Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Akşam Yemeği Olarak Çarıklarını Yiyen Adamlar!

Mardin yöresinde dağlık bölgeler ve düz ovalar vardır. Dağlık bölgelerde yaşayanlara genellikle “Dağlı” (Çiyaî), düz ovalarda yaşayanlara da “Ovalı” (Berrivanî) derlerdi. Dağlıların yaşadığı bölgelerde su olduğu için birçok sebze yetiştiği gibi kayısı, nar, üzüm, incir, armut gibi meyveler de yetişiyordu. Ne var ki, tahıl yetiştirecek araziler çok azdı. Ovada ise meyve olarak sadece susuz yetişen kavun-karpuz varken bol miktarda tahıl yetişiyordu. Bu yüzden dağlılar çoğunlukla kışlık tahıl ihtiyaçlarını ovadan temin ederlerdi. Bu tahılı genellikle parayla değil, mal değişimi suretiyle satın alırlardı. Örneğin ovada bulunmayan meyve ve sebzeleri merkep veya katırlarla köylere götürür, tahılla takas eder gelirlerdi.

Devir, maddi-manevi kıtlığın hâkim olduğu tek parti devriydi. O yıllarda dağlı ahali sıkça ovalıların köylerine gittiği için ova köylerindeki insanlar dağlılar kadar misafirperver değillerdi. Kıtlık döneminde kimse yiyeceğini paylaşmak istemiyordu. Ancak neredeyse her hafta bir-iki dağlı ovalıların kapısını çalmaktaydı. Onlar da bu sık uğrayan misafirleri ağırlamak istemezlerdi. Bu yüzden dağlılar mümkün mertebe, ovalıların kapısını çalmamak için akşama kalmak istemezler, günübirlik evlerine dönmeye çalışırlardı.

Bugün size trajik-komik bir öykü anlatacağım. Olay, kıtlık yıllarında, bizzat yaşadığım köyde, köylülerimizin başına gelmiştir. Bir köylümüz rahmetli babama anlatmıştı. O köylümüzden dinleyelim:

“Bir sonbahar günü, yüklerimizdeki yaş ve kuru sebzeleri buğdayla takas etmek üzere ova köylerine gitmiştik. Akşama kadar köyleri kapı-kapı dolaştığımız halde yüklerimizdeki sebzeleri bitiremedik. O gece bir dostumuzda misafir kaldık. Ertesi gün yolumuz üstündeki köyleri dolaşarak kalan eşyalarımızı buğdayla değiştirmeye çalıştık. Yine de bitiremedik. Bir gece daha ova köylerinde kalmak istemiyorduk. Geceleyin eve varsak bile ikindiden sonra evin yolunu tuttuk. Ama bir sonbahar yağmuru başladı ki sorma gitsin; göz gözü görmüyordu. Hem fırtına vardı, hem şiddetli bir yağış... Artık yola devam etme imkânımız kalmamıştı. Çarnaçar ve umutsuz bir şekilde, yolumuz üzerindeki en yakın bir köyde, bizi misafir edecek bir ev aradık, fakat nafile… Kapısını çaldığımız evler ya hiç kapıya çıkmıyorlar ya da, kapıyı açmadan ‘Kardeş yerimiz yoktur, misafir kabul edecek durumda değiliz’ diyorlardı.”

“Gece hem karanlık hem yağışlı olunca bastığımız yerleri görmeden yürüyorduk. Üstelik ayaklarımızda ham sığır derisinden yapılmış kaygan çarıklar vardı. Bu çarıkların kötü bir huyu vardı; suyla temasa geçince yumuşacık oluveriyor ve çamurda kaydırıyorlardı. Işığa yönelerek ev aradığımız için hangi kapıyı kaç kere çaldığımızı bilmiyorduk. Köy büyüktü; belki de dönüp dolaşıp birkaç kez aynı eve geliyorduk. Nihayet büyük bir kapının önünde durup kapıyı çaldık. Zayıf, pos bıyıklı, elbise giydirilmiş iskelete benzeyen bir adam dışarı çıktı ve, ‘Size daha önce de yerimiz yoktur dedik ama üçüncü defa geldiniz; e buyurun, ne yapalım, bir gece idare ederiz’ dedi. Ben ve arkadaşım adamın sesinden çok rahatsız olmuştuk. Adeta uğursuzluk getiren bir baykuşun sesine benziyordu.”

“Adam buyur etmişti etmesine ama sesi meçhul bir intikam hissini barındırır gibiydi. Elinde cılız bir idare lambası vardı. Lambanın alevi, rüzgârın şiddetinden ha söndü ha sönecek şekilde tir tir titriyordu. Adamın yüzü net görünmüyordu ama karanlıkta, ağzının içindeki uzun dişleri bembeyaz görünüyordu. Gözleri, içinde birer karanlık saklayan iki derin çukuru andırıyordu. Sebebini bilmeden, daha ilk karşılaşmamızda adamdan nefret etmeye başlamıştık. Ama ne yapalım mecburuz, diyerek avluya girdik.”

“İçeri girdiğimizde varlıklı bir ailenin avlusuna girdiğimizi anlamıştık. İki katlı bir ev, müştemilat ve ağıllar… Önce hayvanlarımıza yer gösterildi. Yüklerimizi indirip hayvanlarımızı yerleştirdikten sonra misafir odasına alındık. Odun sobası yaktılar; yatsı namazını kıldık. Isındık ve ıslak elbiselerimiz kurumaya başladı. Adam nereli olduğumuzu ve ne zamandan beri yolda olduğumuzu sordu. “Tuhup köyündeniz ve bir buçuk gündür yollardayız” diye cevap verdik. Bizi sorguya çeker gibi birkaç soru daha sordu Adam soru sordukça her kelimesi içimde kötü hisler uyandırıyordu. Bu yüzden sorularına çok kısa cevaplar veriyorduk. Epey bekledikten sonra sofra geldi. Tabağın içinde, ince ince kıyılıp tereyağında kavrulmuş sert et parçacıkları vardı. Etlerin gayet güzel ve çekici bir kokusu vardı; ekmekle yedik. Bir müddet sonra da, yorgun olduğumuz için uykumuz geldi ve yattık.”

“Sabah namazına uyandık. Yağmur dinmişti. Soba üzerinde pişen mercimek çorbasının kokusu ta bulunduğumuz odaya kadar geliyordu. Sofra erkenden hazırlanmıştı. Çorbalarımızı içtik ve hemen yola çıkmak için hazırlık yapmaya başladık. Önce çarıklarımızı aradık. Ama o da ne? Deri çarıklarımız bıraktığımız yerde değillerdi. Ev sahibine sorduk; ‘Çarıklarımız… Onları buraya koymuştuk…’ dedik. Adam sabah mahmurluğuyla gözlerini ovuşturdu. Pos bıyıkları intizamsız bir şekilde dudaklarını kapatmıştı. Kulaklarını kapatan saçlarındaki kir o kadar belirgindi ki, en az bir aydır su yüzü görmemişti. Şöyle bir doğruldu ve bize, “Çarıklarınız mı? Dün akşam yemeğinde onları afiyetle yediniz, hatırlamadınız mı?” dedi. Dehşet içinde kalıp elimizi ağzımıza götürdük. Arkadaşımla birbirimize baktık. Yüzümüzde acı bir tebessüm vardı; beynimizden vurulmuşa dönmüştük.

“Ben, ‘Yani siz dün gece çarıklarımızı mı bize yemek yaptınız?’ dedim. Adam, ‘Evet; biz iki kere size, yerimiz yok dediğimiz halde üçüncü kere kapıya geldiniz. Yiyecek başka şeyimiz yoktu. Yumuşamış çarıklarınız en uygun yemek malzemesiydi; tereyağında kavurduk; siz de afiyetle yediniz’ dedi.”

“Adamın gözlerindeki şeytanî parıltı, burnundaki yamukluk birer uğursuzluk alameti gibiydi. İlk karşılaştığımda neden adama karşı meçhul bir nefret duyduğumu yeni anladım. O kadar üzülmüştüm ki yıkılmamak için, yumruklarımı sıkıp duvara yaslandım. Yalın ayak kalmıştık çünkü. Başımızı iki avucumuz arasına alıp düşünmeye başladık. Acaba bunca yolu yağmur, çamur içinde nasıl yaya olarak tepecektik?”

“Korkunç bir şekilde paniklemiştik. Ümit ve ümitsizliğin kucaklaşmasından doğan karışık hisler içindeydik. Nihayet kendimizi topladık ve hayvanlarımızı çıkardık; yüklerimizi bindirip yaya olarak yola çıktık. Belki de bütün faziletleri tüketmiş olan o adam, kimse bir daha kapısını çalmasın diye bize böyle bir ders vermek istemişti.”

İşte maddi-manevi kıtlığın hâkim olduğu tek parti döneminden küçük bir tablo. Tek parti dönemi sadece geçiş rejiminin sebep olduğu maddi bir kıtlıktan ibaret olsaydı bu fazla önemli sayılmazdı. Ne yazık ki o dönem, geçmişimizi ağır bir dille suçlayan, geçmişe ait ne varsa değiştiren ve yakan, dinimizi yobazlık kaynağı gösteren, geleceğimizi de karartan bir diktatörlükten ibaretti. Bugün ekonomiden kültüre, dış ilişkilerden askerî güce ne kadar eksiğimiz ve zaafımız varsa, hepsinin temelinde o dönemin izleri vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum