Marksizm ve Bediüzzaman, atom Newton ve Demokritos

Geçen gün Osman Çakmak Bey kuantum ve ilim konusunda bir konuşma yaptı Zoom’da, dinledim. Atom ilkçağdan beri bilim dünyasını özellikle fen bilimlerini fizik bahsini çok ilgilendirmiş. Demokritos diye bir eski Yunanlı filozof atomu ilk defa farketmiş ama onun iç hareketlerini başka bir ihtiyara değil kendine bağlamış ve varlığın inşasını o küçücük maddeye bağlamış. Sonra bu konu bugüne kadar ilim dünyasında kabul görmüş, Bediüzzaman atom risalesinde atomun harici bir irade tarafından varlığın yapı taşı olduğunu isbat etmiş, eski Yunandan beri bir şerik ve ateist olan bu bahsi vahdet ve vahdaniyet ve uluhiyet adına delil yapmıştır. Bediüzzaman davranışlar üzerinde atom altı bölgenin izlerini hissetmiş ve ifade etmiş. Bu bilim tarihinin büyük adamını Isparta’da Mark ve Bediüzzaman diye konferans vermiştim, sonra aynı konuyu Ankara’da da konferans olarak verdim. Bugün de bu konuyu bir daha tezekkür edelim diye yazımı ilana verdim.

Marksizm ve Bediüzzaman, atom Newton ve Demokritos

Marksizm felsefi yanı bir uluhiyetin inkarı felsefesi olmasıdır. Dünyada Marks’ın en ciddi eliştirmeni Bediüzzaman’dır, materyalizme nasıl bir hız verdiği nihilizmi sistematize ettiğini Bediüzzaman biliyordu. Eserlerinin ana teması tevhid yani varlığın Allah tarafından inşa edildiği fikridir, Marks’ın da bütün hedefi kitaplı dinlerin kainatı vahyin ışığında ve peygamerin anlatımını yıkmaktı, bütün hayatı bu teoriyi gerçekleştirmek için geçmiştir, ve dünyada bu saçma  tasarım yayılmış büyük Marksistler ortaya çıkmıştır. Bunların karşısında işi sistematize eden Bediüzzaman'dır.

Marks ve Bediüzzaman diye ısparta’da bir konferans vermiştim, olayın ne olduğunu islam dininin nasıl batı felsefesinin nihistleri nezdinde savunulduğunu bilmeyen cahil adamlar, olaya başka yönlerden baktılar. Bizimkiler bile Ankara’da konferans olarak verdiğim bu bahsi anlamadılar. Ne yapacaksın bir düşüncenin en büyük tahribcileri cahil sadıklar zümresidir. Böyle gelmiş böyle gider.

Bu çalışma yüz elli sahifelik Marks ve Bediüzzaman transkritiğinin çok az bir kısmıdır,  Allah düşmanı batıya karşı bir infialdir.

Marks üniversite kariyerine 1836’da Bonn’da başladı. Fakat ertesi yıl Berlin’e geçti. Önce hukuk okumayı düşündü, sonra Felsefe’ye yöneldi. David Straus’un  İsa’nın  Yaşamı isimli kitabı Sol  ve Genç Hegelciler üzerinde  olumsuz tepkiler doğurdu, Marks da bunlara yakındı. Sağcılar Hegel’in sistemini savundular. Hristiyanlık Hegel tarafından destekleniyordu. Sol Hegel’ciler ise Hegel’in metodunu kullanarak  klasik kurumları ve inançları tartışmaya açıyorlardı. Fransız aydınlanmasının dine ve mutlakiyetçiliğe verdiği kavgayı Genç Hegel’ciler devam ettiriyorlardı. Bunlar 1841 de Ludwig Feuerbach ‘ın  Hristiyanlığın Özü  kitabıyla dini nihai olarak yıkmayı başardığını  zannettiler. Solcular Hegel’in idealizmini  radikal bir hümanizme çevirdiler. Marksizmin dini –felsefi temelleri görünmüştü. Mark da bunu tamamlayan bir çalışma ile din karşıtı bir tez ile 1841 yılında bu tezi destekledi. Marks İsa’nın Hayatı isimli kitabın tesirin kırmak için bir ateist dergi çıkarmak istedi, Brunu Bauer ile , Brunonun Bonn’dan sürülmesi Marks’ın üniversiteye geçme  hayallerini bitirdi. Çünkü sağ Hegelciler Marks’ın doktora tezindeki uluhiyet karşıtı iddialardan hoşlanmadılar. Marks felsefeden siyasete kaymaya başladı. Köylülerin haklarını  savundu. 

Felsefe eleştirisinden tarihi materyalizme geçmeye başladı.  Bu sırada felsefi konularda Marks’ın üstadlarından olan Feuerbach ortaya çıktı. O Tanrı ile insan arasındaki ilişkilerin ortaya çıkması için  Tanrı’yı özne , İnsan’ı da yüklem  konumuna yerleştiren  dini açıklamaların tersine çevrilmesini işliyordu. 1843 ile 1844 de Marks artık felsefeden siyasete doğru geçmiştir. Bu dönemde Marks sisteminin felsefi-ateist ayağını oluşturmuş olur. Bundan  sonra şartların gereği siyasi ayağı gündeme gelir.

Bediüzzaman Yunan ve Roma felsefesinin tanımının çok ötesinde İslam düşüncesine getirdiği  zararları anlatır. 

“Alem-i islamın  şu medeniyete karşı istinkafı  ve soğuk davranması ve kabulde ıztırabı  cay-yı dikkattir. Zira istiğna  ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan  şeriattaki  ilahi hidayet  Roma felsefesinin  dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel olunmaz, tabi olmaz. Bir asıldan  tevem olarak neşet eden eski  Roma ve Yunan iki dehaları , su ve yağ gibi  mürur-ı asar ve medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde , yine istiklallerini muhafaza adeta tenasuhla o iki ruh şimdi de bir başka  şekillerde yaşıyorlar. Onlar tevem ve esbab-ı temzic varken  imtizac olunmazsa, şeriatın  ruhu olan nur-ı hidayet ; o muzlim medeniyetin esası olan Roma  dehasıyla  hicbir vakit mezc  olunmaz, bel olunmaz." (Sünuhat s, 60) 

Hristiyanlık ile Roma ve Yunan düşüncesi  bir araya gelememiş. Bu uzun bir bilim tarihi ve  düşünce , felsefe tarihi sorunudur. Hristiyanlık gelmiş ama yunan ve Roma düşüncesi ile birleşememiş, su ile yağın birleşemeyişi gibi. Birleşemedikleri halde bir arada iki ruh şeklinde yaşamaktadırlar. Ama iki ayrı ruhun tesiri görününce buna yaşamak denirse, işte öyle yaşamak. Bediüzzaman  Yunan ve Roma ile Hristiyanlık birleşemedikleri halde , onlar birleşebilecek yönleri varken birleşemeyince , İslamiyet, hidayetin ruhu  nasıl Roma ve Yunan dehası ile birleşebilir. İslamiyet kendi içinde istiklalini kazanmış bir sistemli düşüncedir, ama Hristiyanlık  bağımsızlık kazanamamış çeşitli unsurların özellikle Roma ve Yunan’ın bir arada olamadığı bir karışıklık eseri gösterdiği için , onun bu yapısı Yunan ve  Roma ile birleşebilirken, İslamın bağımsız yapısı kesinlikle Yunan ve  Roma felsefesiyle birleşemez. İslam alimlerinin bunlara karşı soğuk tavrı dinlerinin yapısından dolayıdır. Marks maksizmin felsefi ayağını eski yunan felsefesine  Demokritos ve ve  Epiküros’un felsefelerine dayandırırken , Bediüzzaman bu  şahısların ve antik yunan felsefesini kabullenmez, karışık olduğu reddeder. Bu Bediüzzaman ile Mars’ın kadim eski yunan felsefesi bahsinde farklı düşündüklerine gösterir. Marksizmin inkar tarafı o dönemden inşa edilmişken Bediüzzaman ise onlar ve ondan sonraki ateistleri eleştirir.

Marks, Spinoza’nın Tractatus Theologico  Politikus’unu okurken  kaleme aldığı yazılarında Platon’dan Hegel’e tüm felsefe tarihini inkar eder. (Philippe Raynaut, Stephane Rials , Siyaset Felsefesi Sözlüğü, s  563) Marks antifelsefe bir görüşe sahiptir. Onun sahip çıktığı kısım antik çağın felsefesidir. Epükiros, Demokritos, Lucretus gibiler onun fikirlerini yaydığı kişilerdir. Bediüzzaman ise antik yunan felsefesine karşıdır. Daha sonraki felsefe içinde ahlak, sanat, sosyal hayat, kemalata hizmet eden felsefenin yanındadır. Natüralist ve Materyalist felsefecilere karşıdır, karşı olmakla kalmaz, onların bütün iddialarını çürütür. (Asa-yı  Musa s 3)Bediüzzaman bütün felsefe tarihine değil, ateist ve natüralist felsefeye , ahlaksızlık ve zevke hizmet eden felsefeye karşıdır, müsbet felsefe ile barışıktır. İki şahsın felsefe tarihi karşısındaki tutumları da böylece farklılık gösterir.

Yunan ve Roma’nın  hevesata dayanan , heva ve hevese göre  şekillenen yapısı ile mukaddes bir din olan hristiyanlığın itikadi yapısı bir arada olmaması gerekirken, eski yunan ve romanın izleri hristiyanlığın kültür ve sanatında, dini yapısında görülmektedir. Kliselerin bile eski Yunan ve Roma’dan gelen heykeller ve putcuklarla dolu olması, kadın erkek ilişkilerindeki dine aykırı liberal tutum hep eski roman ve yunan tesiri iledir. Bütün bunlar dünyevi ve hevese tabi  Yunan ve Roma’nın , ilahi bir tasarım olan din ile birleşmesi imkansız iken böyle bir terkip hristiyan dininde ve sanatında sağlanmıştır. Ama nasıl bir  sağlanma, sağlıksız dinin saf yapısına aykırı bir birleşme. Bediüzzaman bütün bunları nazara verir. İslamla birleşemeyiş nedeni bu gerekçeler üzerine bina edilir. Daha başka nedenleri varsa da Bediüzzaman bu çok ince meseleyi örneksiz anlattığından biz bu kadar hissedebildik. Ayrıca Hristiyan dininin bilim tarihi eski yunan ve romadan gelmektedir. Astronomi gibi  kozmik alan düşünceleri Aristo ve kadim yunan bilgeleri olan Epikür ve benzerlerinin fikirleri üzerine bina edilmiş. Hristiyanlığın kozmik telakkileri Aristonun fizik anlayışına göre şekillenmiş, adeta itikad olmuş, bu yüzden birtakım filozoflar fikirlerini hristiyan itikadına göre şekillendirmişler, aykırı olanlar zulüm görmüş hatta yakılmışlardır. Sokrat, Galileo, Bruno , Descartes bu baskı görenlerden birkaçıdır.

Bediüzzaman burada sadece eski yunan ve roma felsefesini bilmenin ötesinde hristiyan medeniyetinin roma ve Yunan ile birleşemediği gibi bir konuya, batı medeniyeti konusuna da hakimiyetini göstermektedir. Oradan İslam  medeniyeti ile kendi arasında birliğini temin edememiş bir medeniyetin birleşmesinin imkansızlığına varmaktadır. Bu onun yüksek derecede bir medeniyet meselelerine  hakimiyetinin olduğunu gösterir. Bütün bu bilgiler ve sentezler ancak gözlemlere ve bilgiye dayanırlar, başka türlü olması imkansız. Bediüzzaman bu bilgileri, böyle derinlikli sentezleri yapacak bilgileri nasıl ve ne şekilde elde etmiştir, bu da garip bir meseledir.

Marks’ın  Milattan önce 500 lü yıllar içinde cereyan eden bir varlık ve yaratılış teorisini ondokuzuncu asra taşıması , Marksizmin  temelini dinsiz ve ilahsız bir dünya üzerine kurmak istemesinden dolayıdır. Marksizmi  ihtilale veren  ikibin yılı aşkın bir  süre gelişmiş olan felsefeyi inkar ve insan düşüncesinin henüz iptidai dönemine gitmektir. Antik Yunan felsefesi  karıştırıcı bir nitelikle Mark’sın felsefeyi inkarı yüzünden tekrar ilkele ve ibtidaiye dönmektir. Bediüzzaman antik  yunanın fikirleri ihtilale verdiğini söyler. “Hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı daire-i islamiyete  duhul etmeleriyle , din süsüyle görünerek , efkarı ihtilale verdiler.”(Muhakemat s, 16) 

Memun asrında tercüme edilen yunan felsefesi o zamanki İslam düşüncesine karıştırır. Marks’ın da gelişmiş bir felsefenin bütün safahatını kuracağı felsefenin hiçbir yerine yerleştiremesi , Antik yunanı alması  doğu düşüncesinde  Memun asrında yapılan karıştırmayı , Marks batı düşüncesine 1841 de yapmıştır. Hakikaten Marks’ın doktora tezi hem kendi hayatını hem de  Marksizm ile geleneksel dünyanın düşünce biçimini sarsmış hatta yıkmıştır.” Epikürcülük on sekizinci  yüzyıl  boyunca gerek İngiltere’de  gerek kıta Avrupa’sında materyalist fikirlerin gelişiminde  önemli bir rol oynamayı sürdürdü. İtalya’da Napoli Engisizyonu  Vico’nun dostlarının  birçoğunu  Epiküros ve Lucretius’un sadece adlarını andılar diye hapis cezalarına çarptırdılar. Vico da Epikür  felsefesinin çalışmaları üzerindeki etkisini büyük ölçüde gizleme gereği duydu, bu tutum Epikürcülüğün  sapkın doğasından kaynaklanıyordu”( Marks’ın Ekolojisi, s 71) John Belamy Foster  de batı tarihi içinde Epikürcülüğün yaptığı olumsuz tesirleri anlatırken Bediüzzaman ‘la bu tesirlerin olumsuzluğunda birleşir. Boyle ve Newton , atomun hareketlerini kabul etmekle birlikte Tanrı’yı kabul ettiler.”Epikürcü materyalizmin  dine karşı yönelttiği  meydan okuma , maddi dünyaya ilişkin mekanik bir görüş geliştirmekle birlikte  sahne arkasında doğaya ilk hareketini  veren bir Tanrı’ya yer veren Boyle ve Newton gibi önde gelen bir çok bilginin eserinde garip bir uzlaşmayla sonuçlanmıştır." (John Bellamy Foster, Marks’ın Ekolojisi 71)

Bediüzzaman’ın yeni felsefeyi alkışlaması da bu yüzdendir.Bediüzzaman böylece evreni dini bir yoruma bağlayan bilim adamları ve fizikciler ile birleşir, bunlar Boyle ve Newton’dur.

Bayle ve Newton’un Epikürcülüğün tesirlerini kırmaları, Allah’ın varlığını kabul etmeleri  hristiyan düşüncesini ve bilimi tasaffi ettirdi. Aynı durum Bediüzzaman’ın yorumları ile doğu dünyasında Memun asrında cereyan etti, bazı alimler tercüme edilen eski Yunan ve israiliyat tesirlerini temizlemeye çalıştılar, ama tam başarılı olamadılar. 

“Hem vakta ki hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için  Memun asrında  tercüme  olundu. Fakat pek çok esatir ve hurafatın  menbaından çıkan  o hikmet bir derece müteaffine olduğundan , safiye olan Arap efkarının  içlerine tedahül ettiğinden, girdiğinden  bir derece efkarı karıştırdığı gibi , tahkikten taklide yol açtı.

Evet  nasıl ki ihtilat-ı Acem ile Kelam-ı Mudari’nin  melekesi  fesada yüz tutmakla , muhakkikin-i ulema  o melekeyi muhafaza etmek için   ulum-ı Arabiye’nin kavaidini tedvin ettiler, düzenlediler. Öyle de şu hikmet ve israiliyat dahi  daire-i islamiyete duhullarıyla beraber, girmeleriyle beraber, bazı nakkad-ı muhakkikin-i İslam –islamın itikadının büyük eleştirmenleri -  temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat hayfa … Tamamiyle muvaffak olamadılar. “(Muhakemat, s 18) 

Foster’in tesbitleri ile batı düşüncesinde iki grup insan bir kısmı yanında bir kısmı karşısında oldular, Epikür felsefesinin. Marks bu kavgalı konuyu özellikle seçti. Bediüzzaman eski yunan ve roma felsefesinin İslam düşüncesinden kovulamadığını  felsefe tarihinden istihrac etmiştir. Felsefe tarihi karşısında Marks ile Bediüzzaman bu yönden de ayrılırlar. Bediüzzaman onun seçtiği kısmı ve felsefeyi felsefe tarihinden silmenin gereğini kabul eder, İslam dünyası bunu başaramadığını söyler.

Doğu dünyasındaki tesirlerini Bediüzzaman anlatırken ayetlerin tefsirinde bile bu felsefenin olumsuz tesirlerini anlatır. Bediüzzaman büyük bir medeniyet tarihi yorumcusudur. Foster’in yızyılımızda yaptıklarını Bediüzzaman on  dokuzuncu  yüzyılın başında 1909 da anlatır. 

“İş bu kadar da kalmadı. Çünkü tefsir-i Kur’an’a  sarf-ı  himmet edildiği vakit, gayret edildiğinde,  bazı ehl-i zahir, yüzeysel anlam verenler, Kur’an’ın nakliyatını  bazı israiliyata tatbik  ve bir kısım ayatını  dahi  hikmet-i mebzureye  , adı geçen felsefeye, yunan felsefesine-   Tevfik ettiler, uydurdular. Çünkü gördüler ki Kur’an  makul ve menkule müştemildir. Hadis de öyle … Sonra kitab ve sünnetin  bazı nakliyat-ı sadıkalarıyla  bazı muharref israiliyatın ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat ettiler. Hem de hakiki  olan akliyatlarıyla   mevhum  ve mümevveh olan  şu hikmet  olan şu hikmet arasında  -kuruntu ve vehim olan yunan felsefesi-  bir müşahabet-benzerlik-  ve muvafakat –uygunluk- tevehhüm eylediklerinden  şu mutabakat ve müşahabeti , Kitab ve Sünnet’in manalarına  tefsir ve maksatlarına  beyan zannedip  hükmeylediler. “(Muhakemat, s 18) 

Eski Yunan felsefesi sadece Hristiyan dinini değil İslam dinini de karıştırmıştır.

Kur’an’ın yorumlarına, tefsirlerine dahi  Yunan hikmetinin girmesini eleştiren  Bediüzzaman bu şekilde hakikat eleştirmeni vasfı gereği ta Memun asrından sonra tefsirlere giren “hikmetin ebatılını, hikayatın esatirini" görmüştür. Felsefenin batıl olan yanını ve hikayelerin mitolojik kısmının Memun asrındaki tefsirlere girmesini gören Bediüzzaman büyük bir eleştirmendir, felsefe tarihi eleştirmeni, antik  Yunan’ın nerelere kadar gittiğini ifade eder.

Bediüzzaman bahsi  o kadar ciddiye alır ki yunan felsefesinin tesirlerini müstakil bir bahis altında Muhakemat isimli eserinde anlatır. Yunan felsefesi hem şarkı hem garbı, hem islamiyeti hem İncil ve çevresinde oluşan hristiyanlığı karıştırmıştır. 

“Kella, sümme kella… Zira kitab-ı Muciz’ül Beyan’ın  misdakı icazidir. Müfessiri  eczasıdır. Manası içindedir. Sadefi de dürrdür, meder değildir. Faraza bu mutabakatı izhar etmekten maksad, o şahid-ı sadıkın tezkiyesi için  olsa da  yine abestir. Zira Kur’an-ı Mübin  ona mekalid-i inkıyadı  teslim eden  öyle akıl ve naklin  tezkiyelerinden pek yüksek ve ganidir. Çünkü o onları  tezkiye etmezse , şehadetleri  mesmu olamaz. Evet süreyyayı serada değil semada aramak gerektir. Ku’ran’ın  meanisini de  esdafında ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama, zira bulamıyorsun. Bulsan da sikke-i belagat olmadığından Kur’an kabul etmez.

Zira mukarrerdir. Asıl mana odur ki  elfaz onu sımahta boşalttığı  gibi, zihne nüfuz ederek vicdan  dahi  teşerrüb etmekle  , ezahir-i efkarı  feyizyab eden şeydir. Yoksa  başka şeyin kesret-i tevaggülünden  senin hayaline  tedahül eden   bazı ihtimalat veyahut hikmetin  ebatilinden  ve hikayatın esatirinden  sirkat edip cepte doldurarak sonra ayat  ve ehadisin telafifinde  gizletmek, çıkartmak , elde tutmak, çağırmak ki “Budur mana geliniz alınız” dediğin vakit alacağın cevap şudur. “ Yahu işte senin manan  siliktir. Sikkesi  takliddir, nakkad-ı hakikat reddeder. Sultan-ı icaz dahi onu darbedeni   tardeder. Sen ayet ve hadisin  nizamlarına taarruz ettiğinden , ayet şikayet  edip hakim-i belagat senin hülyanı  senin hayaline hapsedecektir.Ve müsteri-i hakikat  dahi senin bu metaını almayacaktır. Zira diyecek “ayetin manası dürrdür, bu ise mederdir. Hadisin mefhumu  mühec,-ruh- bu hemecdir- sinek- (Muhakemat  s 19)

Hristiyan kültürünün Yunan felsefesiyle uyuşmadığını su ile yağ misali ile  eleştiren Bediüzzaman İslam dininin de bu felsefeden olumsuz etkilendiğini  anlatmış olur.

Yabancılaşma, Bediüzzaman ve Marks

Yabancılaşma  insanların tarihinin bir neticesidir.  Dini yabancılaşma ve spekülatif , deneysiz, üretilen felsefe  ve para  da yabancılaşmayı doğurur. Bunlar insanın  sefaletini gizlemek için kullanılan araçlardır. İnsanı mücadeleden uzaklaştıran  tutumlardır. Emekçinin sahip olana boyun eğmesi de yabancılaşmadır. Makinanın insanı köleleştirmesidir.  Yabancılaşmayı emekci devrim ile değiştirecektir. Proleteryanın yabancılaşması  çözümünü kendi içinde taşıyan mutlak bir insanlıktan  uzaklaşmadır. Bediüzzaman spekülatif  felsefeyi değil akıl ve mantık üzerine hakim olan gözleme dayanan felsefe üretir.
Yabancılaşma Bediüzzaman’ın temaları arasında  özel bir konuma sahiptir. Her iki şahıs da Bediüzzaman ve Marks yabancılaşmadan şikayetcidir. Biri işin, emeğin, paranın insanı yabancılaştırmasını diğeri de kainat kitabı karşısında onu okumadan, onun büyük ve küçük harflerine ilgi duymadan hazlara ve eğlencelere boğulmayı yabancılaşma olarak yorumlar.  İlgisizlik, istiğna, sevgisizlik, manalara karşı  kayıtsız durmayı yabancılaşma olarak değerlendirir.  On Birinci Söz’de kainat sarayının inşasından sonra, insanın oraya davet edilmesini  ve giren insanların iki kısıma ayrılmasını hikaye ederken yabancılaşmamış kısım ile yabancılaşan kısmı anlatır.

İkinci gürûh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlûp olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler; bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşâdâtından ve şâkirdlerinin ikazâtından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar; içilmeyen, fakat bâzı şeyler için ihzâr edilen iksirlerden içtiler, sarhoş olup, öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler, sâni-i zîşânın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup, öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar. (‘Sözler s 112)

Burada yabancılaşma aklın ve kalbin kendinden bekleneni vermemesi yüzünden Allah ve kainata , yapılan hatırlatmalara, ikazlara kulak tıkamaktır. Sadece yemek ve uykuya dalmak, lezzetli yemeklerden başka şeye iltifat etmemek işte Bediüzzaman’ın temaları içinde yabancılaşma budur. Bediüzzaman bütün eserlerinde bu tipi yabancılaşmadan kurtarıp içinde  yaşadığı kainata ve onun sahibi olan Allah’a karşı şuurlu bir şekilde dostane yaşatmaktır. Bütün bahislerde  bu yabancılaşmış tip çeşitli şekillerde görünür.

Allah ve kainat kuluna yabancı değildir. Onun hayatını ona veren ve hayatının  devamı için gerekli olan rızıkları temin eden odur. Kainatı onun istekleri ve zevkleri doğrultusunda ona tahsis eden  odur. İnsan bedenini kainatla, nesnelerle, varlıklarla anahtar kilit türünden ikili uygunluk içinde veren odur, vücudu alakadar olduğu nesnelerle münasebete girecek şekilde çok boyutlu yaratan odur. Elbette bu insan kendine bunlara yapana karşı yabancı duramaz, yabancılaşamaz, ilgisiz duramaz . Bu vadide Bediüzzaman şöyler der.

"Şu hadsiz kainatı  şenlendiren bilmüşahade rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran  bilbedahe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde  yuvarlanan mahlukatı, canlıları terbiye eden, bilbedahe , açıkca, yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih eden, ona dönük, ona çalışan, ve her tarafta  ona baktıran  ve muavenetine yardımına koşturan, bilbedahe Rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hali alemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren  bilmüşahade , gördüğümüz gibi, Rahmettir. Ve bu fani insanı ebede namzed eden  ve ezeli ve ebedi bir Zat’a  muhatab ve dost yapan , bilbedahe , açıkca rahmettir.

Ey insan madem Rahmet böyle kuvvetli  ve cazibedar ve sevimli ve mededkar, darda iken yetişen, bir hakikat-ı mahbudedir, sevimli , sevilen bir hakikattir.Bismillahirrahmanirrahim de . O hakikata yapış ve vahşet-ı mutlakadan, tam bir korkudan, ve  hadsiz ihtiyacatın  elemlerinden kurtul  ve o Sultan-ı ezel ve ebedin, ezeli ve ebedi, belli bir zaman ile sınırlı olmayan her zaman hükmü geçen Sultanın  tahtına yanaş ve o Rahmetin  şefkatiyle  ve şuaatiyle, ışıklarıyla  O  Sultan’a muhatab ve Halil ve dost ol.
Evet kainatın envaını  nevilerini, varlıkları, kozmik varlıklarını, hikmet dairesinde, insanın onlardan istifade edeceği uzaklıklarda, insanın  etrafında toplayıp  bütün hacatına tam bir intimaz, kemal-i intizam  ve inayet ile koşturmak , bilbedahe , açık bir yorumla, iki haletten , durumdan birisidir. Ya kainatın her bir nevi  kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor , muavenetine koşuyor. Bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi , çok muhalatı intac ediyor. İnsan gibi bir aciz-i mutlakda, tam bir aciz, güçsüz bir canlıda,  ven kuvvetli bir sultan-ı mutlakın, tam güçlü bir sultanın  kudreti bulunmak lazım geliyor.Veyahut bu kainatın perdesi arkasında bir Kadir-i Mutlak’ın ilmiyle , sınırsız bir gücün, ilmi ile , bu muavenet , yardıma koşma oluyor. Demek kainatın envaı, cinsleri , türleri, varlıkları, insanın hizmetinde olan her şey, insanı tanıyor değil , belki insanı bilen ve tanıyan merhamet eden bir  Zatın tanımasının bilmesinin delilleridir. – yai güneş insanı , insan güneşi tanıyacak, onu emri altına alacak, yahut insan ve güneşin dışında bir güç insanı ve güneşi çalıştıracak-

Ey insan aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki : Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen , -bütün varlık çeşitlerini insana dönük, onun ihtiyaçlarına göre- muavenet ellerini –yardım ellerini-  uzattıran ve senin hacetlerine  Lebbeyk-buyur-  dedirten  Zat-ı Zülcelal seni  bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir ve katiyen anla ki : Senin gibi zaif-imutlak , -tam zayıf- , aciz-i mutlak-mutlak aciz- , fakir-i mutlak-tam fakir-  fani , küçük bir mahluka  koca kainatı musahhar  etmek ve onun imdadına göndermek , elbette, hikmet , inayet ve ilim ve  kudreti tasammun eden-içine alan-  hakikat-ı rahmettir-rahmet hakikatıdır-Elbette böyle bir rahmet senden  külli ve halis bir şükür ve ciddi ve safi bir hürmet ister. İşte o halis şükrün  ve o safi hürmetin  tercümanı  ve ünvanı olan Bismillahirrahmanirrahimi de, o rahmetin  hvüsülüne vesile kavuşmasına elde etmesine aracı-  ve o Rahmanın dergahında  şefaatci yap.

Evet Rahmetin vücudu ve tahakkuku Güneş kadar zahirdir. Çünkü nasıl merkezi bir nakış, her taraftan gelen aktı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hasıl oluyor. Öyle de bu kainatın daire-i kübrasında, büyük dairesinde- binbir ism-i ilahinin-Allah’ın binbir isminin-  cilvesinden uzanan  nurani atkılar , kainat simasında  öyle bir sikke-i rahmet –rahmet sikkesi-  içinde  bir hatem-i Rahimiyyeti,-rahimiyyetin mührü-  ve bir nakş-ı şefkati- şefkatin nakışını-  dokuyor  ve  öyle  bir hatem-i inayeti- yardım mührünü- nescediyor ki –dokuyor ki , güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.

Evet, şems ve kameri , anasır-elementler- ve maadini-madenleri , nebatat ve hayvanatı , bir nakş-ıazamın- büyük bir nakşın- atkı ipleri gibi  o binbir isimlerin şualarıyla  tanzim eden ve hayata hadim eden  ve nebati ve hayvani olan umum validelerin  gayet şirin ve fedakarane şefkatleriyle  şefkatini gösteren  ve zevilhayatı –hayat sahiplerini-  hayat-ı insaniyeye-insan hayatına-  musahhar-hizmetkar- eden  ve ondan Rububiyet-i ilahiyenin-Allah’ın terbiye faaliyetinin-  gayet güzel ve şirin  bir nakş-ı azamını  ve  insanın ehemmiyetini gösteren  ve en  parlak rahmetini  izhar eden-gösteren-  o Rahman-ı Zülcemal- marhameti güzel olan- elbette kendi istiğna-i mutlakına-kullarından tam farklı- karşı , rahmetini  ihtiyac-ı mutlak –tam bir ihtiyaç içindeki  zihayata –canlılara-  ve insana  makbul bir şefaatci yapmış. Ey insan eğer insan isen  Bismillahirrahmanhirrahim de . O şefaatciyi bul.

Evet zeminde dörtyüz bin  muhtelif ayrı ayrı  nebatatın-şimdi bir milyonu aşkın- ve hayvanatın taifelerini hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile –tam bir intizam ile – hikmet ve inayet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın-arz yuvarlağının- simasında-yüzünde- hamet-i ehadiyeti – ehadiyet mührünü- vazeden-vuran koyan- , bilbedahe ve belki bilmüşahade – açıkca ve görerek- , Rahmettir ve o Rahmetin vücudu , bu küre-iarzın simasındaki  mevcudatın  vücutları kadar  kati olduğu gibi , o mevcudat adedince tahakkukunun  delilleri var. Evet zeminin yüzünde  öyle bir hatem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet  bulunduğu gibi  insanın  mahiyet-i maneviyesinin  simasında dahi öyle bir sikke-i Rahmet vardır ki küre-i arz simasındaki  sikke- i merhamet ve kainat simasındaki  sikke-i uzma-yı rahmetten- rahmetin en büyük mühründen-  daha  aşağı değil. Adeta  binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakiyesi – odak noktası- hükmünde bir camiiiyyeti var.

Ey insan hiç mümkün müdür ki : Sana bu simayı veren , o simada böyle bir  sikke-i rahmeti  ve hatem-i ehadiyyyeti  vazeden zat, seni başı boş bıraksın , sana ehemmiyet vermesin, senin harekatına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kainatı abes yapsın, hilkat şeceresini –yaratılış ağacını-  meyvesi çürük, bozuk , ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın! Hem hiçbir cihetle  şüphe kabul etmeyen  ve hiçbir vecihle noksaniyeti olmayan güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkar ettirsin  haşa…”(Sözler s 9-11)

Bediüzzaman bu metinde insanda meydana gelen Allah’a, kainata, varlıklara, kendine , kendine karşı yapılanlara, mahlukatla kendi arasındaki sıkı ilişkilere karşı insanda beliren ilgisizliği, yabancılaşmanın yersiz olduğunu , insanın yabancılaşmaya hakkı olmadığını , kendisine yapılanlar karşısında insani yakınlığı ve sorumluluğu göstermesi gerektiğini anlatır. Çünkü insan bütün varlığın odağındadır, her şey ona dönük bir şekilde çalışmaktadır, kendisine çok ehemmiyet verilmektedir, bu yakınlığı yabancılaşma ile keyfi bir şekle dönüştüremez. Bu yabancılaşma kişinin hem kainata, hem kendine , hem varlıklara yabancılaşmasıdır. Ama bunların üçü de insana yabancı değildir, onun zevklerinin terazisine göre ona koşmaktadırlar. İnsan müstağni, yabancı olamaz bunlara karşı.

Bediüzzaman yabancılaşmanın karşıtı olarak tanıma ve tanıtma fiillerini koyar. Onun eserlerinde insanın tanıması ve tanıtması yolunda yorumlar temel yorumlar zincirine girer. 

“Evet hiç mümkün müdür ki  insan umum mevcudat içinde  ehemmiyetli bir vazifesi , ehemmiyetli bir istidadı olsun da ; insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa mukabilinde insan ima ile  O’nu tanımasa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse ; mukabilinde insan ibadetle  kendini O’na sevdirmese ; hem bu kadar  bu türlü nimetleriyle  muhabbet  ve rahmetini ona gösterse , mukabilinde insan şükür ve hamdle  ora hürmet etmezse , cezasız kalsın! Başı boş bırakılsın! O izzet ve gayret sahibi  Zat-ı Zülcelal bir dar-ı mücazat hazırlamasın! Hem hiç mümkün müdür ki  O Rahman-ı Rahimin  kendini tanıttırmasına mukabil ; iman ile tanımakla  ve sevdirmesine  mukabil ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine  mukabil  şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mümünlere  bir dar-ı mükafatı , mükafat yerini , bir saadet-i ebediyeyi ebedi bir saadeti , vermesin”(Sözler s 59)

Bu kadar muntazam masnuat, sanat eserleri demektir. Varlıklar hem faydalı hem de sanatlı yaratılmışlardır. Hem mideye , hem akla, hem dimağa, hem göze  hitap ederler. Varlık insanın beş duyusuna hitaben açılmış bir kitaptır. O beş duyu ile onları tanımak zorunluluğu vardır. İnsan hem tanıma özelliğine sahip, Allah da yaratma ve gösterme , tanıttırma özelliğine sahiptir. Bunlar birbirini tamamlar. Bu şekilde insan bu kendini tanıtan kainata karşı tanımakla cevap vermelidir. Tanımayı kaldırınca insan yabancılaşır. Bediüzzaman  tanımadan sonra sevme, sevmeden sonra ibadet etmeyi sıralar. Bunlar mantıken de gereklidir. Çünkü insan tanımadığı bir  şeyi sevemez, tanıyınca sever, sevinme bir sevme formu gerekir o da ibadettir. Böylece Bediüzzaman insanın yabancılaşmasını Allah ‘a tanımamak ve onu sevmemek ve ibadet etmemek şeklinde anlar.

Yabancılaşma genel bir temadır, sanatta, edebiyatta, din de ve felsefede farklı yabancılaşma şekilleri ortaya konmuştur. Albert Camu’nun Yabancı Letrance romanında hayata yabancılaşmış bir tipi anlatır. Yakup Kadri, İstiklal Savaşı yıllarında bir Anadolu köyüne düşen kahramanı Ahmet Celal’in yaban olarak tanıtır.Edebiyat ve sanatta, felsefede garip  teması da biraz yabancıya yakındır.

Hegel’in ilk defa kullandığı yabancılaşma terimi varlığı anlamlandıramayan insana , hristiyan toplumuna göre verilmiş bir  durumdur. Çok zaman insan kendini de evreni de anlayamaz ve yabancılaşır. Varlığı  anlamlandıramayan birçok insan bunalımlara düşmüş ve kendine  ve evrene yabancılaşmıştır. Mukaddes dinlerdeki peygamber insanların doğa ile ve kendi ile yabancılaşmasını semavi bir ışıkla, vahiyle aydınlatmıştır. Hz Peygamber gelmeden önce Arap toplumu her şeye yabancılaşmış bir toplumdu. Peygamberin gelmesi onları bu yabancılaşmış durumdan kurtardı. Peygamber bu yabancılaşmış toplumu Allah’a çağırmakla yabancılaşmayı dostluğa çevirdi.Ama yabancılaşmanın ışığını almak için günlerce Hira’da Allah’a yalvardı, sonunda yabancılaşmanın  kalkmasının ilk adımı atıldı ve Cebrail ona “Oku “ diyerek yabancılaşmış insan doğasını, dostluğa açtı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum