Habibi Nacar YILMAZ
Lisan-ı hal mi, lisan-ı kal mi tesirlidir?
Yunus, ne güzel söylemiş:
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Yağ ile bal eder bir söz
Asrın Bedisi de "Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir. Hatta insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirlerine icra ettirmek için, en keskin silahını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-suz kuvvetini belağat-ı edadan alacaktır. İlim, belağat ve cezalet ahir zamanda bu kadar keskin bir silah olurken ben bu yazımda başka bir lisandan, dilden söz edeceğim. Bu öyle bir lisan ki bunda riya yoktur, insana batmaz, dikensizdir. Vurup kırmaz, yıkıp devirmez; laf cambazlığı bilmez. Yalanı, mübalağası yoktur. Hasbidir, derindir, daha tesirlidir" demiş.
Bunu anlatmak için, Saf suresinin 2. ve 3. ayetlerini bazen öğrencilerime hatırlatır, bazı sorular sorarım. Lisan-ı Hal mi, Kal mi daha makbuldür, tesirlidir. Hangisi sizi daha çok etkiler? Bu ayetlerde Rabbimiz şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz; yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok sevimsizdir (size gadap eder).’ Bu ayetlerin tefsirlerine, iniş sebeplerine baktığımızda müminlere şiddetli bir ikaz olduğunu, söylenenlerin ancak hayata tatbik edildiğinde sevimli hale geleceğini ve makbul olacağını anlarız. Bunun böyle olduğunu siyerde, tarihte, kendi hayatımızda pek çok örneklerde görürüz.
Hz. Peygamber (asm) tebliğinin ilk yıllarında, daha vahyin başlangıcında, mucizeler yokken etrafına delil olarak neyi gösterdi? Elbette ki kendi kendini, eminliğini, lisan-ı halini gösterdi. Güneş kendi varlığına delil oluyordu. Lisan-ı hali, eminliği ve bu konudaki dost ve düşmanın ittifakı, hidayete kapalı gönüllerde makes bulmayınca Ebu Cehil ve kardeşi Velit bu parlak burhan-ı tevhide ancak sihirbaz yaftasını çamur olarak atarak kendilerini tatmin etmişlerdi.
Veda hutbesinden sonra yeryüzüne dağılan sahabeler, dillerini bilmedikleri yabancı memleketlerde insanlara İlahi mesajı elbette lisan-ı halleri ile anlatarak bu muazzam davanın hamelesi ve temsilcisi oldular.
Eskiden İslam’a insanlar topluca dehalet ederdi. Şimdi ise ancak fert fert İslam’ı seçenler olmakta. O da çoğu zaman gördüklerinden değil de bir şekilde araştırıp duyduklarından ya da uzaktan araştırarak… Bunu bizzat yaşamıştım. Kıymetli dostum Şemsettin Türkan kardeşim bir zaman Trabzon’a Japon bir misafir göndermişti. Gezdiği yerlerde arkadaşlarla görüşüyor, İslam’ı araştırıyordu. Ben de bulmuşken bir şeyler anlatma heyecanı yaşıyordum. Bunu anladı ve yarım Türkçe’si ile şunu dedi: ‘Hocam, bana bir şey anlatma, sadece yaşayarak göster. Biz Japonlar bir şeyi görerek alırız ve etkileniriz. Şu ana kadar sizlerde gördüklerim beni çok etkiledi ama daha Müslüman olmadım.’ Bu kardeşimiz 6 ay sonra İslam’ı seçmişti.
Rivayetlerde vardır: Abdulhamit Han’dan İslam’ı anlatması için bir elçi isteyen Japonlar, bu elçinin yere tükürdüğünü görünce elçiyi geri gönderirler. Bu bizi dinden daha da soğutuyor, dininizi yaşayan, yaşadığını anlatan bir elçi istiyoruz, haberini de Abdulhamit Han’a iletirler. Bir yanlış hareketin menfi izini silmek adeta mümkün olmuyor. Yıkmak kolay olduğu için tamiri de o derece zor oluyor.
Risalelerde en çok geçen kelimelerden biri de lisan-ı haldir. Birinci Sözdeki ‘Bütün mevcudat lisan-ı hal ile Bismillah der’ ifadesi ve devamı emsalsiz bir kainat ve vezaif-i mevcudat okumasıdır. Ayrıca söz sanatlarının adeta gösteri yaptığı edebi bir metindir. Ağaçların dallarının ellere benzetilip o ellerin bir merhamet tarafından meyvelerle doldurulması ve bize uzatıp tablacılık etmeleri; her bir bostanın binlerce erzakı pişiren bir kazan oluşu, mübarek hayvanların birer süt çeşmesi tarzında Rezzak namına bize sütü takdim etmeleri, hiçbir edebiyat metninde bulamayacağımız hakikat besteleri ve şahane izahlardır. Lisan-ı hal ancak böyle izah edilir. Bütün mevcudatın Bismillah’a lisan-ı halleriyle yaptıkları bu güçlü şehadeti, hangi lisan-ı kal yalanlayabilir ve susturabilir? Bundan daha güçlü, doğru, susturulamaz, göz kapatılamaz lisan olur mu?
3. Şua’da mealen geçen ‘Lisan-ı kal derecesine gelen lisan-ı hal’ ifadesi ise izahın zirvesidir. Bu ifade mevcudatın vahdaniyete olan şehadetinin inkar edilemeyeceğinin şahane izahıdır.
Bir gün öğrencilerime ben 40 yaşındayım, inanır mısınız, diye sordum. Ağzımla diyordum ama inanmıyorlardı. Niçin? Çünkü lisan-ı halim benim yaşımın daha fazla olduğunu söylüyordu. Halinden üzgün olduğunu gördüğünüz birisinin, bir şey yok ifadesine değil de haline itibar eder, bir sıkıntısı olduğunu anlarız. Hal dili bizi daha çok etkiler. Çünkü hal dili yalan söylemez, hasbidir ve gücü inanılmazdır.
1992 yılıydı… Ramazan’da bir camide teravihlerde vaaz vermiştim. Dernek başkanı paraları olmadığından itiraz etmişti ama ben zaten para istemiyorum, deyince kabullenmişti. Bayram vaazını da bitirip bayramlaşınca, yaşlıca birisi olan dernek başkanı ‘Hocam, yine de biz biraz para topladık’ diyerek bir miktar parayı avucuma tutuşturmuştu. Ben de bu parayı alıp oradaki hayır kutusuna hiç bakmadan atıvermiştim. Bu hareketim o kadar tesirli olmuştu ki o yaşlı adam ölünceye kadar uzun bir süre beni her gördüğünde etrafındakilere ilan ederek ‘Bu hoca Ramazanda vaaz verdi ama para da almadı’ diyerek örnek gösteriyordu. Benim bir ayda anlattıklarım unutuldu fakat o istiğnam ve merdane tavrım unutulmamıştı. Bunların şahane örneklerini Üstad’ın hem hayatında hem de eserlerinde bolca görmekteyiz.
Üstat Hutbe-i Şamiye’de İslamiyet’in gelecekte hakim olacağının manevi sebeplerini sayarken şu tespiti yapıyor: ‘Eğer biz ahlak-ı İslamiye’nin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.’
Üstad’ın 2. Mektup’ta hediye kabul etmeyişinin altı sebebini sıralarken birincisindeki ifadesi de can alıcıdır: ‘‘Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi, vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. ‘İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar.’ deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen teksip lazımdır.’’
Yine bu sebepleri teyit eden Üstad’ın bizzat yaşadığı bir hadiseyi konu alan Barla Lahikası’nın sonuna doğru çok güzel bir mektup var. Birinci talebelerinden Hulusi Bey’e hitaben yazılan mektupta Üstad ikinci mektubu, birkaç kişiye hediyelerinin kabul edilmeyişinin nedenini anlatarak okuyor. Gerisini mektuptan takip edelim:
"Aynı günde o zatın hanesine gittim. Az bir yemek getirdi, arkadaşlarımın hatırı için bir parça yedim. Hiç hatırıma gelmedi ki o günde o hakikatlı mektubu o yemek sahibine okudum, şimdi muhalefet ediyorum. Yemekten sonra hatırıma geldi. Fakat hediye kabul edemiyorum, Belki yemek yenilir tahmin ettim. Fakat (Yegulünemalayefalun-Şuara Suresi 226) altına girdiğimden öyle bir şiddetli tokat yedim ki bu dört senede böyle hastalık görmemiştim."
Aynı mealdeki ayet Saf Suresinde (Tefalun) olarak geçiyor. İster Tefalun(siz) ister de Yefalun(onlar) olsun hitap doğrudan bizleriz.
Ne dersiniz dostlar, fiillerimiz söylediklerimizi doğruluyor mu? Yani belağatlı bir hayat yaşıyor muyuz? Asıl belağatın ve mukavemetsuz sözün lisan-ı hal olduğunun farkında mıyız? Bu hizmetin hamelelerinin biricik kuvvetinin ihlas ve bu hasbilikte olduğunu temsilimizle gösterebiliyor muyuz?
Selam ve dua ile…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.