Kadir AYTAR
Küresel Kölelik Düzeni ve İslam Dünyası
İnsanlık; vahşet ve bedevilik, memlukiyet (zenginlerin hâkimiyeti, kölelik), esirlik, ücretlilik, malikiyet ve serbestiyet gibi beş devirden geçti ve halen de geçiyor.[1]
Felsefe yolu eneyi aslî, müstakil ve hakiki malik zannettiğinden, enenin bu siyah yüzü ve hayvanî duygular dalında, türlü türlü şirkler, dalaletler ve putperestlikler; öfke ve gazap dalında firavunlar ve nemrutlar; akıl kuvveti dalında da ahireti inkâr eden materyalist felsefeciler ortaya çıkmıştır.[2] Bu da zulmü, cehaleti ve sefaleti artırmıştır.
İnsanları sefaletten, zalimlikten ve cahillikten kurtaracak olan tek yol nübüvvet yoludur. Bu yolda ene, Halıkın sıfatlarını anlamak için bir mizan ve bir mikyastır. Vücudu aslî değil, tebeîdir yani Yaratıcısına bağlıdır. Bu bağlılığın sonucu, kâinat bahçesinde dal budak salan nurlu tuba ağacı, insanlığa rehberlik eden enbiyalar, evliyalar ve sıddıklar gibi mübarek meyveleri [3] ve iki dünya saadetini netice vermiştir.
İnsanlık, katil, vahşi, gözü dönmüş, zalim israilin yaptıklarına bakılırsa, bir yönüyle vahşet ve bedeviyet devrini yaşıyor, bir yönüyle dünya ticaretini ele geçiren zenginler, istedikleri gibi fiyatları yükselterek fakir ve orta halli insanları, meftun oldukları malları alabilmeleri için gönüllü esir ve köle gibi çalıştırılıyor, bir yönüyle de görünüşte hür ve serbestlik algısıyla hayâlî bir hürriyet adı altında insafsızca sömürülüyor.
Netenyahu, sadece bir maşalık ve tetikçilik görevini görüyor. Perde arkasındaki dessas küresel güçler, asılsız arz-ı mevud efsanesine dayanarak dünyayı ve insanlığı, kendi kirli nefsânî emellerine ve enaniyetlerine göre şekillendirmeye çalışıyorlar. Süper devletler de dâhil, birçok devletin başlarına ve stratejik mevkilerine gelen adamların çoğu, bunların mutî birer köleleridir. Halk, bunları kendilerinin seçtiklerini zanneder ama önlerine konan adayların ağa babalarının kimler olduklarından haberleri bile olmaz. Darbe ile gelenleri ise, halk bilir ama onların da çaresizlikten ellerinden bir şey gelmez.
Dessasların bu yönetim şekline, despotizm ve istibdattan başka bir şey denemez. Bu açıkça hürriyet düşmanlığıdır, son derece ilkel ve vahşi bir yönetim şeklidir.
İstibdadın İslam dünyasına maddi ve manevi anlamda, birçok hastalıklar, yıkımlar ve esaretler getirdiği herkesin malumudur.
İslam terbiyesinin hâkim almadığı toplumlarda istibdat, sadece devletle sınırlı kalmaz, aileye, eğitim-öğretim kurumlarına, işyerlerine ve sokaklara da sirayet eder. Bu nefsin akla, babanın ailesine, hocanın talebesine, patronun işçisine tahakküm/zorbalık etmesi şeklinde tezahür eder.
Zorbalar, kendi fikrinden başkasını beğenmeyen ya da itibar etmeyen, başına buyruk, görgüsüz, kültürsüz, cahil, nasihat kabul etmeyen, hiçbir hak ve hürriyetlere riayet etmeyen, varsa yoksa kendi sınırsız isteklerini tatmin etme ve gücü elinde tutma emelinde olan kimselerdir.
Zorbalık, yaratılışa tamamen ters olan, kişilikleri bozan, insanı acımasızlığa, keyfi muameleye ve suistimalâta sevk eden, kısacası, insanlığı mahveden,[4] özellikle İslam toplumlarını sefalet derelerinin en aşağısına iten, zillete düşüren, düşmanlıkları körükleyen, araya ayrılık ve fitneler sokan yani bütün kötülüklere kaynaklık eden,[5] çok nazdar ve nazenin hürriyeti inciten insanlık dışı bir davranış biçimidir.
Allah, insanı hür yaratmıştır. Kendisine iman etmekte bile hür bırakmıştır. İnsan hür iradesi ile iman ederek Yaratıcısına olan sımsıkı bağlılığını ve bağımlılığını kâinata ilan etmiş olur. Kâinatın sahibi ve her şeye gücü yeten Kadîr-i Zülcelale iman, insanı önce nefsine, sonra da başkalarına kul köle olmaktan kurtarır ve gerçekten hür yaşamasını sağlar. Allah’tan başkasının minnetini almayan, sadece O’na güvenen ve sadece O’ndan güç alan insan, fâni olan şeylere boyun eğmediği gibi, kâinata meydan okuyacak kadar da cesur olur.
Böyle bir insan, hakkı üstün tutmada, şerefli bir hayat sürmede, insanlığın yararına işlerde koşmada hiçbir engel tanıyabilir mi? Elbette tanımaz. Enbiyalar, evliyalar, sıddıklar bunu yapmışlar ve bizlere de hüsn-i misal olmuşlardır.
Bediüzzaman’ın; “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam”[6] sözü, bu zamanın hak ve hakikat peşinde koşan imanlı insanlarının en büyük şiarı olmalıdır.
Hayvanlıktan gelme, şeytanın istibdadı ve nefs-i emareye esir olmak anlamına gelen, sefahet ve rezaletin hürriyeti diye bir şey olamaz. Asıl hürriyet, şeriat adabıyala edeplenen ve süslenen hürriyettir.[7]
İstibdat, hürriyete hayat hakkı tanımaz, yetenekleri bastırır, gelişime fırsat vermez, kullanıma elverişli cahil ve kişiliksiz insanları sever.
Müstebit/zorba, her an, toplumun kontrolünden çıkmasından ve menfaatlerinin kaçacak olmasından korkar ve bu korkuyu yenmek için de zulmeder, öldürür, yakar, yıkar. İnsanlara, istibdadın çirkin ve acı yüzünün ceremesini çektirir.
Bu nedenle hürriyet, toplumda “ben” değil, “biz” bilinciyle şekillenmeli ve “ne kendine ne de başkasına zararı dokunmamak” ilkesine dayanmalıdır.[8] Allah Resulü; “Kendisi için sevdiğini başka bir mümin için sevmedikçe gerçek mümin olamaz”[9] diyerek bunun içine sevgiyi de katmıştır.
İslam, sorumluluk yüklediği insanlarda, hür olmaları ve akıllı olmaları şartlarını arıyor. Bu da hürriyetin imanın bir şubesi olduğunu gösteriyor. Akıl hür olursa, iyi çalışır. Kalp de muhabbetle dolarsa, istibdadın kapısı kapanır. Dolayısı ile hürriyet insana, Allah’a bağlanma, O’na ibadet etme ve şükretme bilincini kazandırır.[10]
Günümüzde çeşitli oyunlar ve algı operasyonlarıyla hak ve hakikati algılama, serbestçe düşünme, hissetme, seçme ve hayal kurma gibi hürriyetler, fark ettirmeden, uyutarak, bazen de seve seve, insanların ellerinden alınıyor. İnsanlık dışı bu uygulamalar, insanlığın gelişiminin önüne geçiyor. Kendilerini imtiyazlı sayan şer güçler, “ne olursa olsun, bütün insanlar bize hizmet etsin” mantığından hareketle her türlü hileyi ve teknolojiyi kullanıyorlar.
Ama biz her zaman hakkın galip geleceğine inanıyoruz. Zulüm, fitne ve fesat ilelebet devam etmez. Elbette herkesin hukukunun mahfuz kalacağı ve meşru hareketlerinde şahane serbest olacağı günler de gelecektir.[11] Biz buna iman ediyor ve bunun için gayret gösteriyoruz.
İslam dünyası, hürriyetin bahşettiği hakiki şûrâyı yani meşvereti terk ettiklerinden, geri kalmışlar ve müstebitlerin kurbanı olmuşlardır. Halbuki Asya kıtasının geleceğinin miftahı/anahtarı meşveret ve şûrâdır. Ayaklarına vurulmuş olan çeşit çeşit istibdat zincirlerini kırıp kaldıracak ve gaflet tabakalarından uyandıracak olan tek çarenin, “hürriyet-i şer’iye” olduğu[12] göz ardı edilemez bir gerçektir.
Hürriyet sorumluluktur, fazilet işidir. Fazilet insanı imanlı ve hür yapar. Fazilet sahibi kendisine yapılmasını istemediği bir şeyin başkalarına da yapılmasına müsaade etmez. Kendisi ne köleliğe ne de efendiliğe talip olur. İnsanca yaşamanın peşindedir. İman bağıyla Kâinatın Sultanına bağlı olan bir insan, başkalarına boyun eğmez ve başkalarının sınırına da tecavüz etmez. Dolayısı ile iman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet de o derece parlayacaktır.”[13] Milletin hâkimiyeti anlamına gelen meşrutiyet ve hür idare, insanları şevke getirip yüksek hissiyatını uyandıracaktır.[14]
Şeriat, bu âleme istibdadı ve zalimane tahakkümü ortadan kaldırmak için gelmiştir.[15] Çünkü istibdat, bütün kuvvetini ihtilaftan alır, şevk ve gayretleri kırarak ümitsizlik ve tenbelliğe sebep olur.[16] “Şeriat-ı Garra, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emarenin istibdad-ı rezilesinden selametimiz, İslâmiyete istinat iledir, o hablülmetine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdat iledir.”[17] Yani istibdadın başını kesecek olan tek kılıç, iman kılıcıdır.
Bu nedenle heva ve heves peşinde koşmak yerine kendi değerlerimize sahip çıkıp sorumluluk almak, dünya için dini meseleleri terk ve feda etmemek, diyanet zaafiyetinden kaynaklı kalp hastalığından manevi takviyelerle bir an önce kurtulmak gerekiyor.[18]
Küresel güçler, bilgi, para, güç, sanayi ve teknoloji silahıyla bütün dünyayı manevi baskıları altında eziyorlar. Bunu önlemek için, İ’lâ-yı Kelimetullah ile mükellef olan Müslümanlar olarak Peygamber Efendimizin (asm) “düşmanın silahıyla silahlanın” emri çerçevesinde, fen ve sanat silahını kuşanarak yani zenginleşerek, en ileri bilgi ve teknolojilere sahip olarak, dini meselelerden taviz vermeden, fikir ayrılıklarını da ortadan kaldırarak cihat etmeye mecburuz. Bu nedenle, başta aile olmak üzere bütün eğitim kurumlarımıza büyük işler düşüyor.
Cihat, iyi bir eğitimden geçmekle olur. İyi bir eğitim de hür ve serbest ortamlarda gerçekleşir. Böyle bir ortamda kalpler parlar, akıllar keskinleşir.[19] Zaten insanın asli vazifesi, yeryüzünün halifesi ünvanıyla ve sayısız kabiliyetleriyle ilim öğrenmek, öğrendikleriyle amel etmek ve Yaradanına dua ile kulluk etmektir.[20]
İnsan, kulluk bilincinden uzaklaştıkça, hem kendisine, hem insanlara, hem de bütün varlıklara karşı zulüm işlemiş olmaktadır. Bir de buna gurur, inat, kendini beğenmişlik, bencillik gibi habis duygular eklenirse, bugün katil ve vahşi israilllilerin Gazze ve Lübnan’da yaptıkları gibi, insanlığın havsalasının alamayacağı dehşette zulmü genişlemekte,[21] şer ve tahrip cihetinde nihayetsiz cinayetler işlemektedir.[22] Böyleleri, insanları kendilerine bağımlı kılmaktan, sınırsız güç uygulamaktan, sömürmekten, çalmaktan, acı çektirmekten zevk almaktadırlar.[23]
Saadetin ve hürriyetin kaynağı şeriattır. Şeriat insanın kullanım kılavuzudur. Kılavuzun dışına çıkmak insanı bozar ve hasta eder. Dünyayı ateşe verecek kadar hasta ruhlu insanların şerlerinden kurtulmanın yegâne çaresi Kur’an’a ve Sünnete sımsıkı sarılmaktan geçer. Ayrıca bu mazlum ve mağdur milletleri, zalimlerin tasallutundan kurtaracak ve hürriyetlerine kavuşturacak olan esaslar; şeriat dairesinde kalplerin ittihadı, milli muhabbetin tesisi, kaliteli bir eğitim, çok sıkı bir çalışma ve sefahati terk ile olacaktır.[24]
[1] Nursi, Said, Sözler Lemeât, s: 962
[2] Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, Şemme, s: 261
[3] Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, Şemme, s: 261
[4] Nursî, Said, Münâzarât, s:15
[5] Nursi, Said, Münâzarât, s. 15
[6] Nursi, Said, Emirdağ Lahikası, s. 51
[7] Nursi, Said, Münâzarât, s. 35
[8] Nursi, Said, Münâzarât, s. 35
[9] Hadis-i Şerif
[10] Nursî, Said, Münâzarât, s. 37
[11] Nursi, Said, Münâzarât, s. 36
[12] Nursî, Said, Hutbe-i Şamiye, s. 52
[13] Nursi, Said, Münâzarât, s. 38
[14] Nursi, Said, Münâzarât, s. 16
[15] Nursî, Said, Divan-i Harb-i Örfî, s. 18
[16] Nursi, Said, Volkan, 1 Nisan 1909
[17] Nursî, Said, Divan-i Harb-i Örfî, s. 50
[18] Nursi, Said, Divan-i Harb-i Örfî, s. 51
[19] Nursî, Said, Münâzarât, s. 21
[20] Nursî, Said, Sözler,s. 503
[21] Nursî, Said (2000), Beyanat ve Tenvirler, s. 84
[22] Nursî, Said (2007), Sözler, s. 511
[23] Fromm Erich (1998), Özgürlükten Kaçış, s. 131, Çev.: Selçuk Budak, Öteki Yay., Ankara.
[24] Nursî, Said, Beyanat ve Tenvirler, s. 21
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.