanç gruplarına dini özerklik vermiştir. Bu dini özerklik, siyasi özerklik değildir. Laik özerlik de değildir. Sadece dini özerkliktir. Diğer öteki dinler ise bu çoğulcu ve kapsayıcı yaklaşımdan uzaktır. Münhasıran diğer dinlerle ilişkilerinde millet sistemi gibi bir sisteme haiz olmadığından laiklik ilkesi gibi bir ilkeye ihtiyacı vardır. Lakin laiklik hakim değil hakem olmalı yoksa Fransa’daki gibi bütün dinleri bastırır. Çoğulculuğu sona erdirerek tekilci seküler bir din olur.
Bugün laiklik ya etkisini göstermekten uzak kalmakta ya da hakem değil hakim anlayış haline gelmektedir. Dolayısıyla doğduğu zeminde bile kendinden beklenen işlevi yerine getiremez, sağlayamaz hale gelmiştir. Bu da onu dengeleyici bir mekanizma olmaktan çıkararak müstakil bir din haline getirir. Ve Avrupa’da laiklik pratik dinsizlik halini almıştır. Bu yüzden kilise tasallutu laikliği intaç etmiş ama laiklik de dinsizliği intaç etmiştir. Bu ise manevi değerlere yabancılaşmış kitleleri üretmiştir. Hindistan gibi ülkelerde laiklik Hinduvata gibi aşırı dini ve milliyetçi eğilimleri frenleyememekte, gemleyememektedir. Müslümanların mağduriyetlerini engellememiştir.
İslamiyet en mütekamil din olarak bütün ihtiyaçları kavramış, kapsamış ve reçetesini ortaya koymuştur. Başka inanç gruplarına da adalet tevzi etmiştir dolayısıyla çıkışından itibaren çoğulcu yani kapsayıcı davranmış ve bunu fiiliyata da yansıtmıştır. Dolayısıyla tarihi şartların ürünü palyatif laiklik düsturuna ihtiyaç bırakmaz ve hissettirmez. İslamiyeti esas almayan toplumlar ise tarihi şartların bir ürünü olarak diğer inanç gruplarına yönelik tecavüzatını sınırlandırmak için laiklik gibi bir prensibe ihtiyaç duyabilir. Batı’da clergy denilen din adamları tasallutu karşıtını intaç etmiş ve laiklik tasallutu da ladiniliği, pratik dinsizliği doğurmuştur.
Sonuç itibarıyla; müspet davranmak, sükuneti muhafaza, ses çıkarmamak onaylamak değildir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.