Erdem AKÇA
Kureyş Suresi Ekseninde Üretim, Ticaret ve İnanç
Vahiyler, kâinatın yaratılış sistemini, temel kanunlarını ve ontolojik hikmetlerini öğrettiği ve gösterdiği gibi kâinat ağacının meyvesi olan insanın bireysel ve sosyal varlık sebebini, bu iki boyuta ait sabit kanunları da bildirmektedirler. Evrensel kanunlar ile insana ait kanunları İslam dini, “sünnet” adı altında ele alır. Bu iki boyuta ait kanunları Said Nursi, Kızıl Îcaz isimli mantık kitabında şöyle özetler: “Kur’an, tebdil ve tahvili mümkün olmayan fıtrattaki sünnetullahın timsalidir. Kur’an bu yönleriyle insan-ı ekber olan kâinat için bir mantık-ı a’zam olduğu gibi bu mantığın kuvve-i müfekkiresi de bir nevi alem-i asgar olan insandır. İki sünnet var: Sünnet-i kübrâ ve sünnet-i suğra. Sünnetullah, ‘sünnet-i kübrâ’ dır. Resulullah’ın hayatıyla sergilediği sünnet ise, ‘sünnet-i suğra’ dır. Ki kudsî, kavlî, fiilî ve takrirî 4 çeşidiyle sünnet-i suğra, âlem-i asgar ve âlem-i ekberde cereyan eden ve yayılan sünnet-i kübranın büyük bir tefsiridir.”[2]
Said Nursi, bu tespitleriyle kâinattaki geçerli kanunların tercümesi olan vahiylerin en azametli mantık olduğunu vurguladığı gibi bu muazzam mantığa tabi olmakla insanın akıl ve fikrinin istikameti elde ederek “hikmet” seviyesine yükseleceğine de işaret eder. Aynı zamanda vahyin gölgesinde insanın duygusal ve fiziksel hayatının evrensel düzene ayak uyduracak şekilde dengeye gelebileceğini, bu şekilde insanın kâinat ile bütünleşeceği tespitini yapar. İslam kelimesinin etimolojik olarak, barıştırmak manasında olması insan iradesi ile kâinatın ve kâinatta görünen İlahi iradenin bütünleşmesinin dinde bir hedef olduğunu gösterir. Binlerce yıllık tecrübeyle sabit olduğu üzere İlâhî iradeye muhalif toplumlar yaptıkları zulüm, israf ve ahlaksızlıklarıyla “helak” (tükeniş ve entropi) kanununa tabi olarak yeryüzünden silinip gidiyorlar.
İnsan Fıtratı ve Sosyal Hayat İhtiyacı
İnsanlığın fıtrat düzeninde var olan temel ihtiyaçlardan birisi “sosyal hayat” tır. Hz. Ali insan fıtratının sosyal boyutu hakkında şöyle der: “ مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسَهُ فَلَيْسَ مِنَ اْلاِنْسَانِ ِلاَنَّهُ مَدَنِّىٌ بِالطَّبْعِ
(Kimin himmeti ve odaklandığı şey yalnız nefsi ise, o insan değildir. Çünkü insanın fıtratı medenîdir.) İnsanoğlu medenî fıtratı gereği diğer insanları düşünmeye ve onlarla maddi ve manevi alışverişe mecburdur. Sosyal hayat içinde ancak şahsî hayatını devam ettirebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, çok sayıda ellere muhtaçtır. Biraz düşünmekle ihtiyacından dolayı o elleri hürmetle mânen öptüğünü göz önüne getirebildiği gibi giydiği elbise ile de çok sayıda fabrikayla ve dolayısıyla insanla alâkadar olduğunu idrak edebilir. İnsan, hayvan gibi sadece bir postla yaşamadığından, türünün diğer fertleriyle fıtraten alâkadar olmasından ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur olduğundan, fıtratıyla medeniyet-perverdir. Bu çerçevede şahsî menfaatine odaklı bir hale gelen ve böyle bir hayatı yaşayan bir kişi, insanlık fıtratından çıkar. Thomas Hobbes’un siyaset felsefesini anlatırken aktardığı Latin atasözü “homo homini lupus” (İnsan insanın kurdudur) mantığını bir insan hayat felsefesi yaparsa canavar bir hayvana dönüşür.
Üretim ve Ticaret
Sosyal hayatın kurucu unsuru temelde insanın beslenme, korunma ve üreme ihtiyacıdır. Herhangi bir insan bu ihtiyaçlarını tek başına teminde âcizdir. En azından üreme için karşı cinsine muhtaçtır. Sosyal hayat, insanın bütün temel fiziksel ihtiyaçlarını karşılamasına imkân sağlar. Bu temin aşamasında üretim ve ticaret hakikatleri bütün ağırlıklarıyla kendilerini gösterirler. Üretim hakikati tarım, hayvancılık ve madencilik şeklinde hammadde tedariki boyutuyla veya zanaat ve sanat şeklinde el işçiliği suretinde veyahut sanayi devrimi sonrası geçilen makineleşmeyle fabrika üretimi boyutuyla insanlık dünyasında gerçekleşmektedir. Ticaret hakikati ise, ya hammadde alım-satımı veya hammadde alıp mamul madde satımı veyahut mamul madde alım-satımı şeklinde cereyan etmektedir. Bütün dünya ülkeleri detaylarda farklı olmakla beraber üretim ve ticaret hakikatlerini bu şekilde fiilen yaşamaktadırlar.
Kureyş Sûresi’nden Üretim ve Ticaret’e Dair Tespitler
Kur’an insanın fıtrat haritasını detaylıca açar. İnsan fıtratının gereği olan sosyal hayatı, sosyal hayatın temel unsurlarından olan üretim ve ticaret boyutlarını tafsilatıyla ele alır. Özellikle Kureyş suresinde bu sahaya dair temel hakikatleri veciz şekilde işler.
- Ülfet Hakikati ve Ticaret Psikolojisi
Kureyş suresi üretim ve ticaretin dayandığı psikolojinin temelini “ülfet” (alışma, yabancılaşmadan kurtulma) hakikatini elde etmekle globalleşmek olarak gösterir. Bunu “Lî ilâfi Kureyş * Îlâfihim…” cümlelerinde ilk iki ayetinde iki kez tekrarlamakla ifade eder. İklim şartları gereği içine kapanık Kureyş halkının ticaret yoluyla, dış dünyaya ve diğer insan topluluklarına alışması, onlarla kaynaşması ticaret psikolojisi ve sosyalleşme psikolojisine dair Kureyş suresinin insanlığa verdiği ilk derstir. ا‘رْوَاحُ جُنُودٌ مُجَنَّدَة، مَا تَعَارَفَ مِنْهَا ائْتَلَفَ، وَمَا تَنَاغَرَ مِنْهَا اخْتَلَفَ (Ruhlar bölük bölük ordulardır. Onlardan birbiriyle tanışanlar bir birine ülfet eder, tanışmayanlar ihtilaf ederler)[3] şeklindeki sahih hadisi ile Hz. Peygamber (sav) ülfeti, ruhlar arası iletişim ve kaynaşma olarak göstermekle, ticaretin çerçevesinin fiziksel boyuttan ruhani boyuta varan bir süreç olduğunu ifade eder. Hadisteki “teârefe” fiili tanışmaları manasına gelmesiyle ülfetin zeminini gösterir. Teârüf, tanışma, bir birinin düşünce ve duygularını yakından müşahede etme anlamında olmasıyla ülfetin, muhatabına güven vericilikten beslendiğini gösteriyor. Bu hadis-i sahih insanlık dünyasının sosyal yapısını bildiren,
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ (Ey insanlar, Biz sizleri bir erkek ve dişiden yaratıp sonra tanışıp kaynaşasınız diye sizi ırklara ve kabilelere ayırdık. Yaratıcınız katında en değerli ve üstün olanınız, Onun yasakladıklarından en çok kaçınanınızdır. Hak bu ki Allah, her şeyin özünü bilen Alîm, her şeyin farkında olan Habîr’dir.)[4] âyetindeki “teârüf” vurgusunu şerh ederek insanlık dünyasının örf, irfan, kültür ve bilgi birikiminin paylaşımında ticaretin hayatî fonksiyonunu gösterir. Orta Doğu’da yüzyıllarca barış ortamını tesis eden Helenistik dönemin İpek Yolu ticaretinden beslenmesi, Kur’anın bu tespitini doğrulamakta olduğu gibi Endonezya, Malezya, Filipinler ve Tanzanya gibi Asya ve Afrika ülkelerinde İslamiyetin başlangıcının Müslüman tüccarlara dayanması da Kur’anın ticaret-inanç-tebliğ ilişkisine bir delil hükmündedir. Said Nursi ticaret vesilesiyle bu teârüf ve ülfet sistemi tam işletildiğinde sonraki ekonomik ve sosyolojik süreci şöyle ifade eder: “Tanışırsınız, yardımlaşırsınız ve bir birinizi severek yek-vücut hale gelirsiniz.” Eğer teârüf sistemi işletilmezse olacakları “Bir birinizi inkâr edersiniz, bir birinizle inatlaşırsınız ve bir birinize düşmanlık beslersiniz.”[5] olarak ifade eder. Bu düşmanlığın sebebini Hz. Ali cehâlet olarak okur ve şöyle der: [6]اَلْمَرْءُ عَدُوٌّ لِمَا جَهِلَ (Kişi bilmediğinin düşmanıdır.)
- Üretim ve Ticarette Süreklilik Hakikati
İnsan ihtiyaçları sürekli olduğu ve zaman içinde yenilendiğinden bu ihtiyaçları temin ve tatmin edecek üretim ve ticaret faaliyetleri de zaruri olarak süreklilik taşımalıdır. Bu ontolojik ve biyolojik temelle beraber insanın emek ve ticaret piyasasında tutunabilmesi, ekonomik faaliyetleri ile elde ettiği portföy ve ülfet halkasını muhafaza edebilmesi ve bâki kılabilmesi için ticaret âlemiyle temâsının süreklilik arz etmesi iktisad bilimi açısından da zaruridir. Kureyş suresi “Rıhlete’ş-şitâi ve’s-sayf” (Yaz-kış seferleri ve yolculukları) tabiriyle bu süreklilik hakikatini vurgular.
Arap dili ve edebiyatı kuralları çerçevesinde bir deyim olarak “Yaz-kış seferleri ve yolculukları” ifadesi ele alındığında bu cümlenin ruhu, tam manasıyla süreklilik olarak görünür.
Tarih bilimi perspektifinde cümleye bakıldığında ise Kureyş tüccarları, yaz aylarında kuzey ülkelerine doğru kervanlar teşkil ediyorlardı. Bu sayede İpek Yolu ticaretiyle bağlantı kuruyorlardı. Bilindiği üzere İpek Yolu ticaretinin bir kolu Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa içlerine devam ederken diğer kolu ise, Ortadoğu’dan geçiyor, o da Bizans ve Mısır’a uğrayacak şekilde iki kola ayrılıyordu. Kureyş tüccarları güney kolu ile temasa geçerek mal alıp satıyorlardı. Kış seyahatlerinde ise Kureyş tüccarları iklim şartlarının gereği güney ülkelerine gidiyorlardı. Bu şekilde Hindistan’dan başlayıp Basra Körfezi, Yemen Kıyıları ve Kızıldeniz’deki Akabe Körfezine uğrayarak Mısır’a ulaşan Baharat Yolu ile temas kuruyorlardı. Bu şekilde mal alıp satarak zenginleşmişlerdir. İskenderiyeli Ptolemy, meşhur ismiyle Batlamyus, Arabistan’ı 3 bölüme ayırır: “Arabia Petra (kayalık Arabistan), Arabia Deserta (Çöl Arabistan) ve Arabia Felix (Mutlu Arabistan).”[7] Batlamyus’un bu tasnifi, Kureyş tüccarlarının bu iki ana ticaret arterine bağlanmakla ekonomik manada refahı elde ettikleri gibi tearüf ve ülfet hakikatleriyle ruhlarını mesud edecek şekilde bir ruhani çerçeve de elde ettiklerine işâret eder. Kureyş halkının saadetinin sebebi, ticaret kervanlarıyla irtibatını sürekli tutarak kazancını daimileştirmesi, ayrıca yeni yeni dostluklar tesis etmesidir.
Âyetteki bu ifadeye Kur’an’ın cüz’î bir olayı bahsederek külli hakikatleri ifade etmesi çerçevesinde coğrafya bilimi açısından bakılırsa sıra dışı bir gerçekle karşı karşıya kalırız: “Kuzey Yarımküre ve Güney Yarımküre iklim farklılığı…” Coğrafya biliminin gösterdiği üzere 21 Aralık, Kuzey yarımkürede kış mevsimine ve günün en kısa zamanına tekabül ederken, Güney yarımkürede yazın en sıcak zamanı ve en uzun gününe tekabül etmektedir. Bu çerçevede “yaz-kış seyahatleri” ifadesi dünyayı bir global ticaret ağı haline getirme, bu iki yarımkürede yetişen tarım ürünlerini bir birine nakletme, iki yarımküredeki üretilen ham madde ve mamul maddeleri alıp satma şeklinde bir ticârî ufuk göstermektedir. Kuzey ve Güney arasındaki bu iklim farklılığı dünyanın şekline tabi olduğu ve değişmesi harikulade bir durum olmadan mümkün olmadığından Kur’an ticarî sürekliliğin bu boyutuna da işaret eder. Eğer Kureyş tüccarlarının kıtalar arası gemi seyahati veya hava yolu taşımacılığı imkânı bulunsaydı bu âyet çerçevesinde mutlaka kuzey ve güney yarımküre arası bir seyahati gerçekleştirirlerdi, diyebiliriz. Kuzey ve güney yarımküre iklim farklılığı, ülkeler arası zirâî işbirliğine, kullanılamayan tarım arazilerinin beraber ekilmesine imkân tanıyabilir. Bunu sağlayacak şekilde dünyada yeterli derecede iklim çeşitliliği var olduğu gibi aynı iklimin farklı kıtalarda ve yarımkürelerde görünmesi de bir gerçektir.
Mesela Akdeniz iklimi, Türkiye’nin güney ve batı bölgelerinde göründüğü gibi Etiyopya, Kenya, Güney Afrika Cumhuriyeti, Avustralya, Şili gibi ülkelerde de hafif farklılıklarla beraber görünmektedir. Kıtalar arası mevsim farklılıklarına rağmen ülkeler arası iklim ortaklıklarından zirai işbirliği ile istifade edilirse yaz meyve ve sebzelerinin, kış mevsiminde; kış meyve ve sebzelerinin yaz mevsiminde, sera ürünü olmadan, yeme imkânı ve ucuza temin fırsatı doğacaktır. Son yıllarda Türkiye, bu zirai işbirliğinden faydalanma manasında Afrika ülkelerinden Sudan ile tarım sahasında organize bir faaliyete girişmiş, Sudan’da kullanılmayan tarım arazileri Türkiye’nin tarım teknolojisi ile zirai faaliyetlere açılmıştır. Bu çerçevede “yaz-kış seyahatleri” ismiyle Kur’an global bir ticaret ağı sisteminin kurulması gerektiğine, bu konuda yatırımlar yapılmasına yönelik emir ve işarette bulunmaktadır.
- Açlık ve Korku Hakikatleri ve Çaresi
İnsan fıtratı, yaratılmışlığının zaruri neticesi olarak, âciz ve fakir yapıdadır. Yani hem varlık âlemine gelmesi, hem hayatına zarar verici sayısız şeye karşı kendini muhafaza etmesi boyutunda güç olarak yetersizdir. Hem varlık âlemine gelmeye ve onda hayatını devam ettirmeye muhtaç iken bu ihtiyaçlarını kendi başına tatmin konusundan yoksundur. Kur’anın net olarak bildirdiği üzere zâtî kudret ve servet her şeyin yaratıcısı olan Allah’a mahsustur. “İnsan zayıflık hakikatinden yaratılmıştır”[8] ve “Ey insanlar siz Allah’a karşı fakirlersiniz. O ise mutlak zengin ve mutlak övgüye layıktır”[9] âyetleri bu boyutları açar. İnsan âciz ve fakir, zayıf ve muhtaç fıtratı ile beraber geçmiş ve gelecek zamanı görüp algılayan, muhtemel risklerini fark eden aklı, yaşanan kayıpları hissettiren şuuruyla sayısız korku ve açlık içinde bocalar. Kureyş suresi bu noktada mâbudiyetin temelini gösterecek şekilde “ Fe’l-ya’budû Rabbe hâze’l-beyt * Ellezî et’amehum min cûin ve âmenehum min havf ( Sizi, sonsuz maddi ve manevi açıklardan alıp lezzetli gıdalarla doyuran, sizi sayısız korku ve tehditlerden kurtarıp size emniyet bahşeden Ka’benin Rabbine kullukta bulunun. Teşekkür ve minnetinizi Ona arz edin) der. Fil Vak’ası, âyetteki korkulardan kurtarılma olayına tarihî bir delil olduğu gibi; tarım ve hayvancılığa uygun olmayan çöl ikliminde yaşayan Kureyş halkının ticarete ülfet ettirilmesi, açlıktan kurtarılmalarına daimî bir delildir. Zaruri rızkın, Allah’ın uhdesinde olduğuna da bir şâhiddir.
Kureyş kabilesinin şahs-ı manevîsi planında ve tevhid boyutunda hakikat böyle tahakkuk ettiği gibi sebepler planında ve sosyal hayat çerçevesinde Rabbü’l-Âlemîn, peygamberler göndererek korku ve açlıkla baş edebilme yöntemlerini öğretmiştir. Mekke’de baskı ve açlık içinde yaşayan mağdur müslümanlara Hz. Peygamber’in (SAV) “Habeşistan’da, ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir kral vardır.”[10] demesi âyet çerçevesinde hicreti nebevî bir taktik olarak gösterdiği gibi Hudeybiye sulhu sonrasında Müslümanların emniyetini sağlama noktasında müşrik Huzâa kabilesi ile muahede imzalanması, Medine vesikasında Medine’nin muhafazası noktasında ehl-i kitap Yahudilerle işbirliği mukavelesi yapılması, Hendek harbinde Arabistan’da bilinmeyen, mecûsî kökenli Selman-ı Fârisî’nin öğrettiği İran savaş taktiklerinden birisinin kullanılması sünnetullah çerçevesinde “korkulardan emniyete yolculuk” şeklinin nasıl olacağına dair şifreler vermektedir. Buna mukabil Hayber Yahudilerinin ziraat konusunda teknik bilgilerinin olmasından dolayı onlarla yarıcılık şeklinde ortaklık yapılması,[11] susuz ve aç Medine fakir Müslümanlarının ihtiyaçlarının temini için vakıf müessesesinin kurulması, zekâtın en dar daireden tâ müellefe-i kulûb (kalpleri İslam’a ısındırılacaklar) grubuyla İslam dairesi dışındaki insanlara kadar geniş bir çerçeve ile farz edilmesi[12], zekâtın tamamlayıcısı mahiyetinde olan sadaka, infak ve hibenin Kur’an ve sünnette övgüyle teşvik edilmesi gibi hususlar açlık sorununa sünnet-i Seniyye ve Kur’andan getirilen çözümler olarak görünmektedir.
Dünya devletlerinin Bağdat Paktı, NATO gibi güven ve işbirliği hedefli oluşturdukları küresel yapılar ve organizasyonlar, nebevî bir yöntemin küresel izleridir. Bu çerçevede şahsî planda insan kişisel korku ve açlığı noktasında Rabbine istinad etmek ve ondan istimdad etmekle mükellef olduğu gibi, sosyal boyutta meseleye yaklaşıldığında ise insan İlâhî iktidarın bir aynası olan İslâmî bir idarenin çizdiği kanunlara itaat ve teslimiyetle dahil olup kendi ihtiyaç ve korkularını gidermekle mükelleftir. Bu noktada Kur’an, kamu hukukunu, “hukukullah”[13] olarak isimlendirdiği gibi, kamuya borç vermeyi de “Allah’a borç verme”[14] şeklinde mecazen kullanır. Bu çerçevede denilebilir ki bir “Hıristiyan Birliği” olduğu akademik camiada net olan ve Türkiye’nin üyelik sürecini uzatıp Hıristiyan Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, Yunanistan, Portekiz, Polonya gibi ekonomik durumu daha sorunlu olan ülkeleri kısa sürede bünyesine katan “Avrupa Ekonomik Topluluğu” gibi yapılara minnet etmekten Türkiye vazgeçmelidir. Türk devleti ve İslam ülkeleri “İslam Ülkeleri İktisadî Birliği” adı altında bir birlik kurulması, gümrük vergilerinin kaldırılması, “hakka” adıyla ortak para çıkarılması ve kullanılması, kuzey ve güney yarımküre ticaret akışının sağlanması gibi bir sistem inşasına çalışmakla kapitalizmin ve sosyalizmin dünya ekonomisine verdiği zararlarla mücadele edebilir. Bu şekilde İslam Birliği Ka’besinin kurulması İslam istikbali için hedeflenmelidir. İslam Birliği Ka’besi kurulursa, düşman saldırılarına karşı İlâhî bir himaye vaadi altına girildiğini de Fil Suresi ifade ediyor.
- Kureyş Lafzının Sembolik Yönü
Kureyş kelimesi, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın tefsirinde bildirdiği üzere Arapça’da, “kırş” kelimesinin tasgir halidir. Kırş ise, denizden karaya çıkan canavar manasındadır.[15] Bu yönüyle kırş, timsah demektir. Bu çerçevede Kureyş kelimesi, küçük timsah anlamına gelir. Timsah ise, sembol ve rüya ilminde, hased anlamındadır. Bu çerçevede Kureyş kelimesi, küçük timsah anlamına gelmesiyle hased duygusunun kök ve küçük hali olan “gıpta” duygusunu sembolize eder. Kureyş suresi bu sembolizmle, insanın ticari sürekliliğini körükleyici bir unsur olarak içinde küçük çaplı bir gıptayı taşıması gerektiğini ifade eder. Gıpta duygusu ve onun daha güçlü ve yırtıcı hali olan hased duygusu, İslam toplulukları arasında kullanıldığında yıkıcı olmasına mukabil, İslam düşmanlarına karşı kullanıldığında yapıcı ve geliştirici mahiyet sergiler. Said Nursi, istikbalin İslam’a ait olacağına dair bir öngörüde bulunduktan sonra bunun altyapısı mahiyetinde unsurları sayarken arada gıpta duygusunu da vurgular: “ İslamın sahip olduğu mukavemet edilemez üçüncü kuvvet: Asya'yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahette görmekten neş'et eden tenebbüh-ü tâm (tam bir uyanış) ve teyakkuz-u kâmil (mükemmel bir uyanıklık) ile mücehhez olan gıpta ve rekabet ve kîn-i muzmerdir (gizli kin).”[16] Ayrıca timsahın karada ve denizde avlanabilen geniş perspektifi işaret eder ki, kara gibi sabit ekonomik belirginlik durumlarında, deniz gibi dalgalı ekonomik belirsizlik durumlarında da ticarete devam edilmesi yönünde bir işaret taşımaktadır.
Bu çerçevede bakıldığında İslam dünyasının gelişim ve kalkınması, ekonomik manada refah ve saadete erişmesi, bir “İslamia Felix” konumuna gelmesi boyutunda Kureyş suresi, İslam âlemi dışındakilere karşı içinde olunması gereken hem ruh halini bir kelime ile şifreler, hem aynı kelime ile ticaret ve üretimde istikrarı tavsiye edip ümmet-i Muhammed’e (SAV) yol gösterir. Kur’anın vurguladığı ve Zebur’da vaad edildiği gibi “dünya ekonomik mirası İslam toplumlarının olacaktır.”[17] Bu gerçek, Asr-ı Saadet’te maddi savaş ve fetihlerle gerçekleştirildiği gibi, günümüz dünyasında da ekonomik ve güven işbirliği, İslâmiyetin gayb ve şehadet âlemlerine bakan hakkani hükümlerinin tatbiki, gerçek manada tebliğinin yapılması ve kalplerin İslam’la ülfetinin sağlanması şeklinde cehalet, fakirlik ve ihtilaflara karşı yapılacak manevi savaşların neticesinde elde edilecek fetihlerle tahakkuk edecektir.
[1] Bu makale 23-25 Aralık 2021 tarihleri arasında Dumlupınar Üniversitesi’nce düzenlenen “Gelin Tanış Olalım” mottolu İslam Ülkeleri Genç Bilim İnsanları Bilim, Kültür ve Sanat Kongresi’nde sunulan bildiri metnidir.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Kızıl Îcaz, Ahmed Akgündüz Tercümesi, s. 97-98.
[3] Buhari, Enbiya 2, Müslim, Birr 159, (2638), Ebu Davud, Edeb 19, (4834).
[4] Hucurât Sûresi, 13.
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat.
[6] Ali ibni Ebî Talib, Nehcü'l-Belâğa, s. 780.
[7] J. Forster, Historical Geography of Arabia, c.II, s.12-13.
[8] Rum suresi, 54.
[9] Fâtır suresi, 15.
[10] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 17.
[11] Belazurî, Fütuhu’l-Buldan, Hayber, Fedek ve Teyma’nın fethi.
[12] Tevbe suresi, 9/60.
[13] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-II, 149. Mektub.
[14] Hadid suresi, 11. Allah’a borç vermek, maddeten mümkün değildir. Kur’an ve Hz. Peygamber (ASM), vakıf müessesesinin bir çeşit Allah’a borç verme sistemi olduğunu ifade eder. (Bakara suresi, 2/245) Görünüşte vakfetmek, ümmete bir hibedir; fakat hakikatte Allah’a bir borç vermedir. İslam ekonomisi çerçevesinde bakılırsa, İlâhî kanunlarla yönetilen İslam devletine borç vermek de “Allah’a borç vermek” demektir.
[15] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Kureyş Suresş Tefsiri.
[16] Bediüzzaman Said Nursi, Muhâkemât, Birinci Makale/Unsuru’l-Hakikat, Dokuzunca Mukaddime.
[17] Enbiya suresi, 105.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.