Kategorizasyon, ülfetin anasıdır.

(Küçük Sözler Risalesi notları, 3. yazı)

Bu serinin ilk yazısında değindiğim “ülfet” meselesini, belki yeterince açmadım, açamadım; affınıza sığınırım. Zira genelde bana gelen sorular, bu kelimenin tam olarak ne anlam ifade ettiğini bilememe yönünde oldu. Hatta kimileri kelimeyi sözlükte de aramışlar ve ona verilen anlamlardan, benim verdiğim sonuçları çıkaramamışlar. Haklılar… Biz Nur talebelerinin en sık yaptığı hatalardan birisi de; dünyayı kendi gözlerimizden görmek, bu nedenle bir nebze empati sıkıntısı çekmek.

Biraz hassasiyetle düşününce biliyorum ki, TDK’nın sözlüğü ile Risale-i Nur’un terminolojisi her vakit uyuşmuyor. Bazı kelimelerde ayrı düşüyorlar. Buna “belki” kelimesinin anlamını tartışmaktan başlayabiliriz. Lakin çok, çok uzun sürer. Bu konuya hiç girmeyelim. (Zaten kısa yazmakta hiç başarılı değilim. Bu sefer hepten uzayacak.) Hülasa; nihayetinde ülfetin kelime anlamını başka sözlüklerden karıştıranlara ve bana hesap soranlara hak verdim, kelimenin Risale-i Nur terminolojisinde geldiği anlamı bir nebze aktarmak istedim. Biz, bu meselede, yani bu yazı ve öncesindeki yazılarda, ülfeti “sıradanlaştırma, adiyattan sayma, önemsememe” anlamında kullanıyoruz, kullanacağız ve kullandık. Bu yüzden yazıyı okuyanlar, bu anlam katmanını, bu anlamlandırmayı esas almalılar.

TDK bu kelimeye “alışma, tanışma, dostluk ve ahbaplık” gibi anlamlar veriyor. Doğrudur, bu kullanımlar var. Başka anlamlar verenler de var, başka sözlüklerde… O anlamları tamamen reddetmemekle birlikte, dediğim gibi, biz bu yazılarda Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur’da kullandığı manayı esas alacağız. Bediüzzaman; Risale-i Nur’da bir meselede şöyle bir ifade kullanır: “İnsanları fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir. Yani me’lufları olan şeyleri kendilerince malum bilirler.”

Burada kastedilen şey şudur: İnsanlar, bir şeye alışmayı, bir şeyi sıradanlaştırmayı; o şeyi bilmekle karıştırmaya başlamışlardır. Mesela yerçekimi kanunu bizim gözümüzde sıradanlaşmıştır ve her zaman havaya atılan nesneler gerisin geri yere çarpmaktadırlar. Ancak bir yaramazlık yapılıp; “Onları yere çarptıran şey nedir?” diye sorulduğunda alacağımız cevap bellidir; “Elbette yerçekimi…” Eyvallah… Ama bu cevap merakımızı azaltmaz, iyice arttırır: “Peki, yerçekimi nasıl oluşur, ben arada bir ip falan göremiyorum, kim çekiyor bunları?” diye sorulduğunda ise işler iyice karışır. Çünkü modern bilim, açıklayamadığı veya çözemediği şeylerde bir isim verip onu sıradanlaştırmayı meslek edinmiştir. Zira böylece “fizikötesi” veyahut “Allah” demekten kurtulur. Örneğin; “Arılar birbirlerine yön tarifini nasıl yaparlar?” diye sorduğunuzda, o meşhur yön dansını anlatırlar size bilim adamları. “Peki, bu dansı nasıl akıl etmiştir bu iğne beyinli arı?” derseniz, sizi arızaya sararlar. Ya susarlar, ya da “İçgüdü…” deyip geçerler.

Halbuki ne içgüdü, ne de yön dansı doğru cevaptır. Bunların ötesinde ve ilerisinde “Rabbin balarısına vahyetti” ayetinin (Nahl Suresi, 68. ayet) hakikati yatmaktadır. Ne balarısı dans ederek yön bildirmeyi bilir, ne de dans edenden yön anlamayı… Ona bunu bir ilham eden vardır. Modern bilimse, bunu sorgulamaktansa, içgüdü deyip geçmeyi daha kolay bilir. Güvercinlerin yön bulma duygusu; somon balıklarının akıntının tam tersine yüzerek doğdukları yere gidip orada yumurtlama sevdaları, bu konuya temas eden bilinen örneklemelerdir. Bunlar, bizim gözümüzde ülfet peyda etseler de, birer mucizedirler. Sıradanlık yalnızca bizim gözlerimizdedir.

Bediüzzaman, bir başka eserinde, Kur’an-ı Kerim’in arıdan, taştan, sinekten, inekten, en’am tabir edilen altı farklı hayvan türünden örnekler vermesini, işte tam da bu ülfeti kırma çabası olarak tanımlar. Cenab-ı Hakk’ın, insanın gözünde sıradan hale gelen nesnelerdeki harikalara dikkat çekerek, onlar sayesinde dünyaya olan ülfetini kırmayı öğütlediğini söyler. Bu sayede insan, kâinattaki bütün sırları keşfedecek bir göz, bir idrak, bir akıl ve bir yorumlama refleksi kazanacaktır.

İşte benim de Küçük Sözler gibi metinlerde yaşanmasından korktuğum şey budur: Metinlerin sıradanlaşması… Merak damarını tahrik etmez bir hale gelmesi… Zira kendini ihtiyaçtan uzak gördükçe azgınlaşmaya meyyal olan insan, metinlerdeki incelikleri görmez olursa, ihtiyaç da hissetmez. Hiç aramaz, merak da etmez. Bu da onu uzaklaşmaya, azgınlaşmaya iter. Bu yönüyle modern bilimden zihnimizde kalan tortular, alışıldık kategorizasyon teknikleri, Risale-i Nur okumalarımızda da bize mani olmaktadır. Tıpkı Eski Said’in bir zaman meşgul olduğu felsefenin, Yeni Said’e terakki esnasında onun önüne kocaman engeller koyması gibi… Bizim de eğitim sistemimizden, bu kategorizasyondan beynimizde kalan tortular hem ülfete, hem de cehalete sebep olmaktadır. Halbuki Eski Said’den Yeni Said’e yolculuk sadece Bediüzzaman’ın değil, her talebenin zihninde yaşanmalıdır ve inşallah yaşanacaktır.

Mesela bizim, az evvel de küçük bir temas ettiğim gibi, her şeyi kategorize etmek gibi bir hastalığımız var. Her bilgiyi, her kitabı, her nesneyi önce tanıyor; sonra bir sınıfa, zümreye dahil ederek ona hayatımızdaki rolü biçiyoruz. Onu sınırlandırıyoruz. O, artık bu rolü bütün bir ömür boyunca asla aşmıyor, aşamıyor. Aşmaya çalışırsa da biz fırsat vermiyoruz. Bir psikoloji kitabı mesela… Asla bize ilahiyat dersi öğretmiyor. Bir kedi yavrusu mesela… Asla sadakat dersi vermiyor, aldırmıyor. Bir tavuk yine örneğin; asla cesarete memba olamıyor. Çünkü bizim kafamızda psikoloji ancak kendisini, kedi ancak nankörlüğü, tavuksa ancak korkaklığı karşılıyor. Böyle bir katagorizasyona, alana, sınırlamaya isabet ediyor. Bize çocukluğumuzdan beri bilgi, böyle öğretiliyor. Fakat ilginçtir, Bediüzzaman; Risale-i Nur’un farklı yerlerinde; şefkatten gelen cesareti izah etmek için, yavruları uğruna köpeğe saldıran tavuk örneğini; hakiki nimet vereni bilip, başkasına tamah etmemede de kedi örneğini kullanıyor. Yani bilinenin tam tersi bir örnekleme yapıyor. Ne tavuğa korkak diyor, ne kediye nankör…

Bu yönüyle ben de diyorum ki; gelin, Küçük Sözler’i veyahut hiçbir Risale metnini, böyle kategorizasyonlara sokmayalım. Ne Birinci Söz’ü sadece besmelenin önemini anlatmaktan ibaret görelim, ne İkinci Söz’ü iman meselesine hasredelim, ne Üçüncü Sözü sadece ibadetlerin ehemmiyetine vurgu yapan bir söz sanalım; ne de Dördüncü Söz’ü namazdan başka konuya işaret etmez sanalım. Böyle sınırlamalara sokmayalım. Evet, onlarda merkezde birer konu vardır, kabulüm; fakat madem Risale-i Nur’un ilham aldığı kaynak Kur’an’dır; tıpkı Kur’an’da olduğu gibi her bahsinin dünyanın her meselesiyle bir bağıntısı vardır ve en azından farklı anlam mertebeleri olacaktır, olmalıdır. Böyle kategorizasyonlar bizi ülfete iter. Ülfet de tembelliğe, tembellik de sıkıntıya… Ve biliyorsunuz; sıkıntı da ancak sefahatin hocasıdır. Bakar mısınız, bir ülfetten günaha doğru nasıl yollar açıldı? Allah o yollardan gitmekten korusun, amin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum