Mehmet Asıf IŞIK
Vakıf Medeniyetinden Günümüze
Ülkemizde 13-19 Mayıs arasındaki günler “Vakıflar Haftası” olarak kutlanır. Hafta boyunca vakıfların mahiyeti, kuruluş gayeleri, hizmetleri vs. anlatılır. Biz de, gazeteci-yazar-belgeselci kadim dostum İsmail Kahraman beyefendinin ricasına binaen, vakıf bilincine katkı olsun diye birkaç kelâm etmek istedik.
Yüce Allah bir ayet-i kerimede “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz. Ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir” (Âl-i İmran/92) beyanıyla, rızasına ermenin hayır ve hasenat için sevdiğimiz ve biriktirdiğimiz mallardan tasadduk ve infak edilmesine bağlı olduğunu bildirir.
Ayrıca, Peygamberimiz (sav) de “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” (Buhârî, Mağâzî, 35) buyurmuştur. Keza bir başka hadis-i şerifte ise insanlara hayırlı ve faydalı olan iş şöyle açıklanmış: “İnsan ölünce üç şey dışında ameli kesilir. Sadaka-i câriye yani faydası kesintisiz devam eden hayır, kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine duâ eden hayırlı evlât” (Müslim, Vasiyye, 14.)
İslâm tarihinde insanların faydalanacakları hayırlı işler asr-ı saadette vakıf müessesesiyle başlatılmıştır. Bilinen ilk vakıf, Hazreti Ömer (ra)'in Hayber'in fethinden sonra kendisine ganimet olarak düşen bir arazinin “satılmaması, miras bırakılmaması ve hibe edilmemesi şartıyla fakir, köle, misafir ve Allah yolunda olanların istifadesi için bağışlaması” olarak kabul edilmektedir.
Kur’an’da ve sünnette teşvik edilen infakta bulunmak, tasadduk etmek ve hasenat yapmak vakfetmek yoluyla adeta kurumsallaştırılmış, hadisin ifadesiyle, insanlar ve hatta hayvanlar faydalandıkça, kişi ölse bile sevabı kesintisiz olarak devam edecek, bağışlayan/veren için kıyamete kadar sadaka-i câriye olacaktır.
İslâm’ın ilk asrından itibaren ihdas edilen ve günümüze kadar ulaşan vakfetme anlayışı İslâm coğrafyasında rağbet görmüş, Osmanlı döneminde ise zirveye yükselmiştir. Ecdadımız her konuda, hayatın her alanında insanların ve diğer canlıların istifadesi için binlerce eser inşa ettirip vakfetmiştir. Selçuklu ve özellikle de Osmanlı dönemlerinden kalan devlet binaları ile selâtin (sultanlar) camileri dışındaki hemen bütün eserler vakıftır. Vakfedilen eserin hizmetinin sürmesi için de ilâve olarak hanlar, dükkânlar, bağlar, bahçeler o müessesenin döner sermayesi olarak bağışlanmıştır. Bu muazzez ve ulvi gayeyle yap(tır)ılan eserler halk tarafından sahiplenilmiş, asırlarca korunmuş ve pek çoğu bugünlere kadar yaşatılmıştır.
CUMHURİYETTEN SONRA VAKIFLAR
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin “Osmanlı Vakıflarının Acılı Tasfiyesi” başlıklı makalesinde, vakıf yağmasının 1908 yılında İttihatçı komitacıların iktidarı ele geçirmesiyle başladığı, yağmanın cumhuriyet devrinde ise artarak devam ettiği, 1924’te medreselerin, 1925’te ise tekkelerin kapatılarak, buraların tamamı vakıf statüsündeki mal varlıklarına el konulduğu, anlatılır. Makalede, eskiyle bağlarını koparmış yeni hükümetin sadece mali ihtiyaçları karşılamak için değil; eskiyi temsil eden kesimlerin cemiyetteki gücünü ve etkinliğini yok etmek maksadıyla kıyasıya bir vakıf tasfiyesine giriştiği, bazı illerdeki şu acıklı, bir o kadar ibretli örneklerle belirtilir.
“Cumhuriyetin ilk 16 yılı içinde satılan vakıf sayısı tespit edilebildiğine göre 8562’dir. Sayısı yüz binleri bulan icâreteynli ve mukâtaalı vakıflar buna dâhil değildir. Sadece Edirne Uzunköprü’de toplam 402 vakıf gayrı menkule el konup 210’u kiraya verilmiş; 192’si de satılmıştır. Diyarbekir’de 50 vakıf dükkân ile Hüsrev Paşa Hanı hariç bütün vakıf gayrı menkulleri; Maraş’ta 74, Antep’te 61, Çorum’da sadece Koyunbaba vakfına ait 365 parça, Amasya Gümüşhacıköy Köprülü Mehmed Paşa vakfına ait 15 dükkânlı bedesten talan edilmiştir.”
Yukarıdaki tesbit küçük ve/ya orta büyüklükteki şehirlerimize aittir. İstanbul, Bursa, Konya, Manisa, İzmit, Malatya, Erzurum, Sivas, Kastamonu gibi şehirlerdeki yağma ve talan edilen vakıf eserleri bunlara kıyas edilebilir. Meselâ, o dönem minaresi yıktırılan Küçüksu Câmii Halk Fırkası binası olarak kullanılmıştır.
SİİRT’TE İBRETLİK BİR VAKIF CAMİ HİKÂYESİ
1930 yılların sonları veya 1940'lı ilk yıllar. Ülkede sanayi yok, endüstri yok, ciddi bir ticari hareket yok. Anadolu halkının ziraat ve hayvanından başka geliri yok. Sermaye ve sanayi büyük ölçüde gayrimüslimlerin ve azınlıkların elinde. Birkaç asır boyunca cepheden cepheye koşan, yetişmiş eğitimli yüzbinlerce evladını şehit veren, işgücü olan insanını büyük ölçüde yitiren, düşman işgaline uğrayan vatan topraklarını savunmaktan yorgun düşmüş müslüman halkın ise büyük kısmı fakirdir. Geçimini zar-zor sağlayabilecek durumdaki halktan beklediği vergiyi tahsil edemeyen o zamanın devlet yöneticileri gelir kaynağı olarak satabilecekleri ecdat yadigârı vakıf mal varlığına göz diker. Ecdadın hayır-hasenat için yapıp yaptırdığı, dünya durdukça insanların ve hayvanların istifade etmesi için vakfettikleri camilere, medreselere, hanlara, hamamlara, imaretlere, kervansaraylara, bağlara, bahçelere ve vakfiye olarak her ne var ise...
Tesbit edilmiş vakıf eserleri önce Evkaf adına tescil edilip ardından ihale yoluyla satışa çıkarılacaktır. İşte o günlerden birinde Siirt'te satılacak vakfiye eserleri için kıymet biçilmiş ve artırma yoluyla satış işlemleri yapılacaktır. Pek çok esere de şahıslardan talipliler çıkmış ve satın almak için müracaat da edilmiştir.
Dönemin Siirt'teki Vakıf İdaresi Müdürü vicdanlı birisidir. Bir sonraki gün 70 Lira muhammen bedelle satılacak bir vakıf malı olan Şeyh Halil Talle’a Camisinin alıcısını gözü tutmaz. Mescit belki vakfedilme amacı dışında kullanılacağı endişesiyle, o vakitler İstanbullu lakaplı rahmetli dedem Nasri Işık'a haber salar. “Cami için 71 Lira bulun ve satın almak için müracaat edin” diye.
O yıllar yokluk ve kıtlık yıllarıdır. İstenen bedel ise, o vakit bir kişinin tek başına çıkarabileceği bir meblâğ değildir. Dedem birkaç hayırhah dostunu bulur ve istenen parayı temin ederler. Aslında pek de büyük olmayan bu mahalle mescidi için muhammen bedelin 1 lira fazlasıyla 71 Lira karşılığında satın alırlar. Mescit artık şahısların mülkü olmuştur. Gerçi yapı oldukça eskidir ve sağlam halde değildir, o haliyle de olsa ibadethane olarak bir süre daha kullanılmaya devam edilir. Fakat belgesel olacak hikâyesi daha bitmedi...
1980 darbesinden sonra ihtilâlciler bazı alanlarda 1940’lı yılları hortlatmaya çalışır. Bitlis Vakıflar Bölge Müdürlüğü, şahıslara geçmiş vakıf mallarına el koymak için bir çalışma başlatır. Darbe sonrası hukukun pek de umursanmadığı günlerde, vaktiyle amacı dışında kullanılmasının önüne geçilmesi için satın alınan mescidin tapu iptali ile Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tescil edilmesi talebiyle dava açılır. Gerçi darbeden aylar önce dedem vefat etmişti. Fakat vefatından önce amcalarıma sıkı sıkı tenbih etmişti; "Bu camiye sahip çıkın, ayakta uzun süre kalacak gibi değil, yıkın ve bir imkân bulup yeniden inşa edin" diye...
Açılan dava tam 12 sene devam eder. Lügatinde pes etmek, yılmak ve vazgeçmek olmayan cengâver ruhlu Bahattin amcam, dedem dışındaki diğer hissedarların bir kısmı hapiste olan, bir kısmı yurdun dört köşesine dağılmış onlarca mirasçısını bulur, muvafakat ve vekâletlerini alarak bir yandan davayı takip eder, diğer yandan ayakta durmaya mecali olmayan mescidi inşa etme çabasına girer. Vaktiyle 1946 ve 1954 yıllarında mescidin arsası ve üzerindeki yapı için ödenmiş vergi makbuzları dava dosyasına ibraz edilir. Hadiseden haberdar olan yaşlı mahalle sakinlerinin şahitliği ve mahkeme hakiminin insaflı tutumu neticesinde dava lehimize sonuçlanır.
Hukuk zaferi kazanan Bahattin amcamın işi artık camiyi yeniden ayağa kaldırmak olmuştur. Abdulbaki ve Abdulkadir amcalarımın da destekleriyle cami her santimetre karesi değerlendirilmek üzere, üç katlı olarak projelendirilir. Caminin inşası için bir başka boğuşma başlar; Yıllar yılı bir devlet dairesinden diğerine tam 22 kurum ve kuruluşla seneler boyunca yılmadan mücadele edilir ve nihayet yapı ruhsatı alınarak 290 m2.lik arsası üzerinde Kur'an kursuyla, şadırvanı ve sair müştemilâtıyla kâmil manada inşa edilen mescit 1990 yılında ibadete açılır. Halk arasında Cami’ut Talle’a (Yokuş Camii) diye bilinen ecdat emaneti olan vakıf eseri bugün Siirt'te Karakol Mahallesinde Darusselâm Camisi adıyla hizmettedir.
Bunca emek, gayret ve mücadeleden sonra cami ibadethane olarak yapılmış ve artık vakfiye amacı dışında kullanılmaktan kurtarılmıştır. Caminin mülkiyeti tapuda bugün itibariyle birkaç müteveffa hissedar ile merhum dedemin mirasçıları adına kayıtlıdır. Camiyi Diyanet İşleri Başkanlığına devretmek istiyoruz. Ancak ne dedem ne de diğer hissedarların hiçbiri şu an hayatta değiller. Mirasçıların sayısı tahminen 100-120 arasındadır. Neredeler ve hangi haldeler, bilemiyoruz. Bu sebeple, macerasını anlattığımız mabedi ne hibe ne de devir edemiyoruz! İşin diğer bir tuhaf yanı, tapuda hissedarlar adına kayıtlı olan bu cami ve müştemilâtının yıllık emlâk vergilerini halen amcalarım ödemektedir.
Vakfiye eserlerden biri böylesi bir mücadeleyle kurtarılmış idi. Varın siz diğerlerini düşünün…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.