Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Mezar soyguncularına madalya mı taksaydım?!

Nurların rahle-i tedrîsine oturduğumda henüz küçücüktüm, on dört-on beş yaşlarında bir köylü çocuğu... Aradan otuz küsûr yıl geçmiş, tahsilimi ikmâl edemedim; Nurları hecelemeye devam ediyorum... Biliyorum ki, Hazreti Azrail emanet kabzı için geldiğinde de bu tedrîsât tamamlanmış olmayacak. Olmayacak, zirâ büyük ummanlar kulaçlarla aşılamaz...

Bugüne kadar herhangi bir makaleme gelen tenkîdât sebebiyle mevzua bir daha dönme ihtiyacı duymadım. Muhatablarımı kaale almadığımdan değil, herkesi ikna etme ve aynı çizgiye taşıma güçlüğünü tecrübelerle tahsil ettiğimden. Kaldı ki, düşüncemin serhadleri hisarlar gibi katı ve muayyendir, müphemin büyüsüne kapılmam. Yazdıklarım, dostlarıma çoğu zaman “oh”, hasımlarıma “ah” çektirir. Zirâ bir kavga meydanına düşmüşüm, melâlli bestelerin uçuştuğu bir koy değil yaşadığım topraklar, nâra ve çığlıkların yükseldiği asırlık bir savaş meydanı. Süfyan ile Mehdi’nin kavga meydanında seyirciye ihtiyaç yok, seyirci değilim; kavganın orta yerindeyim ve burada ölmek istiyorum...

Girizgâhın sebebi, bir müddet önce kaleme aldığım, “Nâzım’a vatandaşlık tamam; ya Beduüzzaman’ın kabri?” (1) başlıklı makalem... Yazının maksadı 1960 felâketini bu millete yaşatan darbeci debbaşların Üstad’ın kabrine revâ gördükleri çirkin zulmü bu vesileyle bir daha suratlarına çarpmak ve Nâzım’ın hâtırâsına bile şefkatle yaklaşan mevcut iktidarı bu zulmün ortağı olmaktan kurtulmaya dâvetti...

Tahmin ettiğim gibi oldu... Nur şâkirdlerinden eli kaleme uzananlar fakire Üstad’ın vasiyetini hatırlatıyor ve gafletime taaccüb ediyorlardı... Küçük bir grub ise neden geçmiş iktidarları değil de, mevcut iktidarı bu noktadan zorda bıraktığımı soruyordu... Kısacası çeyrek asır peşinden sürüklendiğimiz Demirel’e bu suali tevcih etmeyişimi hatırlatıyorlardı...

Önce, siyâsî endişenin kanatlandırdığı itirazları göğüsleyelim... Suali Demirel’e değil de Tayyib Erdoğan’a sormam, ikinciye daha yakın ve daha dost olduğumu gösterir. Sonra bu suale vesile teşkil eden sebeb-i kıyas, Nâzım Hikmet’e iade edilen vatandaşlık hakkıdır ve vakâ şimdi vukû bulmuştur... Üstelik fakiri okuyanlar, ferdleri değil, tek tek hâdise ve düşünceleri değerlendirdiğimi takdir ederler. Şiarım, hakikat nerede ve kimin elinde olursa olsun sahip çıkmak; yanlış ve yalanı ise imhâ etmektir. Bu tavrın hayatımdaki semeresi, ömrümü onuncu köy aramakla tüketmiş olmaktır...

Üstâd’ın vasiyetnamesine gelince, önce kaynağa eğilelim:
"Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki âzamî ihlâs için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mânevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur’daki âzamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu mânâyı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler." (2)

Ve:
“Bu mübarek bayramda şiddetli hastalığı için talebelerine dedi: "Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü, dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor."
“Biz de Üstadımızdan sorduk:
"Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz?"
“Cevaben Üstadımız dedi ki:
"Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik, verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismiyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile, eski zamandaki lillâh için ziyarete mukabil, ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir. Öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-I Nur’daki âzamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun, okudukları Fatihalar o ruha gider.
"Dünyada beni sohbetten men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men etmeye mecbur edecek" dedi.(3)

Şimdi... Üstâd’ın nokta-i nazarı ile debbaşların hareket noktası arasındaki uçurumu ne ile kapatacaksınız? Kader, bir hikmete binaen adalet etti diye, zâlimlerin zulmünü hoş mu göreceğiz, yoksa zulümlerini yüzlerine çarpıp, aksi gerçekleşinceye kadar zulmün telâfisi için mücadele mi vereceğiz? Kaderin adalet ettiği noktada mü’mine düşen, zâlimi hoş görmek mi, yoksa ref’ edemediği zulmün dehşeti altında toz yığınına dönmemek, kaybetmemek için muvakkat bir teselli ile direncini mi toplamaktır?

İlâhi hikmetin tecelliyatına sebep oldular diye, zâlimlere madalya mı takmamız gerekiyor? Yoksa lütfedip, Bediüzzaman’ın kabri şuradadır, demek istediklerinde esef ve telaşla ağızlarını mı kapatmalıyız?

Sonra âmm ile mutlak olanı tefrik etmek de vazifemiz değil mi? Üstâdı’n vasiyetine esas teşkil eden gizlilik meselesi acaba kıyamete kadar mıdır? “Bu dehşetli zamanda...” diye başlayan cümlenin şümûlu kıyamete kadarsa, Mehdi ne diye dünyaya teşrif buyuruyor? Geliş sebebi İslâmiyet hakikatini yaşanır kılmak ve bunda muvaffak olmak değil midir?

"Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin." Mâide Sûresi, 5:51. Nehyinin âmm değil mutlak olduğunu kayıddan sonra “Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.” Diyen Üstâd şöyle devam ediyor:
“Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.”(4)

Âyetin hükmünü bile sebe-i nüzûl ile kaydeden ve “Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz.” buyuran bir Üstâd’ın tilmizlerinin zaman ve mürur-u zamanı tâkip ve tahlilde isteksiz davranmaları kabul edilebilir mi?

Devlet Bediuzzaman’dan özür dilesin, buyuranlar var... Nasıl olacak bu? Bir taraftan özür dileyerek, öbür taraftan ise kabrini gizlemeye devâm ederek mi? El insaf yahu! El insaf ve iz’an...

Hulâsa, ilk makalemde musırrım: Devlet Bediüzzaman’ın kabrinin yerini ifşâ etmeye mecburdur; bugün söylemezse yarın söyleyecektir, buna mahkûmdur. Ve talebimi daha gür, daha kararlı ve daha musır bir daha haykırıyorum:

Sayın Başbakan! Bediüzzaman’ın kabri nerede?...

Dip notlar:
1- http://www.hyilmaz.net/Sayfala.asp?nereye=YAZIOKU&ID=709
2- http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=EmirdagLahikasi&Page=417
3- http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=EmirdagLahikasi&Page=420
4- http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Munazarat&Page=70

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.