Mehmet EVREN
Kâinat ağacının meyvesi
Bir tarafta atomlarla yazılan hücreler, hücrelerden dokunan organlar ve bunların birlikte çalışmalarıyla ortaya çıkan insan bedeni.
Öte yanda bakterilerle kaynaşan toprak, oksijen ve hidrojenin birlikteliğiyle meydana gelen su mucizesi, denizler ve nehirler.
Tâ uzaklarda yıldızlarla bezenmiş gökyüzü, güneş ve ay.
Atomundan güneşine kadar her şey aynı hedefe yönelmiş durumda. Bütün çalışmalar, bütün ittifaklar kâinatın meyvesi olan insan için; insan ruhu için.
O ruh, bedende misafir kaldığı gibi, kâinatta da misafir; biri evi, diğeri şehri gibi. Bedenle kâinat arasında öylesine sıkı bir irtibat var ki; ikisi de insanın hizmetinde. İkisinin de bütün özellikleri ona göre ayarlanmış.. Şekilleri, büyüklükleri, mesafeleri hep o misafiri en güzel şekilde barındırmak ve ağırlamak için.
İnsan ve kâinat, biri ağaca diğeri meyveye benzetiliyor...
İnsan için küçük âlem, âlem için de büyük insan tabiri kullanılmış.
Kâinat-insan ilişkisinin en önemli göstergesi bütün varlık âleminin nur-u Muhammedî’den yaratılmış olması.
O nurdan safha safha yaratılan bu muhteşem kâinat, ihtiva ettiği bütün âlemleriyle insan mahiyetinde temsil edilmiş bulunuyor. İnsanın hafızası levh-i mahfuzdan haber verdiği gibi, insandaki demir elementi de âlemdeki demir madenini temsil ediyor. Ruh ve bedenden verdiğimiz bu iki örneğe yenileri eklenebilir.
“İnsan şu kâinatın hakaikine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mîzandır. Meselâ, kâinatta Levh-i Mahfuzun gayet katî bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hafızadır. Ve âlem-i misalin vücuduna katî delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir.” (Lem'alar / Otuzuncu Lem'a - s.826)
Göz ile güneş, gıdalar ile mide, hava ile akciğer arasındaki yakın ilgiye dikkat ettiğimizde, meyvenin dala takılı olması gibi, insanın da kâinat ağacına adeta bitişik olduğunu hisseder gibi oluruz. Yer çekimiyle dünyaya bağlı olmamız da bunun ayrı bir göstergesi;
İnsan-kâinat ilişkisini unutmak, insana hem fikir hem de şükür kapısını kapatan büyük bir engeldir. Böyle bir insan, kendini bu muhteşem âlemden adeta tecrit eder de, onun yerine makama, paraya, alkışlara, şöhrete, desinler sevdasına bağlanır ve demesinler endişesine kapılır. Bunlar çok küçük şeyler olduğu için, onlara bağlanan insan da manen küçülür, bücür kalır, gelişme göstermez.
Hâlbuki kendisini kâinat ağacının başında durmuş, yüzü ebedî âleme dönük ve ebedî saadete aday olarak gören insan, kâinatı çok gerilerde bırakan ulvî hedefleriyle çok yüce bir makama çıkabilir.
Risale-i Nurda, “iyyake na’büdü” yalnız sana ibadet eder ve “yalnız senden yardım dileriz” ayetlerinin açıklaması yapılırken önemli bir noktaya dikkat çekilir:
İnsan tek başına da namaz kılsa, yine ben değil de biz diye hitap ediyor. Kimler namına biz demektedir? Sorusuna cevap olarak üç ayrı cemaat nazara sunulur:
Birisi, o müminle birlikte yeryüzü mescidinde namaz kılan bütün insanlar olan büyük cemaat.
Diğeri, Rabbine karşı devamlı ibadet halinde olan ve insana emanet olarak verilen vücudu ve vücudundaki bütün hücreleri ve organları. İnsan “yalnız sana ibadet ederiz” derken kendisinde mevcut bu cemaati de kast etmektedir.
Ve üçüncü cemaat ise; insan meyvesini veren ve devamlı Rabbine karşı tsbihte bulunan kâinat ağacının tamamını niyet ederek “iyyake na’büdü” diyebilir.
Demek oluyor ki, insan kâinat ağacının bir meyvesi olarak ağacının tüm ibadetlerini rabbine takdim edebilecek bir kabiliyette yaratılmıştır.
Bu görevi yerine getirenler büyük insanlardır. Böyle muhteşem bir cemaatin önüne geçmek, onlarla birlikte böyle kapsamlı bir ibadeti yapmak büyük bir makam, ulvî bir mazhariyettir.
Bunların hiçbirini dikkate almadan yaşayan ve yüzünün herhangi bir köşesindeki küçük bir makam yahut azıcık bir servetle oyalanan insan, ömür sermayesini zayi etmiş bir zavallıdan başkası değildir.
İnsanın kâinattan daha büyük bir varlık olduğunu; “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi; (onun hakkını yerine getirmedi.) Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzap, 72) Ders veren ayet-i kerime; iman, marifet ve muhabbet vadisinde kâinatta hiçbir varlığa nasip olmayan yeteneklerin, insanın ruhuna takıldığını ifade etmektedir.
Ayette geçen emaneti yüklenmekten diğer varlıkların çekinmeleri ifadesinde alacağımız en önemli ders ise; insan, göklerin, yerin, dağların yüklenmekten çekindiği bir yükü yüklenen değerli ve şerefli bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Bu büyük insan, küçük sularda boğulmamalı, küçük hesaplarda yok olmamalı ve kendini küçültmemeli. Aksi halde, çok zalim ve çok cahil olur. Ve bu ulvî mahiyet, bir başka ayette haber verildiği gibi, hayvandan çok daha aşağılara düşer.
İnsan- kâinat ilişkisinde ise; kâinat, ilim ve hikmet dolu muhteşem bir kitaba benzetiliyor. En mükemmel okuyucusu ise insan olduğu belirtilmektedir.
Bu güzel teşbih bize; insanın kâinat için değil, kâinatın insan için yaratıldığını mesajını veriyor.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.