Ramazan BALCI
İttihad-ı İslamın iki başkumandanı
Osmanlı geleneği son dönemde biri ilmiyede diğeri seyfiyede olmak üzere iki başkumandan yetiştirdi. Bunların gençlik hatıraları arasında önemli benzerlikler vardır. Bu benzerlikleri başka bir yazıda ele almayı düşünüyorum.
Avrupa medeniyeti ile İslam medeniyeti son kez cihan harbinde hesaplaştılar. Osmanlı orduları savaştıkları her cephede bir insana düşen en üstün fedakarlık ve kahramanlık örneklerini ortaya koymalarına rağmen ümmetin azından üç asırlık günahlarına kurban oldular. Her şeye rağmen iki başkumandan yenilgiyi kabul etmemişlerdi. Bunlardan aziz şehid Enver Paşa cihan harbinin ikinci safhasını kazanacağına inanıyordu. Bu inançla İslam aleminin can düşmanı İngiliz emperyalizmi ile savaşını sürdürmek için Türkistan’a gitti. Fakat zamanın talihi bu savaşı sürdürmek için müsait değildi.
İttihad-ı İslamın iki büyük düşmanı olan komünistlerle ve emperyalistlerle savaşmak zorundaydı. Oysa Alem-i İslam perişandı. Avrupa’da birbiri ile boğuşan Rus komünistleri ile İngiliz sömürgecileri kendilerini Kafkasya’da tehdit etmeye başlayan Enver Paşa konusunda anlaşmışlardı.
Ankara her iki güçle bir an önce anlaşıp Enver Paşa korkusunu üzerinden atmak için sabırsızdı.
Enver Paşa şartların farkındaydı. Ancak o attığı adımları İttihad-ı İslamın geleceği için yakılmış bir ışık olarak görüyordu. ‘Biz bir ışık yaktık, bu ışık Ortaasya bozkırlarından bütün dünyaya yayılacaktır’ diyordu.
Son günlerinde bir yandan Almanya’dan balonlarla Duşenbe dağlarına silah getirmenin hesabını yapıyor bir yandan Anadolu’da bir diktatörlüğün kurulmasını önlemek için çareler arıyordu.
Hatıralar doğruysa cihad arkadaşı Bediüzzaman’a yazdığı mektupta ‘buna sadece sen engel olabilirsin Ankara’ya git’ diyordu. Çok geçmeden bir kurban bayramı sabahında cihan harbinin son şehidler kafilesine katılmak saadetine nail oldu. Onun bu güzel akıbeti, niyetinin güzelliğine bir şahitti kuşkusuz!
Bu girişi yapmamın nedeni, yukarıdaki resmi izah etmek içindi. O dönemde bütün gözler İmam Bediüzzaman’a çevrilmişti. Onun harekete geçmesini bekleyenler çoktu. 1925 Nisan’ında Şeyh Said hareketi işitildiğinde Mısır aydınları Bediüzzaman’ın harekete geçtiğini düşünerek el-Musavver dergisine onun bilinen bir resmini kapak yapmışlardı.
Ancak ne Enver Paşa’nın ne de diğerlerinin düşündüğü olmadı. Üstad gerçi Ankara’ya geldi. Ama o artık eski Said değildi. Kısaca 1918-22 yılları arasında geçirdiği ruhi dönüşüm ile birlikte, -esasında fark edilebilinse- bütün cihanı ve düşünce dünyasını etkileyebilecek bir değişim yaşamıştı.
İslam Medeniyeti ile Avrupa felsefesinin büyük hesaplaşması artık cephelerde değil kalplerde ve gönüllerde yaşanacaktı. İmam Bediüzzaman, Risale-i Nur külliyatı ile yeni bir cihad başlatacak, İttihad-ı İslamın gerçek başkumandanı olacaktı.
İttihad-ı İslamın Başkumandanı sadece İslam alemine değil bütün cihana sulh getirecek bir cihad anlayışına sahipti: “Müsbet Hareket.”
“Kur’an bizi menfi hareketten (ya da siyasetten) men ediyor” derken “birinin hatası ile başkası mesul olmaz” mealinde Kur’an’ın gerçek adalet esaslarından birine işaret etmekteydi.
Gelişen teknoloji ile birlikte savaşlar şekil değiştirmişti Ekseriyetle karaborsacı, tefeci, bankacı ve silah tüccarlarının emrindeki zalim siyasetçilerin sebep olduğu savaşlar Kur’an ahlakına aykırıydı.
Bütün ortaçağlar boyunca askerler karşılıklı savaşır, savaşan sadece kendisi ile savaşanı vururdu. Oysa şimdi savaş, kitle imha silahları ile zulümde yarışmaktı. Bu esastan hareketle terör eylemleri aynı şekilde büyük bir zulümdü. Herhangi bir fikir hareketi, etnik unsur ya da bir cemaat davasında ne kadar haklı olursa olsun terör eylemine baş vurma hakkına sahip değildi. Hiç bir eylem “masum bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibi büyük bir günahtır” esasına göre masum insanları hedef alamazdı
Üstad bu iki esası bir paragrafta şöyle özetler:
“Şimdiki fırtınalı asırda, gaddar medeniyetten neş'et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdâdât-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâdât meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok biçâreleri yakacak, o hâlette o da azlem olacak veyahud mağlûb kalacak. Çünki, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasiyle yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zâyiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûb vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasiyle yirmi-otuz bîçâreleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.”
Buna göre bu çağın hastalıkları kendi menfaatini düşünme, ırkçılık, askerî istibdatlar ve dinsizlikten gelen merhametsizlikten kaynaklanmaktadır. Fert olarak bir yandan bu mikropları bünyemizden temizlemeye çalışmak, diğer yandan yaşanan cinayetleri farklı nedenlerle sessiz bir kabulle içselleştirmekten uzak bir samimiyet örneği ortaya koymak gerekmektedir.
Kur’an’ın cihan-şumul değerlerini, uhuvvet-i İslamiyeyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü, İttihad-ı İslamı esas alan ‘İslam’ın en yüksek gür sadasına’ karınca kadarınca bir nağme ile iştirak etmek!
NOT: Babamın vefatı dolayısıyla taziyelerini bildiren dostlara teşekkür ederim.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.