Kur’an-ı Kerim’in arasına Stalin fotoğrafı koyan 'Nurcu'
Türk Basınının karanlık kalemlerinin atmadığı iftira kalmamış
RİSALEHABER
“Türk Basınında Bediüzzaman ve Risale-i Nur” karanlık bir dönemin üzerine flaş patlıyor. Rejimin medyayı nasıl kullandığının, diğer deyişle medyanın kendisini nasıl kullandırttığının resmini çekiyor; basını kendi silahıyla vuruyor. Görevi bilgilendirmek, ama doğru bilgilendirmek, toplumu kutuplaştırmamak, bir yerlere yaranmak için birilerini yaralamamak olan medya, bir dönem nasıl hem de nasıl çiğnemiş onurunu; görüyoruz bu kitap sayesinde…
O dönem, din “karşı cephe” olarak kurgulanmış, dindarlar “düşman” seçilmiş, dini yaşamak “yok etmek” için saldırı bahanesi edilmiş; Müslüman bir toplum, hayatını İslamî gerekliliğe göre yaşamak isteyen çoğunluk kitle, fert fert bütün mü’minler apaçık hedef haline getirilmiş; adeta yargısız infaza tabi tutulmuş. 30-40’lı yılları yaşamadık, ama duyduk, okuduk; halkın iradesiyle seçilmiş bir iktidarın ülkeyi yönettiği, ama bürokrasinin, yargının, kanunların, gazetelerin, yazarların halen o yılların kalıntısı olarak devam ettiği 50’li yılları da bildik, öğrendik…
Hasan Köksal ve Ömer Faruk Paksu’nun yayına hazırladığı “Türk Basınında Bediüzzaman ve Risale-i Nur” isimli kitap, 1935-1960 yıllarını kapsayan bir basın taraması… Bir dönemin sosyolojisini ortaya çıkarmak ve araştırmacılara kaynak oluşturmak amacıyla hazırlanan çalışma kapsamında, Türkiye’de çıkan ulusal gazeteler sayfa sayfa taranmış, beş yüze yakın haber ve makale tespit edilerek dijital ortama dökülmüş. 640 sayfalık kitapta geçen her konu hangi gazeteden alınmış, hangi tarihte yayınlanmış ve kime aitse belirtilmiş; kupürleriyle birlikte eserde yer almış.
Çalışmada görülüyor ki, Cumhuriyet dönemi Türk basını taraflı ve önyargılı bir yayıncılık yapmış, dine dair ne varsa karalanmış, toplumun çoğunluğunu teşkil eden Müslüman kitle mürteci damgasıyla aşağılanmış. Risale-i Nur ismini verdiği eserlerle bir iman hareketi başlatan Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri de bundan fazlasıyla nasibini almış.
Bediüzzaman Said Nursî ilk defa 1935 yılında gazetelerin gündemine girmeye başlamış. O tarihte aleyhinde, “gizli cemiyet kuruyor, rejimin temel nizamlarını yıkıyor” gibi uydurma ithamlarla Eskişehir Ağırceza Mahkemesi’nde bir dava açılmış ve 120 talebesiyle birlikte tutuklanmış. Bu ve bundan sonraki süreçte belirli aralıklarla Bediüzzaman Said Nursî medyanın gündeminde yer almaya devam etmiş. Özellikle 1950’den sonra neredeyse her gün manşetlere konu olmuş. Vefatı ise bütün ayrıntılarıyla dönemin gazetelerinde yer almış.
İşte bu haberlerden birkaçı:
Bu haberin neresi düzeltilir?
Dönemin “rejimin sözcüsü” konumundaki gazetelerden birinde yer alan bir haber:
“İspartada, vaktile şeyh Said isyanında methaldar olduğundan dolayı istiklâl mahkemesince mahkûm edilen ve mahkûmiyetini bitiren, bir Kürt şeyhi oturmaktadır. Bu şeyh hâlâ akıllanmamış ve zehrini saçabilmek için kendisine yeni zeminler aramıya başlamıştır. Bir çok yerlerde muhabir bulmuş ve Milâstada bazı kimseleri zehirli çemberine almıştır.” (5 Mayıs 1935, Tan)
“Neresini düzeltelim?” cinsinden bir haber… Bediüzzaman Said Nursî, Şeyh Said isyanına karışmamış, tam tersi Şeyh Said’i isyandan vazgeçirmek için büyük çaba harcamış. İstiklal mahkemesinde herhangi bir mahkumiyeti yok, dolayısıyla mahkumiyetin bitmesi de sözkonusu değil… Bediüzzaman Said Nursî bir “şeyh” değil… “Zehir” denilen şey, dinin kendisi, iman ve Kur’an hakikatleri… “Zehir saçmak, zehirli çemberine almak” ifadelerini yorumlamaya bile gerek yok.
Bediüzzaman ve talebeleri'ne ahlaksızca iftira
Bu da bir Cumhuriyet haberi:
“Halkevinde Cumhuriyet Halk Partisi dördüncü Kurultayının açılması büyük merasimle kutlulandı. Sonra halk, Cumhuriyet Halk Partisi binası önünde, İspartanın temiz adını kirletmek istiyen ve bu memleket ve toprakla hiçbir alâkası bulunmıyan birkaç serseri vatansız ve soysuzun işledikleri suçu nefret ve lânetle protesto ettiler. Bütün teşekküller bu protestoyu telgrafla büyüklerimize bildirdiler.” (10 Mayıs 1935, Cumhuriyet)
Bahse konu kişiler, Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur talebeleri… Nasıl vasfediliyorlar: “Isparta’nın temiz adını kirletmek isteyen ve bu memleket ve toprakla hiçbir alakası bulunmayan birkaç serseri, vatansız ve soysuz… (!)”
Kur’an-ı Kerim’in arasına Stalin fotoğrafı koyan “Nurcu” (!)
Bediî Faik imzasıyla kaleme alınmış bir makalede de “Nurcu” profili nasıl anlatılmış, görelim:
“Rize’nin Pazar ilçesinde Said-i Nursî Cemiyetine mensup bir iki din propagandacısı yakalarlar. Bir tanesinin evine de hesaplı bir baskın yapılıyor. Bir de ne görsünler: Bir Kur’an-ı Kerim cildinin arasında Stalin’in boy boy resimleri yok mu?
Stalin ki, bir Allahsızlar rejiminin kızıl şefiydi; onun resmini Tanrı buyruğunun yanına yerleştirmek için, yalnız yobaz olmak yetmez; yalnız komünist olmak da kâfi değildir!.. Bunların her ikisini birbirine katarak ve üstüne de iğrençliğin bütün tuzunu biberini serperek yaşıyan bir “tip” olmak lâzım!
Said-i Nursî’nin, Süper Mürşid’in, Pilâvoğlu’nun veya bilmem ne oğlunun, etrafında mürid olarak dönenler işte bu tiplerdir!
İrticaın her şeyden önce, kominform emellerine hizmet eden bir kara-kızıl belâ olduğunu savunanlara yersiz bir telâşını damgasını yapıştırmak isteyenler, Pazar ilçesindeki Stalinli Kur’an-ı Kerim cildinden utanmalı, hattâ çarpılmalı değil midirler?
Bir sabah gazetesi, ne mal olduğu pek malûm başmuharririnin ağzından, Milliyetçiler Derneğini savunduğu gibi, ihtimal şimdi de Stalinci Nursî’leri övmeye kalkışacaktır. Öyle ya, Stalin’in tasvirini Kur’an-ı Kerim içersine koymakla, bu biçare Nurcu’nun o kızıl şefi ıslah etmek istemediği ne malûm?” (18 Nisan 1953, Dünya)
Anlatılan şeyin akıl alır bir tarafı olmasa gerek… Hayatını Stalin gibilerin başını çektiği dinsizlik akımıyla mücadele üzerine kurgulamış birinin ve onun talebelerinin Kur’an-ı Kerim arasına Stalin fotoğrafı koyması mümkün mü? “Yorumsuz” deyip geçilmesi gereken bir vakıa… Ama o günlerde bu tür şeyler ciddi ciddi yazılmış ve kamuoyu böylesi yalan-dolan ve iftiralarla etkilenmeye çalışılmış.
Moskof için çalışan gizli fesat teşkilatı: Nurculuk (!)
Yukarıdaki makaleye benzer bir makale daha… Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’a göre ise, Nurculuk öyle bir “gizli fesat teşkilat”mış ki, gayesi milleti Moskofluğa peşkeş çekmek imiş. İbretle okuyalım:
“Nurculuk adı altında yürütülen fesat ve kundaklama teşkilâtı hakkında Isparta Cumhuriyet Savcılığı bir müddetten beri tahkikat yapıyordu. Bu tahkikat sona ermiştir. Ortaya çıkan neticelerin dehşetine bakınız ve bize lütfen söyleyiniz: Bu nevi yeraltı kıpırdanmalarına karşı gazetemizde yıllardan beri devam eden ikaz neşriyatı yerinde mi, değil mi? Endişelerimizde ve ikazlarımızda ne kadar haklı olduğumuz resmen belli oldu mu, olmadı mı?
Gizli fesat teşkilâtının gayeleri ne? Türlü türlü nikaplar sokarak vatandaşları aldatmak, gerilik hislerini ateşlemek, bizi Garp âleminden ve müşterek emniyet sisteminden ayrı düşürmek, tek başımıza bırakılmış, basiret hislerimiz felce uğramış bir halde Moskofluğa peşkeş çekmek...
Nurculuk bu istikamette çalışan teşkilâttan biridir. Bununla elele iş gören diğer buna benzer teşkilât mevcut olduğunu esefle görüyoruz. Kürtçülük silâhiyle ayrılık yaratmağa çalışanlar da dahil olduğu halde, yeraltı şer kuvvetlerinin hepsiyle ilgili bir haldedir. Biri, diğerini besliyor, birinin bıraktığı yerden diğeri faaliyetlere devam ediyor.” (19 Temmuz 1954, Vatan)
“Mukaddes cihat” eşittir “Kemalist mücadele” (!)
Yerel “Isparta” gazetesinde “Bediüzzaman ve Müritleri” başlıklı bir makale yayınlanmış, bunu da Vatan gazetesi sayfalarına taşımış. Bu makaleye göre Eğirdirli gençler, dindarlara karşı “mukaddes bir cihat” açmışlar. Bu ise, “inkılapçı gençlerin, Kemalistlerin mücadelesi” imiş. Okuyalım:
“Eğridirli gençler; Atatürk düşmanları ile, inkılâp aleyhtarlarına karşı mukaddes bir cihad açmışlar; Bediüzzaman ve müridleriyle mücadele ediyorlarmış.
Bu, lâlettayin bir mücadele değildir. Bu, Türk milletini asırlar gerisine atmak isteyen mel’un zihniyetle; inkılâpçı gençlerin, Kemalistlerin mücadelesidir.
Atatürk, büyük eserini gençliğe emanet etmişti. İşte gençlik, devraldığı mukaddes eseri titizlikle koruyor. İnkılâp cephesinde gedik açmağa yeltenen yobazlara karşı şahlanmış bulunuyor.
Eğridirli gençlerin açtığı cidale, vakit kaybetmeden biz de katılmalıyız. Çünkü Bediüzzamanın, Eğridirde olduğu gibi Isparta ve köylerinde de müridleri vardır. Kısa fasıla-larla uzun yıllar Ispartada ikamete mecbur edilmesi, ona bu müridleri kazandırmıştır.”
Bediüzzaman’a göre “kadın şeytan” imiş (!)
Makale devam ediyor ama dikkat çekmek için araya girelim. Bediüzzaman “müritleri”ne “kadının şeytan olduğu fikrini, daha doğrusu fikirsizliğini empoze ediyormuş.” Şimdi devam edelim:
“Yobazların düşmanlığı yalnız kılık, kıyafete inhisar etmiş olsaydı, üzüntümüz büyük olmazdı. Ama her işte bu mel’un, geri zihniyet karşımıza dikiliyor. Daha geçenlerde bir köy halkının, köylerine ilkokul yaptırmamak için adetâ ayaklandıklarını duyduk. Bediüzzaman taraftarları ile dolu bir köydü bu.
Atalarımız ‘Beterin beteri vardır’ demişler. Yalnız okul yapılmasına mı muhalifler? Hayır. Yalnız şapka değil, takke mi istiyorlar? Hayır. Yalnız müsbet ilime mi boykot ilân ettiler? Hayır. Yalnız hilâfet hasretiyle mi yanıp tutuşuyorlar? Hayır. Daha başka şeyler de istiyorlar. Kendilerine kadının şeytan olduğu fikri, daha doğrusu fikirsizliği empoze edilmiş. Bu yüzden karısını, yuvasını terkeden bedbahtlar görülüyor. Bunlar Türk milletine medeni milletler seviyesinde itibarlı bir mevki sağlayan Atatürk inkılâbına suikast hazırladıkları gibi, içtimaî nizamları da altüst etmek istiyorlar.
Bu faciaya daha uzun zaman seyirci kalamayız. Faaliyet sahasının genişleyip, müridlerin çoğalmasına göz yumamayız.” (27 Ekim 1954, Vatan)
Üniversitede mescit açtırmak isteyen Nurcu öğrenciler
Ankara Hukuk Fakültesi’nde mescit açtırmakla ilgili bir haber Akşam gazetesinde yer almış. Yazının başlığı şöyle: “Nurcular mescit açtırmak için imza topluyor.” Haberde yer alan şu bölümü okuyalım ve görelim o günkü medyanın Müslümanlara bakışını:
“Hâlen Hukuk Fakültesi öğrencilerinin büyük bir kısmı yurdda bir ‘mescit’ kurulmasına muhaliftirler. Bu öğrenciler Cebeci semtinde birkaç camiin bulunduğunu hatırlatarak ‘ibadet etmek isteyenler buralara gidebilirler. Üstelik aramızda gayrimüslim olanlar da var. Bunlar da kilise veya havra kurmak isterlerse, Fakültenin durumu ne olur?’ demektedirler.
‘Mescit’in açılmasını isteyen öğrenciler ise traş olmaya pek özen göstermeye ve yurt binasında ekseriyetle pantolon yerine pijama giyerek gezinen gençlerden müteşekkildirler. Bu öğrenciler “Mescitte günahlarımızdan temizleniyoruz” fikrini savunmakta ve hemen hemen hepsi yurdun muhtelif yerlerinde “Mescit” kapalı olduğu için uzun uzun namaz kılmaktadırlar. Arkadaşımız bu grupa dahil öğrenciler tarafından hırpalanmış ve fakat mescitin kurulmasını istemeyen diğer öğrencilerin yardımı ile kaçmaya muvaffak olmuştur.” (13 Mayıs 1958, Akşam)
Dönemin yazarı Bülent Ecevit’in “Nurculuk hareketi” korkusu
Gazeteci bir geçmişe sahip, “birkaç dönemin başbakanı” Bülent Ecevit’i o günlerde bir “Nurculuk korkusu” sarmış ve bunu bir yazısında dile getirmiş. Makalenin ilgili bölümü şöyle:
“Bazı çevrelerdeki irtica kıpırdanışlarının gitgide daha belirti ve saldırgan hâle geldiğini görmek, bütün devrimci Türklere kaygı veriyor.
Bu kıpırdanışlarda, Demokrat Partinin, müsamaha sınırlarını aşıp gizli ve açık teşvike kadar varan tavizci ve istismarcı politikası büyük rol oynamıştır. O yüzden, adalet cihazı bile, ancak bazı devrimci yurttaşların ihbar ve ısrarı üzerine hareket geçebilmiştir. Fakat adlî işlemin ne yönde geliştiğinden yurttaşlar habersizdirler. Çünkü, iktidar partisini güç duruma düşürebilecek her dâva konusunda olduğu gibi, bu konuda da gizlilik kararı vardır.
(…) Acaba Ankara Cumhuriyet Savcısı, meselâ Nurculuk hareketinin son tehlikeli belirtileri hakkında, bu hareketle ilgili davalar hakkında hiçbir şey duymamış, birçok gazete ve dergilerin bu konuda yayınladıkları haber ve yazıları okumamış mıdır? Yoksa Ankara Cumhuriyet Savcısının “İnkılâplara sadakat” ölçüsüne göre, bütün bu kıpırdanışlar “inkılâplara sadakatsizliğe delâlet” etmekten uzak mıdır?” (24 Mayıs 1958, Ulus)
Bülent Ecevit, Ulus gazetesinde “Nurcular ve İktidar” başlıklı bir makale daha kaleme almış. Makaleden bir bölüme yer verelim:
“Bir Said-i Nursî vardır: Maddî varlığını maşlah, sarık ve şemsiye altında ve lüks otomobil karoserilerinde gizleyerek ulûhiyete ermeğe çalışan bu kimsenin dinî görüşleri, Kur’an yorumları bazılarınca değer taşıyabilir; ama bu görüş ve yorumlarını yayarken kanunların yasak ettiği yollara başvurduğu, siyasî maksatlar güttüğü, dini siyasete alet ettiği, memlekette 31 Mart Vakasından beri türlü örnekleri görülen tehlikeli tahriklerde bulunduğu, hattâ yurt dışından da kuvvet alarak rejim değiştirmeğe çalıştığı, üstelik bu yöndeki çalışmaları sırasında Devletin adliye cihazına ve emniyet kuvvetlerine açıktan meydan okuduğu, kendi bastırıp dağıttığı yazılı vesikaları ile ortadadır.” (12 Ocak 1960, Ulus)
Keçisini satarak Bediüzzaman’ın resmini alan köylü (!)
Cumhuriyet gazetesi, Bediüzzaman’ın Fatih Camii avlusunda çekilmiş bir fotoğrafını yayınlayarak, o resmin 50 liraya satıldığını yazmış. O günkü gazetelerin 15-25 kuruşa satıldığı dikkate alınırsa o rakamın bugün 150-200 liraya tekabül ettiğini söyleyelim ve bir köylünün o resmi almak için keçisini sattığını ibretle ve tebessümle okuyalım:
“Saidi Nursî’nin resimleri Eskişehirde el altından 50 şer liraya satılıyor. ‘Gençlik Rehberi’, ‘Risalei Nur’ ve diğer kitabları bir zümre tarafından dikkatle okunan ve bilhassa Afyon, Emirdağ havalisinde talebeleri bulunan Saidi Nursi’nin kartpostal büyüklüğündeki resimleri şehrimizde 50 lira ve daha yüksek fiatlarla el altından satılmıştır. Resmi satanlar, Hazretin bu resminin Eyüb Sultanda çekildiğini ve mübarek olduğunu söylemektedirler. Sırtında ceketi olmayan bir köylü bugün keçisini satarak bir resim almıştır.” (1 Ekim 1958, Cumhuriyet)
“Said Nursî yalancı peygamberdir” iftirası
60’lı yılların başında bir iftira kampanyası başlatılmış ve Bediüzzaman Said Nursî’nin “yalancı peygamber” olduğu, talebelerinin onu öyle lanse ettikleri söylenmiş. Önce İstanbul Teknik Üniversitesi Talebe Birliği’ne mensup “devrimci” gençlerle ilgili bir haberi okuyalım:
“Üniversite ve gençlik teşekkülleri, doksanüç yaşındaki “Yalancı Peygamber” Bediüzzaman Saidi Nursî’nin İstanbul’a gelip gidişi sırasında aleniyete dökülen Devrim düşmanı hareketleri tel’in etmişlerdir. Gençlik teşekkülleri bu konu ile ilgili bildiriler yayınlamış ve Atatürk ve Devrimlerin bekçisi olan gençliğin, aleniyete dökülen devrim düşmanı hareketler karşısında yetkili makamların tedbir almakta gecikmelerinden büyük üzüntü duyduklarını ifâde etmişlerdir.” (4 Ocak 1960, Dünya)
Ertesi gün dönemin meşhur yazarlarından Falih Rıfkı Atay da kaleme sarılmış ve “yalancı peygamber” iftirasını allayıp pullamış. Yazının başlığı “Atom çağında Nursî.”
“Bu kadar yalan içinde bir yalancı peygamber az bile. Demokrasi dediğimiz dörtte üç yalan. İnsan hakları ve hürriyetleri diye sarıldığımız yüzde yetmiş beş yalan. Oy verecek halk değil mi? O da cahil değil mi? Al yalanı vur yalana! Doğrusunu üniversite profesörü veya diplomalısı aydınlar mı anlayacaklar? Topu bir araya gelse kaç milletvekili seçer? Saidi Nursî’nin bile 600 bini var. Sandık başında toplansalar yirmi beş milletvekili. Bu sebepten o bir yerden kalktı mı, ne uğurlama yasağı, o bir yere kondu mu, ne karşılama yasağı, müritleri ile buluştu mu, ne toplantı yasağı! İsmet İnönü evinde kapalı kaldıkça polis böyle yasaklar olduğunu hatırlamaz dahi. D.P. liderine vilâyetlerden valiler kılavuzluğu ile ve parası nereden çıktığı bilinmiyen kamyon ve otobüslerle onbinler gelir. Hele ertesi sabah bu kalabalığın onda biri Kasım Gülek’i görmeğe çıksın da siz Türkiye’de kanunların nasıl işlediğini görürsünüz. (5 Ocak 1960, Dünya)
Dünya gazetesi aynı gün sayfalarında konuyu işlemeye devam etmiş:
“Müridlerinin ‘Peygamber’ diye tanıtmağa çalıştıkları Bediüzzaman Saidî Nursî’nin İstanbul’a geliş sebebi dün anlaşılmıştır. 600 bin ‘Nur Talebesi’ olduğunu hiç çekinmeden milletvekillerine gönderdiği mektupla açıklamış bulunan Saidî Nursî’nin İstanbul’a geliş sebebi, doğrudan doğruya Eyüp Camiini gezmek, türbeyi ziyaret etmek, bu arada da bazı camilere gitmekti. Ve kendisinin sözcülerinden biri olan Avukat Bekir Berk, gerek Eyüp Camiinde ve gerekse Fatih Camiinde gerekli tedbirleri aldırmıştı.” (5 Ocak 1960, Dünya)
Tarık Dursun K. Nur talebesi kılığında Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyarete gitmiş ve o günkü izlenimlerini kaleme almış. Konuyla ilgili bölüm aynen şöyle:
“Öğretmen: ‘Nur talebesi olmak da, Nurcu olmak da kolay değil’ dedi. ‘Evli olmayacaksın, evliysen karını boşayacaksın, şöyle edeceksin, böyle edeceksin. Yepyeni bir din belleniyor Nurculuk. Bediüzzaman’ı bir çeşit peygamber sayıyorlar. Risale-i Nur kitaplı bir peygamber. Müritleri, yoluna ölmeye hazırlar. Ne dilerse yaparlar onun için. İnanmışlar ki nasıl inanmışlar. Çevresinde çok sıkı tertibat almışlardır. Kuş uçurtmazlar.” (6 Ocak 1960, Dünya)
İftira kampanyasıyla ilgili daha pekçok yazı ve haber var. Birini daha vererek yetinelim. Bu makalenin yazarı ise meşhur Yakup Kadri Karaosmanoğlu:
“Daha şimdiden Saidi Nursi’ye Peygamber diyenler çıkmıyor mu? Bu adam, daha şimdiden, ‘Kur’anın eksik kalan yerlerini tamamlıyorum’ iddiasında bulunmağa başlamadı mı? C.H.P. Genel Başkanı dinin siyasete âlet edilip edilmemesi meselesinde bundan daha kesin nasıl bir sarahat bekliyor? Onun tabirini kullanarak diyeceğiz ki, “görünen köye kılavuz” ister mi?” (17 Ocak 1960, Ulus)
Milyonları aşan nakit ve gayrimenkul sahibiymiş (!)
Bir sepetlik dünyalığı olan, kırk yamalı cübbe ve şalvardan başka giyeceği olmayan Bediüzzaman’a öyle bir iftira atılmış ki, insan şaşırmadan edemiyor. Vefatının ertesi günü çıkan Vatan gazetesinin haberi şöyle:
“Öğrendiğimize göre, Nurcubaşı Saidi Nursî’nin tek varisi Konya’daki kardeşidir. Kendisinden küçük olan kardeşi Konya İmam-Hatip Okulunda öğretmenlik yapmaktadır. Saidi Nursî’nin milyonları aşan nakit ve gayri menkulünün kardeşine kalacağı anlaşılmaktadır.” (24 Mart 1960, Vatan)
Akşam ve Cumhuriyet gazeteleri daha insaflı. Onlara göre “Said-i Nursî’nin üzerinden 40 bin lira çıkmış.” (24 Mart 1960)
Oysa gerçek ertesi gün ortaya çıkmış, hem de aynı gazetelerde... Adeta kendi kendilerini yalanlamışlar. Tereke hâkimi, Bediüzzaman’ın mal varlığını şöyle tespit etmiş:
“15 lira bozuk para, bir saat, bir pusula, bir ibrik, bir leğen, iki pamuklu seccade, bir cüppe, şalvar, bez kuşak, bir baş yaşmağı, bir çift çorap, üç adet de mendil. Ayrıca bir sepet içerisinde bir çaydanlık, bir kaşık, bir cezve ve bir de çay bardağı bulunmaktadır. Bir de eski Türkçe basılmış takvim bulunmuştur.”
15 lira “bozuk para” da eşyaların Konya’da öğretmen olan kardeşi Abdülmecid Efendi’ye gönderilmesi için posta masrafı olarak kullanılmış.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.