Ediz SÖZÜER
Kâinatımızın yaratılış hikâyesi-2
Yazımızın ilk bölümünde kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yani, 11.Söz’de kâinatımızın yaratılış hikayesini anlatan temsilî hikayenin hakikatini araştıracağız birlikte.
Doğru cevaplar için, doğru sorular sormak gerekir. Bir de, cevapları doğru yerde, doğru şekilde aramak gereklidir. Kâinata doğru açıdan bakmamız gerekiyor. Size basit bir misal vereceğiz. Zamanda 50 sene geriye gidip, daha önce hiç cep telefonu görmemiş ama zamanının en bilgili bir insanının eline, tablet özellikli büyük ekran gelişmiş bir cep telefonunu kapalı olarak verelim. Herhalde sağına soluna bakar, ne olduğunu anlamaya çalışır, durur. Ne işe yaradığını bile anlayamaz. O bilgili adam cep telefonu karşısında, ilkel bir mağara adamı gibi kalacaktır. İlk defa gördüğümüz bir eşyayı kullanmak, ne işe yaradığını keşfetmek, herkes için zordur. Zorluk, bilmemektedir. Bakınız, püf noktası burada. Yoksa, on yaşındaki bir çocuk o cep telefonunu eline alır, açar ve internete girer, video izler, oyun oynar, fotoğraf çeker, müzik dinler. Evet, kullanmakta zorluk yok. Zorluk, nasıl kullanacağını ve o eşyanın ne olduğunu bilmemektedir. Şimdi, o adam önündeki bu cisme şaşkın şaşkın bakarken biri gelse, bu nesnenin ne işe yaradığını anlatsa, nasıl kullanacağını tarif etse, doğru söylediği nereden anlaşılır acaba?
Örneğin diyor ki: “Bu gördüğün cihaz, dünyanın öbür tarafındaki eşyaların ve insanların ses ve görüntülerini, sanki yanındaymışsın gibi sana dinletmekte ve göstermektedir. İnsanların birbirleriyle haberleşmeleri ve daha pek çok iş görmesi için üretilmiştir. İşte kullanım kılavuzu da bende, oku ve cihazı ve özelliklerini incele, doğruluğunu anlayacaksın.”
İşte, tarif edici zâtın sözünü dinledikten ve kullanım kılavuzunu okuduktan sonra, elindeki nesneye artık farklı bir gözle bakmaya başlayan o adam, telefonun gerçekten de kendine söylenen o işleri, gözü önünde maharetle yaptığına şahit olsa, tarif edicinin ve kılavuzun doğruluğundan şüphe eder mi hiç?
Temsilde kusur olmasın, aynen bu misal gibi, içine düşüverdiğimiz bu kâinatın “ne işe yaradığını ve ne olduğunu” anlamaya çalışırken, bir tarif edici, elinde kâinatın kılavuzuyla birlikte geliyor. Diyor ki: “Bu gördüğünüz alem, sizin için yapılmış, sizin için süslenmiş, size ikram için böyle sanatlı yapılmış, sizin seyretmeniz için böyle ihtişamlı kurulmuştur. Âlemdeki her şey size hizmet etmek için emrinize verilmiştir. Eğer siz, bu yerin manalarını ve gayelerini anlayıp, takdir eder ve yapılış maksadına uygun hareket ederseniz, başka bir seyir ve ziyafet yerine, daimî kalmak üzere gönderileceksiniz.”
Şimdi bu gözle kâinata tekrar bakıyoruz. Yeryüzünü süsleyen sanat harikası çiçeklere bakıyoruz, midemize türlü çeşit tatlar veren yiyeceklere, aklımızı hayran bırakan gökyüzünün ihtişamına dikkat ediyoruz. Bir meyveye bakıyoruz şimdi. Görüntüsü gözümüzün hoşuna gidiyor, tadı ağzımızın hoşuna gidiyor, yediğimizde vücudumuzu besliyor. Acaba o meyve, gerçekten bizim için ikram edilmiş olsa idi, zaten böyle olması gerekmez miydi? Ya da şöyle soralım: Eğer bizim için özel olarak ikram edilmemiş olsaydı, böyle mi olması gerekirdi? Çamurlu bir topraktan ve kuru bir odun parçası gibi dallardan, âdeta ellerini uzatıp bizlere “alınız, teşekkür ederek yiyiniz” dercesine gelen o yiyeceklerin bu kadar ihtiyacımıza göre, bu mertebe çeşit çeşit damak tadımıza hitap edecek güzellikte olması şart mıydı?
Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz nehirler, denizler, dağlar, ağaçlar, çiçekler, yıldızlar..Tüm bunları seyretmek bize bir keyif ve lezzet vermiyor mu? Güzel gelmiyor mu tabiat manzaraları istisnasız her insana? Yıllar öncesinde, Ankara’da Eymir Gölü’ne gitmiştik arkadaşlarla. Tepeden aşağıya doğru, ağaçların arasından bir göl manzarasına bakıyordum..O gölün etrafındaki dağlar, gökyüzü ve gölün bitimindeki yeşillikler ve ağaçlar.. O kadar etkileyici bir güzelliği vardı ki..Böyle hayranlık uyandırıcı güzel manzaralar karşısında, o güzelliklerin manalarını ders veren Risale-i Nur’u, açık havada sesli olarak okumak ise, adeta cennetten haber veren manevi bir hazdı. Döndükten sonra karşılaştığım insanlara müthiş bir heyecanla ve imrendirerek anlattığım Eymir Gölü’nü tasvir etmek için şöyle diyordum: “Çok güzel, sanki bir tablo gibi!” Anlatımımı dinleyen herkes orada olmayı arzu etmişti istisnasız. Büyük bir patlama sonucu oluşan kâinatın, etrafa saçılan gaz ve toz bulutlarının tesadüfi hareketlerle yayılmasından meydana gelen taş, toprak, su ve hava, yani tepeler, bitki örtüsü, göl ve gökyüzü değil miydi karşımdaki maddeler? Bu cansız maddeler, nasıl bir şekilde bir araya gelmiş ve ne tarz bir şekil almışlar ki, böyle bir güzellik duygusunu hem bana, hem her zevk sahibine coşkulu bir şekilde verebiliyorlar? Herkes tabiat manzaralarını “çok güzel” olduğu gerekçesiyle “tablolaştırıp” etrafa asmıyor mu seyretmek için? Her sanatlı eser, bir sanatkârı gerektirir. Bu “doğal tabloların ressamı” yok mu gerçekten? Eğer yoksa, nasıl oluyor da bu manzaralar bize müthiş haz veriyor ve çok hoşumuza gidiyor? Yoksa, bu dünya gerçekten de bizim için mi süslenmiş ve hazırlanmış! O yüzden mi böyle güzel, temiz ve her şey birbiriyle uyumlu ve düzenli görünüyor?
Eğer dünyamız, içinde ağırlandığımız bir misafirhane değilse ve her şey tesadüflerin oyuncağıysa, o zaman bizim için özel olarak hazırlandığını gösteren bir özelliğe ve bize hizmet ettiğini bildirir vaziyette bir görüntüye sahip olmaması gerekmez miydi? Her yerde “tarif edicinin ve kılavuzun” bildirdiği aynı vazifeleri, bildirildiği aynı şekil ve tarzda, gözümüzün önünde icra eden, canlı-cansız tüm bir kâinat yok mu? Güneş, Kur’ân’ın bildirdiği gibi, göğümüzde bir lamba görevi görmüyor mu? Ay bir gece lambasından daha mı az gözümüzün zevkini okşuyor? Mehtap, yakamoz, gün batımı, seher vakti, gökkuşağı. Gördüğümüz anda birbirimize “bakın! ne muhteşem bir görüntü!” diye heyecanla göstermemizin anlamı nedir? Üstüne şiirler yazılacak, tabloları yapılacak kadar güzel olmaları ne ifade etmektedir? Anlamsız mı bütün bunlar? Yoksa böyle mükemmel güzellikleri sanat olarak görmemek ve anlamsız bulmak veya manasını çıkartamamak, düşünme şeklindeki çarpıklığı mı gösterir?
Kapıya bırakılan bir çiçek buketindeki kırmızı güller, gördüğümüz anda tebessüm etmek ve gönderenini aramak ve merak etmek için yeterince anlamlı da, koca dünyayı her baharda bir çiçek buketine çeviren faaliyet mi anlamsız ve sahipsiz? Böyle düşünebilmek, görünen eşyanın ifade ettiği zarurî manaları inkar etmek ve güneşin karşısında inatla göz kapamak ile mümkün olabilir. Tabiattaki oluşumun “rastgele oluşmuş bir şekil” olduğunu iddia edebilmek ve “üstünde çalışılmış bir sanat” olduğunu inkar edebilmek için, sanatsız olduğu iddia edilen tabiattan kopyalanan tabloların da sanatsız ve kıymetsiz olduğunu kabul etmek gerekmez mi?[1]
Şimdi, şu her köşesinden hayatın fışkırdığı dünyaya, sıradanlık ve alışkanlık gözlüğünü çıkararak, dünyaya yeni gelmiş bir ziyaretçi gözüyle bakmayı deneyin. Temsildeki saraydan daha aşağı kalır yanı var mı bu kâinatın? Milyonlarca canlı türü, trilyonlarca canlı organizma ile dolu bu gezegen..Her biri müthiş bir ekosistemin içinde, genel düzeni korumak ve işleyişi bozmamak için hassas adımlar atarak çalışan, hem gayet sanatlı, hem ileri teknolojili canlı makineler değiller mi? Bunlar ne zaman bir araya gelip konsensüs[2] yaptılar aralarında? Şu dünyanın dengesine ayak uydurmakta, bir arı kolonisi veya bir karınca cumhuriyetinden çok daha beceriksiz olduğumuz, insanlık olarak ortak itirafımız değil mi ki. Green Peace (Yeşil barış-çevreci bir örgüt) neyi korumaya çalışıyor? Bu muhteşem tabiat dengesinin bozulmaması ve doğayı korumak için neden akıl sahibi insanlardan meded ummuyorlar da, hiçbir teknolojisi ve bilimi olmayan şuursuz hayvanların ve bitkilerin her birine ihtiyacımızın vazgeçilmez olduğunu, kendilerini zincirlere vurarak eylemlerle haykırıyorlar?
Neden tesadüfen oluşmuş varlıkların mevcudiyetine muhtacız? Madem ki akıl sahibi ve dünyanın hâkimiyiz, neden işler iddia ettiğimiz gibi işlemiyor? Bir kelebeğin veya tabiatın üzerindeki sanatı inkar eden, o kelebeğin bir ressamın resminde resmedilmesini ve o resmin sergilerde teşhir edilerek, tablosunun milyonlara paha biçilerek satın alınmasını açıklayabilir mi? Kâinat ve dünya içindeki tabiat neden güzel? Tesadüfen, maksatsız oluşmuş şeylerde bir düzenlilik ve güzellik eseri olur mu hiç? Hadi bir sefere mahsus oldu diyelim veya bize öyle göründü. Bu düzenlilik ve güzellik, her yerde ve her canlıda sürekli olarak kendini gösterebilir mi? Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Normal şartlarda bu işlerin hiç birinin olmaması gerekmez miydi? Bir iş sahibini gerektiren sanatlı ve mükemmel işlerin, ustası ortada gözükmüyor ve işler de sürekli gözümüzün önünde ve her tarafta kolayca oluyor bitiyor diye, bu işlerin kendi kendine olduğu sonucuna varmak, ahmaklık ötesi bir varsayım olmaz mı?
Nasıl oluyor da, akıl, irade, ilim, teknoloji sahibi bir insanın, koca fabrikalarıyla ürettiği en teknolojik kamera, bir damla sudan meydana gelen insan vücudundaki göze göre çocuk oyuncağı gibi düşük kalıyor. Bunlar ne biçim işlerdir böyle? Etrafımızda ne türden gizemli işler dönüyor? Halbuki bizler, her gün gördüğümüz için, alışkanlık perdesinin arkasında sakladığımız bu mucizeleri artık görmüyoruz ve fark etmiyoruz. Şaşırma duygumuzu bile kaybettiğimiz bir körlük içindeyiz. Her gün bu mucizeli sarayda güya akıl sahibi bir canlı olarak yaşarken, bizlere nasıl insan ve şuur sahibi denilebilir? İtiraf etmemiz lazım hepimizin: Bu dünya tam da bizim için hazırlanmış bir vaziyette görünüyor. Hazırlayıp işleteni, bizzat gözümüzle görmememiz, bu muhteşem kâinat sarayının ve dünya misafirhanesinin sahibinden gafil olmamızı, onu yok saymamızı ve öyle biri yokmuş gibi yaşamamızı gerektirmez, hele yokluğuna hiç delil olmaz.
İşte o tarif edici olan üstamız Muhammed Aleyhisselam’ı ve kâinatın en doğru bir kullanım kılavuzu olan Kur’ânı dinleyenler bir tarafa, dinlemeyenler öbür tarafa böylece ayrıldılar. O doğru üstat ve kılavuza göz kapayanlar veya onlarla ilgilenmeyenler, kâinatın gerçek hakikatini hiç bir zaman bilemediler, keşf edip zevkini tadamadılar. Kur’an, bütün ilimlerin kaynağı ve en yükseği olan iman derslerine talebe olanlara, manevi hazinelerini ardına kadar açtı, kâinatın akıl ile gidilmeyen gerçek hakikatini gösterdi. Kâinat yüzünde ışıl ışıl parıldayan görünen ebedî güzellik, kendisini takdir ve muhabbetle seyreden bu iştiyaklı hakikat aşıklarını elbette unutmadı. İnsan gözünün daha önce görmediği, kulağının işitmediği ve kalbine gelmemiş ebedî manzaraları ve ziyafetleri hazırladı. Ve onları hiç bitmeyecek bir hayatta mutlu etmek, ikram etmek ve bu sefer güzelliğini ve mükemmelliğini perdesiz göstermek üzere yanına aldı. Diğer grup ise, böyle kıymetli gerçeklere göz kapayıp kendi kıymetsizliklerini aleme ilan ettikleri gibi, kâinatı da kıymetsizlikle itham ettiler. Bu, bütün yaratılmışların ifade ettikleri yüksek manalara ve kâinatın sahibine hakaret etmek ve böyle büyük bir suça uygun muamele görmeyi de hak etmek anlamına geliyordu.
Madem kâinatta, ilahî vahyin bildirdiği hakikate tam tamına uygun bir vaziyet, gayet parlak ve aşikar görünüyor. Aklımızla görür gibi hükmedebiliriz ki, kâinatın görünen perdesi arkasında saklı olan hakikatinin gerçek şekli, elbette ilahi vahyin bildirdiği şekildedir, başka tarzda olamaz ve mümkün değildir.
[1] Şöyle bir ateist görüş var: “Günlük hayatta geçerli olan, ‘sanatlı her eserin bir sanatkârı vardır’ mantığını, organik canlılara veya tabiata kıyaslayıp, yaratıcının varlığına delil yapmak için kullanamayız.” Fakat durum asla böyle değil! Ateistik görüşe göre, organik canlıların yapılışlarının dayandırıldığı, tabiattaki cansız nesneler ve unsurlar değil mi? Zaten bir sanat eserini oluşturmak için de aynı cansız maddeler kullanılıyor. Aradaki tek fark şu: İnsanların oluşturduğu bir makine veya sanat için, akıllı, şuurlu, ilim ve irade sahibi bir insan kullanılıyor. Tabiattaki canlıların ve canlı organizmaların yapımında ise, cansız atomlar çalışıyor! Elbette kör, sağır, şuursuz, cansız bir unsurun düzenli bir iş yapabilme imkân ve kabiliyetinin, akıl, irade ve şuur sahibi bir canlıya göre daha aşağıda olduğu tartışmasızdır. Bu durumda, cansız bir unsurun, aynı maddeleri kullanarak, canlı bir unsurdan daha düzenli bir eser ortaya koyması, perde arkasında başka bir etki edici unsuru arattırır ve buna delil olur. Yani bu kıyas, doğru bir çıkarım olduğu gibi, bir canlının sanat düzeyi düşük olan eseri, bir sanatkârı gerektirirse, bir cansızın üstünde ortaya çıkan bir sanatın daha yüksek olması, çok daha da kuvvetli bir şekilde bir sanatkârı gerektirir. Özellikle, cansız unsurların eserlerine göre daha amatör kalan canlı unsurun sanatı, cansız unsurlarda görünen sanat model alınarak yapılmışsa, görünmeyen bir sanatkârın varlığına hiç şüphe kalmaz. Bu kıyasın kabul edilmemesi için, göz önünde görünen sanat faaliyetini inkar etmek gerekir.
[2] Konsensüs: Fikir birliği, uzlaşma, mutabakat. Topluluğa dahil üyelerin birbirine karşı olan davranış şekilleri, sahip oldukları roller, sorumluluk ve görevleri konusunda bir anlaşmaya varmaları.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.