İslam uleması Risale-i Nur'la ikna oluyor-ÖZEL
Türkiye ve dünyadaki Risale-i Nur hizmetlerinin içinde yer alan Ali Katıöz ile yaptığımız röportajın üçüncü ve son bölümü
Nurettin Huyut'un Ali Katıöz ile yaptığı röportaj-3
RisaleHaber
* Arap alemi Risale-i Nur’u sahipleniyor mu?
Elbette. Sempozyum, Abdulhalim Uveys’in Kur’an okumasıyla başlamıştı. Kur’an okuduktan sonra açış konuşması yaptı dedi ki, “Bunca yıldır dine hizmet ediyoruz. Arapça’da dine hizmet edenlere, daiye denir ama Bediüzzaman Hazretleri hepimizin hizmetkâr olduğunu öğretti. Ehl-i hizmet kelimesi dine hizmet edenlere çok daha uygundur.” diye dikkatimizi hiç ilgilenmediğimiz bir konuya çekmiş oldu.
Ayrıca şunları da söyledi, “Tarih boyunca değişik zamanlarda çokça müceddit gelmiştir, hepsi de dine hizmet etmiştir, vazifesini yapıp gitmiştir. Ama Bediüzzaman’ın geldiği zaman hiçbir müceddit gelmemiştir. İslam dünyası tamamen karanlıklar içindeydi. O dönemde İslam dünyası yarı fetret diyebileceğimiz bir devreyi yaşıyordu. Böyle bir dönem geçmişte hiçbir zaman yaşanmamış olduğundan ve o zat da bu dönemde gelip tecdit vazifesini yapmış olduğundan en büyük müceddit de O’dur. Hem Bediüzzaman Hazretleri temelden işe başlamıştır. İmanın zaafa uğradığını gördüğü için önce onu düzeltmiştir. Yani, asrın hastalığını teşhis etmiş ve tedavi çarelerini de bulmuştur.”
Ondan sonra İhsan Kasım Salihi konuştu. Sayın Salihi, İslam dünyasında tanınan ve sevilen bir insan. Mütevazi görünüşüyle İslam Dünyasının kalbini fethetmiş. Burada da söylediler, Fas’ta da söylediler. Fas’taki sempozyumda konuşan Rektör, İhsan Kasım Salihi için: “O Risale-i Nurları Arapçaya çevirmekle çok büyük bir hizmeti ifa etmiştir. Araplara çok büyük bir hediyesi olmuştur. O tercüme etmeseydi biz Üstadı ve Risale-i Nurları nasıl tanıyacaktık.” diye Onu methetmişti.
Yine konuşmasında her tarafta kendisine sorulan bir sual orada da soruldu. Sual özetle şöyle idi. “Sen bu Risale-i Nurları nasıl tanıdın ve bunlara nasıl ilgi duydun? Oysa sen Alim bir insandın, yani, burada anlatılanların çoğunu zaten biliyordun. Hem önemli bir kariyerin vardı.”
O da cevaben “Ben İstanbul’a gittiğimde Nur talebeleriyle tanıştım, baktım onların bir kısmı Kur’anı çok az biliyor, hatta okumasını zor beceriyor. Ben ise Kur’an okudum, hadis okudum, tefsir okudum, ama baktım benim halim bunların haline benzemiyor. Benden çok daha iyi İslam’ı yaşıyorlar. Bu benim çok dikkatimi çekti, bana çok tesir etti. Demek ki, bu eserlerde bir tesir var ki, böyle oluyor dedim. O yüzden önce uzun uzun tetkik ettim daha sonra Arap Alemi’nin de İslam’ı böyle yaşamak için bu eserlere ihtiyaçları var diye düşünerek Risale-i Nur’ları tercüme ettim.”
* Demek ki, “Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir” hakikati burada da kendini göstermiş...
Evet, haklısınız.
Sempozyumda 14 bilim adamı tebliğ sundu, bunların içinde iki tane de bayan vardı. Bu bayanlardan biri Dr. Hatice Nebravi Hanımefendi, büyük bir araştırmacıdır. Hem İslam Âleminde, bu yaptığı araştırmalarla ödül almış bir araştırmacıdır. Biz bu hanımı yıllar önce yazmış olduğu faiz ile ilgili bir eserinden tanımıştık. O eserinde Risale-i Nurlar’dan çokça alıntı yapmış, biz onunla tanıdık. Daha sonra Mısır’da yapılan bir yarışmada ödül almıştı. Orada bizim arkadaşlarımızın ablasıdır adeta, yaşı da hayli ilerlemiş, bastonla gezecek duruma gelmiş ama zinde bir hali var. Beyi de asker kökenli olmasına rağmen ehl-i hizmet bir abimizdir, oradaki kardeşlerimizin her konuda elinden tutan, destek olan biridir.
Bu hanım konuşmasında, özetle; Bediüzzaman’ın tecdit vazifesinde imam ve öncü olduğunu, yani sadece iman sahasında değil, çok değişik sahalarda da mücedditlik vazifesini ifa ettiğini ama en önemlisinin iman sahasındaki tecdit görevi olduğunu, imansız hiçbir şeyin olmayacağını söylemişti. Hatta tek tek 15 kadar meseleyi ele alıp bu meseleleri Bediüzzaman Said Nursi’nin nasıl çözdüğünü izah etti. Bunlardan en önemlisi olarak tecdit vazifesinde akıl ile kalbi beraber devreye sokması “bence” dedi “Başlı başına bir tecdittir.”
Buna benzer çok çeşitli konuları bu hanımefendi dile getirdi. Bir de Müslümanların geri kalmasındaki hastalıkları ve tedavi çareleri ile alakalı Üstad’ın görüşlerini beyan etti. Yani, bu hastalıkları teşhis etmek mühim ama bunun yetmediğini, tedavinin doğru yapılması gerektiğini, tedavi konusunda Bediüzzaman Hazretlerinin çok mahir olduğunu ve her şeyin tedavisini Kur’an’da, imanda bularak yaptığını” dile getirdi. Sonra “iman ile ilim arasındaki rabıtayı, bağı kuramadığımızdan dolayı başımıza gelen bela ve musibetleri anlattıktan sonra “Bediüzzaman Hazretleri iman ile ilim arasında mükemmel bir bağ kurmuştur, o da şu asırda mükemmel bir tecdittir.” diyerek bu meselede fazlasıyla Risale-i Nuru bildiğini ve tetkik ettiğini göstermiş oldu. Zaten kendisi sırılsıklam Risale-i Nur aşığı ve talebesi bir hanımefendi.
Ayrıca Profesör Hüda Derviş de yine bayan bir din alimi. Bu bacımız İslamiyet ile diğer dinler arasındaki iletişim uzmanıdır. Hatta aynı isimli bir kurumun da başkanı. Onu takdim ederken (Abdulhalim Uveys); “Bu benim talebemdir, ama zeki bir talebemdir, gayretli bir talebemdir. Aynı zamanda Üniversitede benim başkanımdır.” şeklinde takdim etti.
Prof. Hüda Derviş’in konusu dinler arası iletişim olunca konuşmasında şöyle bir açıklama ihtiyacı duydu: Dedi, “Üstad, Risale-i Nur’u bana yazmış, yani Risale-i Nur’da benim branşımla alakalı o kadar çok izahlar, düsturlar, kaideler var ki; benim başka yerlerde dolaşmama gerek yok o bu konuda her türlü açıklamayı ve izahı zaten yapmış”
* Ben bu noktada son olarak size şunu sormak istiyorum. Sanırım bu sempozyumlar bundan sonra da devam edecek, siz de katılacaksınız. Bundan sonra yapılacak sempozyumlar hakkında bilgi verir misiniz?
Musaade ederseniz hemen bitirmeyelim ben bir de Dr. Yusuf Hamdavi’den bahsetmek istiyorum. Bu kardeşimiz sırılsıklam bir nur talebesi, Fas’lı bir ilim adamı. O da sempozyuma katılmıştı. Konuşmasında hoşlanacağımız bir tespitte bulundu onu aktarmak istiyorum. Dedi ki, “Muasırları olan muslihlerle (islah edici) Müslümanların manevi hastalıklarını teşhiste müttefiktir,” Bu islah edicilerin bir bir isimlerini sayarak işte el Mevdudi, Seyyit Kutup, Cemaladdin Afgani, gibi onlar da hastalıkları teşhiste müttefiktir. Bunda bir ayrı gayrılık yok.” dedi, “Ancak, burası çok mühim tedavide ve çare bulmakta onlardan ayrılmıştır. Onlar da hastalıkları gördü, teşhis de koydu ama Üstad gibi tedavi edemediler ve gerekli manevi ilaçları yazamadılar, çare bulmadılar. Üstad, bütün bu hastalıklara ilaç buldu, tadavi yöntemlerini geliştirdi ve herkese de öğretti. Üstadı muasırlarından ayıran en önemli özeliği budur. Bu da çok mühimdir.”
Yine, Mısır’dan mühim bir haber vermek istiyorum. Dikkat çeken uzunca boylu sakallı bir zat vardı, dershanenin açılışında da bulundu çok mütevazi bir insan. Bu kişi Brezilya’dan gelmiş, beş kilisenin reisi olan bir papaz ama şimdi Müslüman. İslam’ı kabul etmesi de şöyle olmuş; bizim kardeşlerimiz oralarda peşine takılmışlar, kendisine eserler vermişler. Demiş ki, “Önce siz İslam’ı anlatın bakayım ben Hıristiyanlığı iyi bilirim de İslamiyet’ten çok fazla haberim yok, neler yaparsınız siz?” diye, tabii kitapları da bir parça okumuş dikkatini çekmiş, kendisi anlatıyordu. İşte bu zat da Arapça konuştu. Beş senedir Suriye’de yaşıyor, çoluğu çocuğu ile beraber büyük bir aile hep birlikte Müslüman olmuşlar. Hareketli bir insan, kendisine Nur Talebesi de diyebiliriz. O konuşurken tercümesini de ben yaptım. Gerçi biraz zorlandım, çünkü konuşmasına başka diller de karışmış, şivesi farklı ama iyi anlaştık diyebilirim.
Dedi ki, “Bana bu kardeşler günlük olarak gelip gidiyorlardı, gayet latif ince ruhlu insanlar, hiç bizi üzmüyorlardı, ben onlardan İslam’ı bana anlatmalarını istedim, İslam’ın temel şartları nedir? İmanın şartları nedir? diye sordum. Bunların içinde namaz benim dikkatimi çekti. Beş vakit namaz deyince kendilerine “Nedir bu?” dedim. Onlar bana “Namaz işte, günde beş defa Allah’a ibadet etmektir.” dediklerinde ben o an gerçeği anladım. İşte din budur, hak din böyle olmalıdır” dedim. Çünkü ben eskiden beri bunun eksikliğini, noksanlığını hissediyordum. Haftada bir defa sadece Pazar günü ibadet etmekle din tamam olmaz. Dedim ve bu dinin hak din olduğunu orada anladım ve hemen orada şehadet getirip Müslüman oldum.” diye anlattı.
Müslüman olduktan sonrada ilk iş olarak hanımını ve çocuklarını ikna etmek olmuş, onları Müslüman etmiş. Şu anda çocukları Suriye’de okuyorlar. Ben kendisine bir soru sordum. “Neden Suriye?” dedim. O da bu Allah kelamı Kur’an Arapça inmiş, aslı Arapça öyle ise bunu benim Arap diliyle anlamam lazım. Ama Allah’a şükür Risale-i Nurları da okuyunca şimdi Kur’an’ı daha iyi anlamaya başladım” dedi. Böyle muhterem bir insan…
Burada bir isim var ki, o ismin altını çizmemiz lazım: Oranın flaş ismi Prof.Dr. Me’mun Cerrar Ürdün’den gelmiş bir zat. Tefsir usulünde ders vermektedir. Aynı zamanda gazeteci ve yazardır. Üç yıldır da Amman da radyodan haftada bir Risale-i Nur dersi yapmaktadır, çok ateşli bir Nur Talebesidir. Onunla birçok kez görüşmelerimiz oldu. “Ürdün’de neler yapabiliriz?” sorusuna cevap aradık. Kendisini de Türkiye’ye davet ettik ama çok meşgul bir insan, inşallah fırsat bulursa gelecek.
* Bu verdiğiniz bilgiler ışığında olaya yaklaşırsak Üstadın dediği gibi bir gün gelecek Türkiye kendisini bu eserlerle ibraz edecek…
Evet, ben bütün seyahatlerimde bunu anladım ki, İslam ulemasını Risale-i Nurdan başka her hangi bir eserle ikna etmek mümkün değildir. Hiç kimseyi dinlemezler. Çünkü, muhteşem ilimlere sahipler, insanları dolu dolu. Yani, Üstad hazretlerinin o mütevazı hali ama ilimde derya olması onların dikkatini çekiyor.
Ben hayatımda bu kadar verimli bir sempozyum görmedim. Önceleri endişeliydim. Fas’ta bu büyüklükteki sempozyumu üç günde ancak tamamlamıştık. Burada bir günde tamamlanacaktı. 14 kişi bir günde nasıl konuşur diye endişe ediyordum. Ayrıca Sungur Abiyi Fırıncı Abiyi konuşturdular. Her ikisi de gönülleri fethetti. Özellikle Fırıncı Abi o mütevazı haliyle hem başında konuştu hem kapanış konuşmasını yaptırdılar. Çok güzel bir manzara oldu.
Bir kısa hatıra anlatıp röportajı bitireyim.
* Elbette, buyurun!
1990 yıllarında Taksim de yapılan sempozyumda Abdülvedut Çelebi diye bir zatı muhterem kendisi Ezher Rektörlüğü yapmış ve oradan emekli olmuş biriydi. Suat Yıldırım Hocam onun konuşmasını tercüme ediyordu. Suat Hoca tercüme etmede biraz gecikince bu zat-ı Muhterem de çok ateşli biri, dayanamadı dedi ki, sen tercüme etme bunlar beni anlıyorlar, biz kardeşiz, kalpten kalbe konuşuruz” diye tercüme ettirmeden konuştu. Bütün milletin dikkatini çekti. Bunun çokça şahitleri de var zaten birçok abi ve kardeşlerimiz oradaydı.
İşte bu zat, Mısır’da bize çok yardım etti. Yanında bir yakını vardı, İhvanı Müslim’inin kitaplarını çok okumuş bir kişi “Yahu dedi onları bırak Risale-i Nurları oku, Risale-i Nur herkesi adam eder” Bu zat şimdi vefat etmiş. Önceki sempozyumlarda bize yardımcı olmuştu.
Fırıncı Abi biliyorsunuz çok hassas bir Abimiz. Bana dedi ki, Ali Hoca biz buraya kadar geldik, Abdulvedut Çelebinin Kabrini mutlaka ziyaret etmemiz lazım. Ona bir fatiha okumamız gerekir. Sen şimdi bana sakın hocalık yapma, yani, “buradan da fatiha okursak gider, nerden okunsa gider” deme ben onun kabrinin başına kadar gitmek istiyorum. Bu zat Risale-i Nurlara çok hizmet etti” deyince biz de “Peki Abi gidelim” dedik. Ama onun defnedildiği yer kırk km. ileride ama tam iki saatte gidebildik. Köy yolları bozuk, Mısır’da dağ olmasa da yollar inişli çıkışlı, hem de bozuk. Mısırlı bir kardeşimiz bizi oraya götürdü.
Kabrine gittik orada bir fatiha okuduk, dua ettik. O yolun hatırına Cenab-ı Hak bir hizmet kapısı açtı, köylü bizi davet etti. Çok büyük de bir köy sofrası kurdular. Tamamen buğdaydan ve hayvanı gıdalardan mütevazı ama güzel bir sofra, unutamayacağımız bir manzara idi. Çok mükrim (ikramı seven) insanlar, Abdulvedut Çelebiyi de seviyorlar. Onun Nur Talebesi olduğunu biliyorlar. O nedenle bize aşırı denecek seviyede ikram ve ihsanda bulundular.
Sonra bir zat geldi konuşması gayet düzgün akademik bir tarzda, meğer o köyün imamı ve âlim bir zat. Ağladı, dedi “Siz benim amcam için oradan buraya kadar bir fatiha okumak için geldiniz, o halde ben bundan sonra Risale-i Nuru okumaya ve ona hizmet etmeye hazırım. Benim elimde sadece küçük bir kitap var. Ama bunların hepsini temin ederim.” Deyince biz “hayır” dedik. “Biz sana bütün külliyatı göndereceğiz.” Yanımızda gelen kardeşimize de hemen bu kitapları temin etmesini söyledik. Kendisi aynı zamanda bir vaiz idi. Dedik “Artık vaazlarını Risale-i Nurdan yaparsın” Bir anlaşma da yaptık onunla. Köylü ile birlikte haftada bir ders tertip ettiler. Yani, o zatın kabrini ziyaret etmemizin bir semeresi olmuş oldu böylece.
* Önümüzdeki dönem çalışmaları ile ilgili de bir şeyler söylemek ister misiniz?
Önümüzdeki dönemde yapılacak sempozyumlarla ilgili olarak sadece şu kadarını biliyorum. Sanırım sırada Sudan var. Ama bu programları yürütenler bana diyorlar ki, Ali Abi gidilecek kendini hazırlar mısın? Biz de imkânlarımız elverdiğince katılıyoruz. Zaten tamamen kendi imkânlarımla iştirak ediyorum. Allah’a şükür. O noktada kimseye de yük olmak istemiyorum.
Elhamdulillah ki, artık Risale-i Nur’un gerek yurt içinde gerek yurt dışında büyük inkişafı var. Hatta bu konuda Fırıncı Abinin bir isteği de var, diyor ki “Çok koşmamız lazım yoksa bu Nurculuğu bunlar bizim elimizden alacaklar.” Hakikaten öyle görünüyor, öyle de oluyor. Olsun, yeter ki biz de koşturalım inşallah..
Sizlerin de Risale Haber gibi yeni çalışmalarınızı tebrik ediyor, muvaffakiyetler diliyorum.
Röportajın birinci bölümü: Hayatımın en acı olayı Bediüzzaman'ı görememek
Röportajın ikinci bölümü: Bediüzzaman bizim de Üstadımız