Mehmet Kırkıncı'nın, ilk görüşmede Bediüzzaman'dan istediği dua
Mektubu açıp üstada okudular. Üstad iki eliyle başımı tuttu, çekti, alnımdan öptü
Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin yeğeni Muhammed Kırkıncıoğlu ile yapılan röportajın III. Bölümü
Salih Okur/cevaplar.org
MEHMET KIRKINCI HOCAEFENDİNİN ASKERLİĞİ
Hocamdan çok dinlemişim. Gelibolu’ya askerliği çıkıyor. Askerde komutanı kendisini çok seviyor. O komutanın daha sonra tayini Erzurum’a çıkıyor. Ben o komutanı gördüm. Bizim dükkana geldi. İriyarı bir adamdı. “Mehmed burada mı” diye sordu. “Bey amca hangi Mehmed’i soruyorsun” dedim. “Mehmed Kırkıncı” dedi. “Onun burada işi olmaz. Yukarıda bir medresesi var” dedim. “Ya ben onun komutanıyım” dedi. “Komutanım, ben sizi ona götüreyim” dedim. Kümbete götürdüm.
Hocam ayağa kalktı, hemen tanıdı, sarıldı. Yerine onu oturtturdu, kendisi de karşısına oturdu. Sohbet ettiler.
İşte bu komutan tayini Erzurum’a çıkınca, hocamı da emir eri olarak yanına alıyor. Böylece hocam Ilıca’da Erzurum şeker fabrikasının karşısındaki askeriyede askerliğini tamamlıyor.
Komutan da o sırada hanımıyla başka bir şehire kursa gidiyor. Hocama diyor ki; “ben gelene kadar sen benim evimde kal.” Hocam böylece daha serbest kalıyor.
Hocam anlatırdı; “ben o komutanın evinin bir odasında kalmaya başladım. Ama ev işlerinden de bir şey anlamam. Ev öyle bir harabe kalmış ki hiç haberimiz yok. Komutan gelmeden Adilcevazlı bir asker arkadaşla evi temizledik. Kaldığım süre zarfında hiç yatak odasının kapısını açmamıştım.
Komutan geldi bana dedi ki; “ya sen nasıl bir adamsın? Hiç kapı açılmaz mı? Fareler yengenin bütün elbiselerini, perdelerini yemiş.”
Hocam demiş ki; “komutanım, orası mahrem bir yer olduğundan, ne ben ne kimse kapının kulpuna değmedi” demiş.
EFE HAZRETLERİNİ ZİYARET
Hocam o sırada duyuyor ki, Alvarlı Efe hazretleri Erzurum’dan Ilıca’ya gelmiş. Diyor ki; “bir gidip Efe’yi ziyaret edeyim.” Komutandan izin alıyor.
Hocam derdi ki; “Geldim ki Efe bir yer sofrasında oturuyor. Ben de askerim. Üzerimde asker kıyafeti vardı. Gittim, elini öptüm. Efenin gözleri az görüyordu. Kendimi tanıttım; “ben Hacı Celal Efendinin oğluyum” dedim, “Ooo Molla Mehmed hoşgeldin” dedi, yanına oturtturdu. Kendi eliyle yedirdi, içirdi. Arada iltifat ederek “nur Mehmed” diyordu. Hatta demişti; “siz buna bundan sonra Molla Mehmed demeyin, nur Mehmed deyin.”
CAMİDE DERS
“Neyse, benim izin saatim dolacaktı. Efeden izin aldım elini öptüm. Kalktım, çıktım. Yaşlı birisi kolumdan yakaladı; “Kurban, sen kimsin” dedi. “Sıradan bir kimseyim” dedim. “Yok” dedi, “Efe sana farklı davrandı, sen de mutlaka bir özellik var, yahu sen ne iş yapıyorsun?” “Hocayım” deyince “Ha tamam, sana Efe ondan dolayı öyle davrandı. Sen âlim bir adama benziyorsun. Ne okudun” dedi. Ben de; “Hocam Faruk beyden bir şeyler okudum” dedim.
Dedi ki; “ya biz Cihan Harbi’nden evvel okuduk, ama harp çıkınca askere gittik ve daha da okuyamadık. Sabah namazlarından sonra gelsen de, beraber ders okusak olmaz mı?”
-Murteza Efendi-
Meğer o zat orada bir camiin imamıymış. Köse hoca lakabıyla meşhur Murteza Efendi. Anlaştık, ders okumaya başladık. Böylece bir müddet ders okumaya devam ettik. Bir gün kendisine Bediüzzaman Hazretleri’ni sordum.
“Cihan Harbi’nden evvel Erzurum’a gelmişti, kendisini burada ziyaret ettik, duasını aldık” dedi. Üstad hakkında bütün bilgisi bu kadardı. Risale-i Nur Külliyatını görüp görmediğini sordum. Görmediğini söyledi.
“Bende Bediüzzaman Hazretleri’nin kitaplarından birkaç tane var, arzu edersen getireyim okuyalım” dedim. Kabul etti.
Sabahleyin Asa-yı Musa’yı alıp gittim. Dersten sonra Asa-yı Musa’yı okumaya başladık. Cemaat öyle bir hâle geldi ki, hep bekliyorlardı ki, hoca efendinin dersi bir an evvel bitsin de, ben Asa-yı Musa’yı okuyayım. Günlerce böyle devam ettik. Cemaatimiz içinde Tevfik Bey isminde bir zat vardı. Ilıca’nın zenginlerindendi. Babayiğit bir adamdı.
“Bu böyle olmaz” dedi. “Ben sana evci kâğıdı çıkartayım. Burada sana bir ev kiralayayım, akşamları cemaati topla, orada oku” dedi. Öyle sevindim ki, tarif edemem.
Tevfik Bey, komutandan bana evci kağıdı aldı. Çarşı yakınında bir ev tuttular. Akşamları orada Risale-i Nurlardan ders yapmaya başladık. Oda tıklım tıklım doluyordu. Bu derslere üç ay kadar devam ettik.”
İLK TUTUKLANMA
“Ben derslerde üstadın ismini zikretmeden anlatıyorum ama halk partili birisi anladı demek ki, şikayet etti. (Bu şikayet eden adamın ismini hocama söyletmeye çok çalıştıysam da, söyletemedim. “Olsun, hakkımız hukukumuz helal olsun, önemli değil” dedi.)
Eserleri o zaman çerçilerden alıyoruz. Onlar vesilesi ile gizlice gelebiliyor. Bir gün risale okurken camiye jandarma baskın yaptı. O zaman da Jandarma yüzbaşısı Fethi Gürcan’dı. Beni bir sobanın yanında sorguya çekti; “o vatan haini Kürdün kitaplarını nereden buldun” dedi. “Ben vatan haini Kürt filan bilmiyorum” dedim. “Peki eserlerini nereden aldın, getirttin” diye sordu, “Çerçiden aldım” dedim, “Ulan yalan söylüyorsun” dedi, hakaret etti, oradakilere “atın ulan kapıya” diyor, atıyorlar. Terlemişim, kapının orada soğuktan öleceğim. Kış, zemheri var. Meğer mahsus yapıyormuş.
Aradan bir yarım saat, kırk dakika geçiyor, “ya, hocam kusura bakma, ben sinirliydim. Sen müthiş bir insansın. Bu vatana ihanet etmezsin. Ben demin çok sinirlendim. Gel çay demlettim. Bir çay iç” diyor, beni sobanın yanına oturtuyor.
Çay içerken tekrar soruyor, tekrar anlatıyorum. Tekrar kan ter içinde kalıyorum, tekrar beni kapıya attırıyor. Böylece sabah namazı vaktine kadar beni sorguladılar. Bir gün orada kaldım.
Bölüğe haber gitmiş. Beni bölüğüme teslim ettiler. 29 gün bana disiplin hapsi verdiler. Bölükte de hapishane yok. İstihkam taburunun çadırlarının olduğu bir yer var, cam filan yok. Beni oraya attılar. İçeriyi tipi kar doldurmuş. Beni oraya attılar. Donuyorum. Soğuk. Oradaki bir kaç çadırı ayarladım, içlerine girdim. Yoksa öleceğim. Onların içinde nefes alarak ısınmaya çalışıyorum.
Uyuyakalmışım. Baktım sabah sesler geliyor; “benim hocam böyle yapmaz. Benim hocam öyle şeyler yapmaz.”
Baktım bölük komutanımız Üsteğmen Necmettin Koyutürk geliyor. Bölük komutanı kaldığım yerin pencerelerinin açık olduğunu, içeriye karların girdiğini görünce çok kızdı.
“Yahu her şeyden önce bu, bir Türk askeridir. Aynı zamanda bir din adamıdır. Hiç insaf ve merhametiniz yok mu? Böyle bir yerde asker hapsedilir mi?” dedikten sonra emir vererek kaldığım yerin pencerelerini taktırdı. İçeri bir de soba kurdurdu ve: “Ben seni buradan en kısa zamanda çıkarmaya çalışacağım” dedi ve dediği gibi de yaptı.”
Üstadın bu yakalanmadan haberi oluyor. Üstad bunu duyduktan sonra hocama bir harçlık da gönderiyor.
BAYBURT’A MÜFTÜ YAPILMAK İSTENMESİ
Hocam askerlikten döndükten sonra Bayburt eşrafının isteği üzerine Bayburt’a müftü olarak isteniyor. O sırada iki icazet almış durumda. Bu durumu, sanırım o zaman Erzurum müftüsü olan Sakıp Efendi de münasib görüyor.
Hocam bu talebi dedeme haber veriyor. Dedem çok sinirleniyor. Diyor ki; “ben sana hakkımı haram ederim. Ben seni okuttum ki sen de Allah rızası için talebe okutasın. Hacı Musa çalışacak, kazanacak. Benim malım ikinize de yeter” diyor. Böylece hocamın resmi bir hizmete gitmesinin önü kapanıyor.
ÜSTADI ZİYARET
Hocam eserlerden okudukça etkileniyor ve Üstadı ziyaret arzu ediyor. Vefat hastalığı sırasında bir gün nöbetçi olarak yanında refakat ediyordum. Konuşabilecek durumdaydı.
“Hocam, Üstadı ziyaretinizi hatırlıyor musunuz” diye sordum.
“Allah Allah, o anlar nasıl unutulur” diye cevap verdi.
“Nasıl olmuştu” dedim. Dedi ki; “Yanımda okuyan bir talebemle birlikte Trabzon-Samsun-Ankara güzergâhından Isparta’ya gitmek üzere otobüse bindik.
“Isparta’ya gitmeden Ankara’ya uğramıştım. Orada Samanpazarı’nda risaleler basılıyordu. Dershanedeki ağabeyler, Üstada ulaştırmak üzere Risale formaları verdiler; “Sözler’in yeni çıkan şu formasını Üstad’ımıza verin. Zira her yeni forma Üstad’ın tashihinden geçiyor. Ayrıca bunu götürmekle hem bir hizmet etmiş olursunuz, hem de Üstad sizi memnuniyetle kabul eder” dediler.
Isparta’ya gittiğimizde ziyaret esnasında formayla beraber bir de mektup verdim. Mektubu yolda yazmıştım. Görüştüğümüzde, heyacanlanıp sıkılarak, huzurunda bir şey konuşamam endişesiyle Üstad’a bu mektubu yazmış ve kendisinden Risale-i Nur’u anlama ve son nefesime kadar ona ihlâs ve sadakatla hizmet etme hususunda dua istirhamında bulunmuştum.
Mektubu açıp üstada okudular. Üstad iki eliyle başımı tuttu (hocam da bunu anlatırken iki eliyle benim başımı tuttu) çekti, alnımdan öptü.
Sordum; “hocam, Üstaddan Risale-i Nur’u anlama ve anlatma hususunda dua etmesini rica etmişsiniz.”
Hocam dedi ki; “onu mektupta yazmıştım. Yanında söyleyemezdim. Üstadın ağırlığı insanı basıyordu.”
Ben şunu çok samimi olarak söyleyeyim; hocam kadar Üstada ve Risale-i Nur’a meftun ben ikinci bir adam olduğunu zannetmiyorum yani. Ben bugün size, yarın ahirette şahid olarak söylüyorum ki, dünyayı bir tarafa koy, üstadı bir tarafa koy. Üstadı öyle seven bir zat.
Not: Hocamız bir derste şöyle anlatıyor; “Bir yerde görmüştüm. Üstad diyor ki; “Ya Rabbi, Sen benim sesimi bana beğendirme.” Düşünüyordum, acaba bu ne demek diye. Bir gün merhum Tahiri Mutlu ağabeye bunu sordum. Dedim; “Tahiri ağabey, Üstad “benim sesimi bana beğendirme” diyor. Dedi ki; “Ahi! (O, ahi (kardeş) diye hitap ederdi) Sen ne konuşuyorsun? Onun sesinde olan tesir bambaşkaydı. Biz Denizli hapishanesine girdik. Üstadı ayrı bir koğuşa koydular. Büyük bir koğuşta, yalnız, soba yok. Mevsim kış.. Arkadaşları yatırırdım, ben kalkar giderdim, kulağımı verirdim, Üstad evrad okurdu ya. Artık o ses bambaşkaydı.”
Bunu merhum Ali Çavuş’tan da dinledim. Kendisi bize Erek dağını gezdirdi. Orada bir yeri gösterdi. “Hocam, geçmişte burada bir ceviz ağacı vardı. Üstad gece o ağaçta istirahat eder, biz de talebe arkadaşlarla ağacın dibinde uyurduk. O yatma zamanını iple çekiyorduk. Üstad yukarıda evradu ezkarını okuyordu, biz de onun sesiyle mest olurduk. Ne uykumuz gelirdi, ne bir şey.”
Bir başka derste de şunları anlatmaktadır; “1952 olabilir Van'a gittim. Üstad sağ o zaman. Zübeyir ağabey bana bir mektup yazmıştı; "Hocam, Üstad bana diyor ki, "daha ben oralara bir daha gidemem. Sen benim bedelime o eski vatanımı bir gez." Ben de hastayım, sen benim bedelime oraları bir gez, dolaş" demişti.
Van'da nur talebelerinden Kuralkanlar ailesine misafir oldum. Kuralkanların dükkânının karşısında bir çay bahçesi vardı. Büyük bardaklarla çay getirirlerdi. Hep ihtiyar adamlar, ben o zaman gencim. "Bana da hepsi "Seyda'nın talebesi" diye hürmet ediyorlardı. Baktım bunların hiçbiri Risale-i Nur'u bilmiyor, Risale-i Nur'dan haberleri yok. "Acaba bunlar Üstada neden hayranlar" diye düşündüm.
O ihtiyarlara dedim ki; "Sizin Üstaddan bu memnuniyetiniz nedendir?"
Bir ihtiyar "Aman efendi, ne söylüyorsun? Hayatımızı ona borçluyuz" dedi.
"Nasıl" dedim, "Şeyh Said hadisesine karışacaktık, o bizi ikaz etti. Sonra daha evvel de Ermenilerin zulmünden bizi o korudu" dedi. (Salih Okur)
Not: Hocamız yine bir dersinde şöyle demektedir; “Üstadı 1926'da Barla'ya sürgün ettiler. Barla'ya o zaman vasıtayla gidilemezdi, atla veya katırla. Biz de ilk ziyaretimizde öyle yaptık. Kimseyle görüşmesin, unutulsun gitsin isteniyordu. İşte o Barla Üstada bir kürsi oldu. Bir kurşun kalemi eline aldı, bu eserleri yazdı orada.
Üstadın Barla'ya ilk getirildiği günü rahmetli Sıddık Süleyman ağabey bana şöyle anlatmıştı; "Bir gün öğle namazına yarım saat var, yağmur yağmış, hafif serpiştiriyor. Kapıda oturmuştum, öğle namazına gideceğiz.
Baktım nahiye müdürü önde, arkasında acip kıyafetli bir zat, onun arkasında karakol kumandanı geliyorlar. Nahiye müdürü imama dedi ki; "Bu hocaefendi bizim misafirimiz. Bu zat diyor ki; "burada medrese varsa ben orada kalırım, başka yerde kalmam. İmam dedi ki; "Müdür bey, medresenin kapandığı çok oldu. Orası şimdi, rutubetlidir, kullanılamaz." Üstad dedi ki; "Bir açın bakalım, ben bir bakayım." Açmışlar. Üstad dedi ki; "ben burada kalacağım."
Sıddık Süleyman ağabeyin anlattığına göre müdür imama diyor ki; "bakkala filan söyle, buna kağıt-kalem satmasınlar." İmam diyor ki; "Müdür bey yahu bu ihtiyar bir adam. Bunun neyinden korkuyorsunuz." Düşman iyi anlamış Üstadı, çok iyi anlamış. Ama inayet-i ilahiye yardım etti, bu hizmeti bir kurşun kalemle başlattı.” (Salih Okur)
Devam edecek
Mehmet Kırkıncı Hocaefendi'yi rahmetle anıyoruz: İşte aile şeceresi
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.