Mustafa Sungur, hem onunla hem onsuz elli yıl

Bediüzzaman Ayetü'l-Kübra’da kainattan Halıkını soran bir seyyahtır, Sungur Abi ise kainatın halıkını tanıttırmayı gaye edinmiş bir seyyahtır. Manevi evladı ile  Üstadı arasında benzerlik budur. Onun kadar ders yapan ve sayahat eden bir başka talebesi yoktur. Her vesile ile yola çıkmaya hazır bir asker gibidir. Zaman, zemin, mevsimler, uzak  yakın onun  için birdir. Bediüzzaman onun için “Sungur  kasaba kasaba  şehir şehir gezecek, küfrün bel kemiğini kıracaktır” der. Onun televizyonu ders yaparken yüzlerini seyrettiği insanların medrese sahnesindeki duruşudur. Kahvesi de orada içtiği çaydır.

Atmış ihtilali  bir kabus gibi ehli imanın üstüne yıkılmıştır, o ümitsizlik günlerinde Surgur Abi bombanın patlaması ile etrafa dağılan parçaları toplamak için Anadolu’yu iki kere dolaşır. Erzurum’a uğrar, Kırkıncı Hoca onun cemaate yeni bir hareket verdiğini ifade eder. O karanlık günlerin atmosferinde herkes ümitleri kırık bir vaziyette iken o Üstadı gibi ümit dağıtır ve cemaati toparlar. Müslümanların ve aydınların başına oynanacak bir büyük oyundan dolayı Sungur Ağabey üzgünlüğünü Bayram Abi’ye nakleder o da “Merak etme bir şey yapamazlar“ der, dediği gibi de olur. Rüyasında Peygamberi Zişandan “Nevi beşeri gezeceksin“ emri teşvikini almıştır ve öyle hareket eder. Yetmiş günde Türkiye’yi iki defa devrederler, Anadolu’nun üstündeki siyah örtüyü kaldırdıkları gibi, hizmet için de yeni  bir ümit havası oluştururlar.

Karakollarda kısa süreli bekletmeler, tehir edilmiş mahkemeler ile seyahat hız kazanır, bunlar “artar cihatla şavkımız”ı okur yollarına devam ederler. Gezerlerken arkadaşı bir rüya görür “Üstad elinde bir kalem önünde  Türkiye haritası, kalemin ucundan alev çıkıyor, kalemi şehirlerin üstünde gezdirerek  ta Rize’ye kadar işaretliyor.” Bunu görünce daha şevkle yola devam ederler. Seyahatleri Zübeyir Abi teyid eder ”Kardeşim Nurculuk Sungur’unki gibi olur. En tehlikeli zamanda  Anadolu’ya gezerek  beş yüz kişi ile ders yapıyor“ der. Seyahatlerin sonunda “Yirminci Asrın Kur’an Aşıklarına Mektup“ diye bir mektup kaleme alınır ve Anadolu’ya dağıtılır. Mektup şöyle nihayet bulur. “Öyle ise ey Türk kardeş, senin öz bağrından çıkan ve Türk lisanıyla intişar eden ve Mucize-i Kur’an’iyenin nurları ve medar-ı fahrin olan bu hakikatlara bütün varlığınla  sarılarak  kahraman ecdadının  aziz şehid ve velilerin ulvi hatıralarını devam ettir. Ve insanlığın son devresinde Kur’an’ın sadasını kainata neşret. Evet şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada İslamın sadası olacaktır.“

Fethullah Hoca Bediüzzaman’ın etrafındaki Sungur ve benzerlerinin durumunu anlatır. Asrı saadette  Resulullahın (asm) etrafında  gençlerin toplandığını, ikinci dirilişte ise ahirzamanda Bediüzzaman’ın etrafında  Zübeyr, Sungur, Bayram, Ceylan, Tahiri gibi isimler seçilmiştir. Her birinin Abdurrahman’ın bıraktığı boşluğu doldurduğunu söyler. Fethullah Hoca özellikle Tahir ve Sungur ağabeylerin kıldıkları namazın meclubudur. Fethullah Hoca Sungur Abi için “Sungur Ağabey Bediüzzaman’ın mesleğine çok bağlıdır, çok vefalıdır. Ben kırk senedir tanıyorum, bir dirhem vefasızlık yapmamıştır ve hiç değişmemiştir“ der. Bediüzzaman’ın etrafındakiler sahabe safvetinin temsilcileridir. Sungur Abi de onun için “kalemi gibi kalbi de harika“ tavsifi üstadanesini kullanır.

1962’de Milli Birlik Komitesi zamanında bir tutuklama olur, güzide Nur talebeleri tutuklanır, onun da adı geçince  gider ifade verir, komisere “Serbest miyim?“ der, komiser “Eğer davanı inkar ediyorsan serbestsin“ der. Sungur Abi komisere “Ne  demek davanı inkar ediyorsun, benim davam hırsızlık, kız kaçırma davası değil,  iman-ı Billah davasıdır” diye haykırır ve dilediklerini yapmasını ister. Kelepçe için ellerini uzatır. Daha sonra Ankara’da tutuklanırlar. Birer ikişer koğuşlara dağıtılırlar. Ellerinde kitap yoktur. Sungur Abi, İsm-i Azam ve Sekine dualarını yazıp  mahkumlara dağıtır. Hapiste iken Salat-ı terficiye okunur, onu bir tek Mustafa Özsoy bitirmiştir. Mahkeme günü bir tek o tahliye edilir.

Mersin’de hapisteyken Abdullah Yeğin Abi ve Kırkıncı Hoca Efendi ziyaretlerine gelir, Muhakematı yeni harflere çeviren Kırkıncı Hoca onlara bir tane hediye eder. Bekir Berk davayı savunur, Romancı Emile Zola’nın Dreyfus   davasından hareketle mahkemeyi insafsızlıkla suçlar. Mahkemeye dilekçe yazarken elinden kalem fırlar ve kendisi “nerdesin ey Üstad“ der, o olaydan sonra tahliye olurlar. Demek onunla ve onsuz yaşayan Sungur Abi farklı dünyaların insanıdır.

Sungur Abi ders sırasında orada mevcut herkese  kitap dağıtır ve kitaptan takib ederek, zaman zaman okuyanları değiştirerek ders yapar. O, nurlara çok vakıftır, istediği yeri eline aldığı kitapta hemen çıkarır ve okur. Arkadaşlara “Açık saçıklığı hafife almayın, ona karşı hassasiyetinizi kaybetmeyin ve gevşemeyin” der. Konuşmaz konuşturulurdu, zamana  zemine göre farklı konuşurdu. Üstad ona “sen hasta olmayacaksın“ demiş, zaman zaman şekeri çok yukarı çıksa da yine o normal hayatını devam ettirir. “O Dr. Sadi Çeleğen’e göre “sıra dışı bir hasta”dır. Ben Haldun Taner’in Şanlı Hastalar diye bir denemesini okumuştum, dünyadaki birçok büyük adam ileri düzeyde hastadırlar ama bu hastalık onların aktivitesini artırır. Üstad da bunlardan biridir. Onun karakterini Prof. İmadüddin Halil anlatır ”Bu zatta iki his adeta ictima ediyordu. Kayıtsızlık ile sorumluluk, fıtrilik ile muhakeme.“ Sungur Abi için Üstad “Sungur bana en geç sen ulaşacaksın“ der. Bu ifade de ilk talebelerine bir tahsis vardır, onun Üstad’a ulaşması ile bu halka bitmiş mi oluyor, öyle bir ima var.

Üstad “Seni Rusya’ya göndereceğim, orada medresemi açacaksın“ demiştir.  Tiflis ve Bakü’de açılan dershaneler, o ülkelerdeki ilk dershanelerdir. Rusya hizmetlerinin hız kazanmasında onun gayreti önemlidir. Kostruma’da iki buçuk yıl kalan Bediüzzaman o büyük camianın hutbesinden o bölgeler için dua etmiş denebilir, adeta oraların toprağını telkihe müsait hale getirmiştir, bu iki buçuk yıllık sürgün hayatı. Nasıl Isparta bütün İslam dünyasına açılan bir hitap kürsüsü ise,  Rusya’nın Şarkı şimalinde o kadar kalmanın kader noktasından izahı budur.

Seyahat emrini Üstad ve “Nebiyi Zişan”dan alan Sungur Abi defalarca Rusya, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’a gitmiş, oralarda medreseler açmış hiçbir coğrafya ve millet ile sınırlı olmayan bu tevhid bayrağı davasını  bütün dünyaya açmıştır. Rusya dinsiz kalamaz akli muhakemasiyle Bediüzzaman’ın tesbiti gerçekleşmiş onbin civarında cami açılmıştır bu ülkelerde.

Bir gün Bafralı Muammer Amca isimli bir Nur talebesi Üstad’a “Üstadım biz bu kitapları anlayamıyoruz, birisini gönder bize anlatsın“ der. Üstad da “Sungur’u size verdim” demiş, böylece Sungur Ağabey’i Karadeniz bölgesine tayin etmiş olur. Özbekistan’da hizmetin başlatılması hususunda tereddüd geçirir, yine de uçakla Taşkent’e giderler. Kimse ile temas da edemezler, bir camide karar kılarlar, açtırlar, Özbek Pilavı pişiren biri onlara yedirir. Bir minibüsle Ahmet Yesevi hazretlerini ziyarete giderler. Semerkant ve Buhara’da camilerde kalıp millete risale dağıtırlar. Daha sonra Tiflis’te dershane alırlar. Üstadın vaadi gerçekleşmiş olur. Azerbeycan’da elli-altmış kadar Azeri vakıf yetişir, Sungur Abi bunlara “Siz Rusça biliyorsunuz, ne duruyorsunuz” der onları tohumlar gibi Rusya’ya dağıtır. Sonra bu vakıflarla Rusya hizmeti büyür.

Bir defasında Moskova’nın kuruluşunun 850. yıldönümü kutlanmaktadır, Sungur Abi tam kutlama gecesi Moskova’ya iner, havai fişekler patlar bir şamata gösteriş, “neler oluyor kardeş” der. Ona “Ağabey elli yıldır sizi bekliyorlardı sizi böyle karşıladılar” derler. Neye niyet neye kısmet. Sungur Abi bir de Moskova Camii’nin açılışına katılır. Sungur Abi üç yüz kilometre kuzeyde Kostruma’ya gider arkadaşları ile, camiinin yerini görürler, nehir taşıp orasını götürmüş, Tatar mahallesi durmaktadır. Üstadı görmüş olan doksanlık Ayşe Apa ile görüşürler. Üstad ile ilgili hatırasını anlatır. ”Biz on iki yaşındaydık. Hoca camiide kalıyordu, camiyi temizleyip sobayı yakmaya gidiyorduk. O bizi görünce yüzünü çeviriyordu, bir ayağında başka diğer ayağında başka galoş vardı, ayakkabıları değişikmiş fakirlikten tabii” dedi.

Bir keresinde Azerbaycan‘a gelir, iki yüz kişi onu karşılar, polisler kimdir nedir diye sorunca, “Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesidir, Seyyiddir“ derler polisler de sıraya girer, resmi selam dururlar. “Hoş gelmişsen, şeref vermişsen, baş göz üstüne gelmişsen“ diyerek müşterek karşılama yaparlar. Daha sonra geldiğinde bir polis ona yaklaşıp “hoş gelmişsen ağam, senin verdiğin kitap mende durir” demiş. İlk geldiğinde bir kısım Sünni namesi bir kısmı da taşlarla namaz kılarlar, Sungur Abi hiç istifini bozmaz, ikinci geldiğinde herkes Sünni namazı kılar, Sungur Abi “geçen sefer taşlarla namaz kılanlar vardı onları küstürdünüz mü“ der. “Hepsi burada” derler. Onlar “abi sen rahatsız olma bir hakikatı taptık“ derler. Doktor Rauf Bey’in nurları tanıması başlı başına bir fasıldır. O da Sungur Abi gibi Risale-i Nur’a şok tesiri ile tabi olanlardandır. Kur’an‘ı ilmi bir şekilde tefsir eden kitaplar arar ve sonunda Nurları bulunca “tam içine düşmüşem” diyerek memnuniyetini belli eder. Bütün risaleleri alır, onları evine davet eder. Risalelerdeki  ehli dalalete dair yerlerin okunup geçtiğini görünce “A gardaş biz onları  yaşadık. Defalarca öldük öldük dirildik. Hayat hayattır diye bize telkin ediyorlar, biz de bir gün yatıp bir gün yatmıyorduk, Siz öldükten sonra isminizi fabrikalara verip  sizi yaşatacağız diyorlardı, biz ise “Gardaşım men öldükten sonra  adımı fabrikalara vermişsen  bana ne faydası var, doyurmuyordu bizi. Ruhumuz manevi azap içinde çırpınıyordu.”

Öyle bir Türkiye hasreti vardır ki içinde “Karadenizin lepelerine dalgalarına elimi salladım ki bunlar Türkiye’nin sahiline değmiş, dönmüştür diye, sınıra gider orada Türkiye’nin havasını içimize  çekerdik“ der. Nurları tanıyınca ”şimdi ben cennet hayatı yaşıyorum“ der. Üstad için “Allah‘ı bu derece tanımak olurmuş muş, bu derece Cenab-ı Hak insana bir ilim verim miymiş, bu kadar yüksek seviyede bir ilim varmış demek. Bu da bize gelmiş nasib olmuş. Ne kadar şükretsek azdır” der. Ömrünün son onbeş yılını hizmette koşturur, köylere gider gelir dershane açılınca hizmete devam eder, her pazarı hizmete ayırır. Rusya ve Türki cumhuriyetlerde büyük hizmetleri olur, hizmetler geliştikçe memnuniyeti  ve  şevki yüzünde okunur. Nurları tanıyan bir subay “ben Ayetü'l-Kübra’yı ezberleyeceğim” der. Prof. Dr. Sabir Aliyev Mesnevi’yi okur “Bu kitap ilhamla yazılmış, çok şirin bir dili var” der. Bizim ülfet ettiğimiz hakikatler onlara çölde su gibi gelir.

2000’li yıllardan sonra Rusya ve Türki cumhuriyetler hizmetleri alıp başını gider, dershaneler açılır, kitaplar tercüme edilir, Ruslardan diğer milletlerden nur talebeleri vakıflar artar, Müslüman olan Ruslar isimlerini değiştirirler, hizmete koşarlar. Asırlarca savaştığımız insanları Bediüzzaman aynı hakikatin naşiri durumuna getirir. Kılıcın yerini, silahın yerini Nurlar alır. Bu yüzden Sungur Ağabey’in Türkiye ve Rusya  Türki cumhuriyetlerdeki hizmetleri azameti zor anlaşılır bir hakikattir. Rusya’da Türkçe, İngilizce ve Rusça olarak 170 bin kitap basılmış dağıtılmıştır. O kadar hidayet hikayeleri var ki bir yazarın hidayet hikayeleri diye eser yazması  gerekir.

Üstad Hüsrev  ağabeye büyük önem verirdi, biz de kendi aramızda, Hüsrev Abi mi yoksa Mehmet Feyzi Ağabey mi derdik, Üstad ise “Rahmet-i ilahiyeyi taksime yeltenmeyin“ derdi. Bir gün ayakta duran Hüsrev Abi ile Sungur Abi’nin yanına gelip, elini Hüsrev Abi’nin kalbine koyar ve “Sungur bu kalp sana kafi gelmez” der. Bu cümle Sungur Abi’nin kalbinin daha şumüllü olduğunu gösterir, taşkın bir okyanusa benzeyen bir kalp. Üstadın hafızası konusundaki tesbit ve hatıra önemlidir. Bir gün Tahiyyat bahsi okunuyordu. Mevzu bir adam diye kendisinden bahsedilen yere gelmişti. “Manevi nurun ilim suretinde  beşerin kafasında cilvesinin bir cüzisi  tırnak kadar bir kuvve-i hafızaya malik bir adamın kafasında   doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda her günde üç saat meşgul olarak hafızasının sahifesinin  yalnız o kısmını  ancak tamam edebilmiş. Aynı adam seksen sene ömründe gördüğü  ve işittiği  ve merakını  tahrik eden  ve ona hoş gelen  manaları  ve kelimeleri  ve suretleri ve savtları  o tırnak kadar kuvve-i hafızasının  sahifesinde  istediği vakitte  müracaat edip  bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının  aynı şeylerini  orada bütün istediklerini  mevcut  ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.“ İşte bu bahis Nur Aleminin Bir Anahtarı olarak neşredildikten sonra  bir gün bu bölümü okurken buyurdu ki; “Bütün bunların kırk bin misli manevi müşahadetım vardır ki onlar da hafızamda yazılmıştır” dedi.

Üstaddan hatıralar nakleden Sungur Abi, “Üstad kendi başına eliyle vurur. Ve Keçeli derdi. Sen Rusya’da kumandana boyun eğmemişsin, nasıl oluyor da bir kadına boyun eğeceksin.” O bakmayı eğmek anlamında yorumlardı. O erkeklerde namus hissinin kadınlarda da şefkat hissinin kaybolduğunu  bu yüzden hayatı içtimaiyenin düzeninin bozulduğunu söyler. Ona göre Kur’an’ın  ve Nurların sırlarına ulaşmanın şartı zamanın cazibedar fitnesinden kadınlardan uzak olmadır. Bu fitne insanın yüz göz ve kalb nurunu söndürür, Nisa taifesinden uzak kalan ancak sırlara ulaşabilir, en büyük sır ise iman hakikatleridir. Beş altı yaşında iken annesi ile ekin toplamaya giderler dere taşar annesi endişe edince Üstad korkma anne yanında Said var der. Beni satırların arasında görebilirsiniz der. O cazibedar siyaset cereyanları sönse insanlar Kur’an dönecektir der. Süleyman Efendi’nin ölümü üzerine üç gün hasta olur, onun bir büyük müsibeti götürdüğünü söyler. Tahir Büyükkörükçü ile bir hatırası vardır. Üstad elini kendi kalbine koyar  diğer eliyle onun elini tutar, bütün vücudu bir cereyana kapılmıştır, ondan sonra Tahir Bey şairane yazmaya başlar ve konuşur. Kardeşi Abdülmecit “Seyda senin bu halin nedir alim olan kisve-i ilmiyeye bürünüp bir yerde oturur, herkes gelir ondan istifade eder. Sen bazen Başit başında  bazen hapiste  bazen cephede  bazen de Ferah tiyatrosundasın diyence “Sen onun için duada birinci tabaka talebeler arasında değil de beşinci tabakadasın“ der. Der ki “Muhittin-i Arabi benden çok  bahsetmiş ama mesleğini biraz tashih ettiğim için gizli bahsetmiş.” Bir gün çok öfkeli iken Tahir Abiyi görür, Üstadın yüzü birden tamamen değişir ve mütebessim bir hal alır, onun yeri  Üstadın yanında başkadır. En dindar şehir Urfa’dır ama Isparta nurlarla ona takaddüm etmiştir, ondan önde gelmiştir der.

Bir gün “içimden seni dövmek geliyor Sungur” der. Sebebi de Hizbü'l-Kur’an’ı risalelerin altına koyduğundandır. Bir keresinde Zübeyir Ağabeye bir tokat atmış, sebebi de çoraplar ile risaleleri aynı hizada taşımaktır. Hüsran-ı İslama Büyük Doğu ve Sebilürreşad’ın da ağladığını ifade eder, “Beraber ağlıyor hüsran-ı islama“ sözünü böyle yorumlar. Bu Akif ve Necip Fazıl’a olan sevgisini gösterir.

Üç beş kişi ile yapılan dersin önemini anlatır. ”Kardeşim biz burada  belki birkaç kişi ile ders yapıyoruz. Ama  bununla Anadolu’da  ders yapan binler cemaat arasına  girip onlarla beraber ders yapmış oluyoruz“ der. Yine okumanın adeta yeniden keşif olduğunu söyler. “Bu yeri belki onbin defa okumuşum. Yemin ederim ki  şimdi yeni okuyorum gibi ders alıyorum. Ceylan ve Zübeyr ikisi de şehittir” der. Ceylan şehid olunca teyid olur. “Bende çok keramet ve harikalar vardı, bütün onlar alındı. Yalnız keramet-i Kur’aniye ve Nuriyeye ait olanlar bırakıldı.” Üstad “siz hangi kitaba baksanız  benimle görüşmekten  on defa ziyade hakiki bir Üstadla görüşmüş olursunuz.“ Isparta’da  Zübeyr ve Bayram ağabeyleri beklerken  Üstad su deposunun üstüne çıkar ve kuşluk namazını kılar. Yine der ki “Bu zamanda namaz kılmayanlardan  veliler  gibi islama hizmet edenler var, Eşref Edipler, Necip Fazıllar, Osman Yükseller, Menderesler gibi. Kore’ye asker gönderme konusunda meclisteki CHP sözcüsünün sözlerini haklı bulur, o doğru kimden gelirse doğru der. Sungur “yemin ediyorum ki  şuur ve iktidarımın haricinde  istihdam ediliyorum. Ne velayet ne iktidar yok. Ben 23. sözdeki çocuk hükmündeyim.” Tevhidi ve armonikal baktığını anlatır. ”Ben sizin gibi mahdud sınırlı bir yere bakmıyorum. Bütün kürei arza birden bakıyorum. Hatta bir dağa bakmıyorum, bütün dağlara birden bakıyorum, aralarındaki muvazeneyi görüyorum.“ Ben meyveleri seyretmekten yüz yemek daha fazla haz alıyorum” der. Ankara için en kara Ankara oldu der, Sav’ın bir menzili oldu.

Bir gün talebelerine dönerek “Siz bana hizmet ediyorsunuz, acaba hizmetimizin karşılığında bize ne verecek  diyorsunuz. Ben size ücretinizi daha önce vermiştim. Siz Risale-i Nur okumakla ücretinizi almışsınız. Efendiler, emsaliniz şimdi  meyhaneden çıkmıyor.“ Risale-i Nur Kur’an’ın bu asrın fehmine uygun bir tefsiridir. Bu asrın fehmi fen ve felsefe ile kirletilen inancı yine fen ve felseyi iptal ederek inancı kurtarmaktır. Birbiri içinde yetmiş daire düşmanların bulunduğu bir dünyada bizim başarımız azami ihlastan ileri gelmektedir. Mesnevi dersimizin neticesi olarak berzahta yıldızdan yıldıza gezeceğiz. ”Şimendifer, tren veya otobüsle giderken temaşa levhaları  bağ ve bahçeler görülür. Eğer küre-i arz mesafe katederek görseniz ne kadar temaşa levhaları  olduğunu görürdünüz. Eğer dünya giderken  görebilsen  ne manzaralar var.” Ben istersem binlerce fedailerim var, buna lüzum yok. Sungur’a okurken Sungur senin kalbinin derinliklerinde olan Hasan Feyzi’nin gözlerinin önündedir.

Bir gün gezmeye çıktıklarında Sungur Abi geri döner. Üstad nereye deyince, Sözleri alacağım der, Üstad “Gel bugün de kainat kitabını okuyalım” der. Bir gün Üstadın cübbesini mektuba dayanak yaparak yazıyordum, hemen geldi “katiyen koydurmam“ dedi. Namazdan sonra 33 lailaheillallahı çekerken  ben Ayet ül Kübra’yı okuyorum. Üstad martın dokuzunda nevruzda bize ziyafet verirdi. Ahmet Feyzi Abi “Üstadım  risaleleri biraz gençlerin anlayacağı  tarzda şerhetsek  olmaz mı deyince Üstad, O zaman kendi imzanı atarsın demiş.“ Üstad tarikat ve tasavvuf tarzında değil marifetullah ve hakikat dersi verdiğini söyler.

Sungur Abi’nin eşi hatıralarını anlatır. “Bir gece Bekir Bey’le  Bayram geldiler. Karlı bir gündü. Çok üşümüşlerdi. Kalktım sobayı yaktım. Bir çorba pişirdim. O gün tarhana  çorbasının yanında  mayalı ekmek de yapmıştım. Bekir Bey’in çok hoşuna gitmiş. Ta Arabistandan mektup yazdı. “Çorbanı unutamıyorum, kuşlara selam, taşlara selam, ağaçlara selam.“

Sungur Abilerin köyünden Çanakkale’ye 29 kişi gitmiş hiçbiri dönmemiş, aynı köyde on yıl da Risale yazılmış, Osmanlıca olarak.

Fırıncı Abi , ilk defa Sungur Abi’yi 1956’da Üstadın yanında görür. Yunus Emrevari Üstadın yanında yanan bir  gençtir. Fırıncı Abi  Hüsrev Ağabey’e Risale-i Nur’u nasıl anlayacağız der, “Devamlı Ayet ül Kübra’yı okuyacaksın“ der. Sungur Abi bizim gibiler için bir idealdi, bir ulaşma menzilesiydi. Zor şartlarda fedakarlık ve hizmet sembolüdür. Bekir Abi mahkemeler Sungur Abi dersler yüzünden Anadolu, Zübeyr Abi’de ise plan program hakimdi. Fırıncı Abi Zübeyr Abi ile lakaydlıktan kurtuluyorduk der. Sungur Abi’nin bir özelliği de  Nurların sıhhatini koruma gayretidir. Salih Özcan “Üstadım risaleleri Latince basalım dedim“ Kur’an hattı unutulur“ dedi. Unutulmaz Üstadım dedim, ısrar ettim. İzin verdi bastık, Üstad Salih Özcan’a “perdeyi yırttın“ der.

Atıf Ural, Mustafa  Türkmenoğlu, Tahsin Tola, Said Özdemir bir araya gelip istişare ederek eserleri basarlar. Eserleri tashihe Üstad’a götüreceklerdir. Bediüzzaman “size bir vekilimi gönderiyorum“ der, Sungur Abiyi gönderir. Orada beş altı ay kalır risalelerin tashihine yardım eder. Salih Özcan’a Bediüzzaman “Sungur on evliya kuvvetindedir” der. Ali İhsan Tola’ya “Sungur ehassül havastır” der. Yani özel de değil çok çok özel bir insandır. Bediüzzaman onlara tesanüdü muhafaza edeceksiniz diye yemin ettirmiştir. Onun için yapılanlar Üstad, Bekir Abi, Tahiri Ağabey için de yapılmıştır. Badıllı Abi onun için “oğlum ve vekilim hitabına mazhar olmuş kişidir” der. Zübeyr Abi ihtilal günlerinde ihtilalcilerin şerrinden-  sakınırlar, Sungur Abi Anafartalar caddesinde bir kahvede ders yapar, bunu gören Zübeyr Abi “Bak ödlek Zübeyr ders al“ der. Badıllı Ağabey, ondan aldığı bilgilerle Mufassal  Tarihce isimli eserini süslediğini” söyler. Rusya’daki hizmetleri Mehmet Çalışkan’a hikaye eder. “Kardeşim dedi hiç sorma oralarda büyük fütuhat var. Sizin rüyada gördüğünüz gibi  Üstad’ımızın bütün haber verdikleri tahakkuk etmiştir. Oradaki vakıfları buralardaki dershaneleri görmek için yanımda getirdim. Oralar çok güzel.”

Mehmet Kırkıncı Hoca, Üstadı ziyaretinin Sungur Abi vasıtasıyla  gerçekleştirildiğinin anlatır. Samsun’da tevafuken onu Cami şadırvanında tanır. Hoca Efendi ayet  ve hadislerin harekeleri konusunda kendilerine yardım eder ve sevinir. Kırkıncı Hoca onu Üstadın vezirleri içinde birinci derecede sayar. Ve kendini şahid addeder. Nura vukufiyetini eşsiz bulur. Bir de Tahiri Abiden konuşur bütün gül tarlalarını risalelerin basımı için  satmıştır. Hoca Efendi “Üstad mehdi onlar da vezirleridir, Mehdi’nin etrafında beşi altıyı geçmeyecek vezirleri olacaktır” diye nakleder. “Bunların her birinin ayrı bir yeri  ve kıymeti vardır” der. Hekimoğlu da enteresan yorumlar yapar. “Ceylan Ağabey’e Üstad “Seni dünyaya vermeyeceğim der, bana göre bu cümle diğerleri için de geçerlidir. Bunlar neseben olmasa da manen Ali Beyttirler, saltanat onlara yaramaz. Ders yapmadığı halde onun bir yere gitmesi yetiyordu. Mizacı derlemek toplamak olan biridir. Bir insan bir şeye hayran  olacak ki anlasın. Bir de Niyazi Mısri’den bir anekdot nakleder, Mısır’da yağmur yağmaz büyük sofi  ile dua etmek isterler, o  da kaybolur. Gider dua ederler yağmur yağar, dönünce efendim dua edin diye size geldik, siz kaçtınız.  O da “Bir günahkar var ki o yüzden yağmur yağmıyor, ben de bu yüzden kaçtım.” Mustafa Ramazanoğlu sahaflarda Hakikat çekirdeklerini  bulur Sungur Abi’ye verir, o da  Üstad’a verir, Üstad da onu sözlerin arkasına ilave ettirir. 1959 yılında İlhan Yüce’ye Üstad “artık neşir bitti, şimdi ittihada çalışmalıyız“ der. İlhan Yüce Ahmet Feyzi Abi’nin  çok şakacı ve iyi hitabeti olan biri olduğunu söylerdi.

Ahmet Gümüş, Tarihçe’nin basılması sırasında elinde Tarihçe’nin kapak kompozisyonu ile Üstad’ın huzuruna girer. “Eline aldı. Kapağın üzerinde resmini görünce, siz Risale-i Nur’la değil de benimle mi meşgul oluyorsunuz? Ben şahsımı sevmiyorum, şahsımı sevenleri de sevmiyorum” dedi. Kapaktaki resmi çıkardı, büzüştürüp kapının önüne attı. “Ben bütün dikkatlerin  Risale-i Nur’a çevrilmesini  ve onun okunmasını istiyorum. Ben ancak böyle bir  hürmeti kabul ederim.“ Konya’da Rıfat isimli bir talebe hakkında ihtilaflı konuyu ise şöyle yorumlar. “Rıfat benim on beş senedir sadık ve sıdık bir talebemdir. Aleyhinde gıybet ve dedikodu yapılmasını istemem. Hepinizi hizmet ve talebelikten azlediyorum.

Üstad ihlas ve uhuvvetin önemini anlatır. “Benim hayatta kalmamdan en çok komünist  ve masonlar rahatsızdır. Benim talebelerim  dünyaya şöyle bir meyletse, komünist ve masonlar  onlara maddeten yardım ederler. Ben hayatımı tamamen talebelerime bırakmışım. Bu talebelerim benim meslek ve meşrebimden  hariç bir şey düşünseler onları kovarım. Benim hizmetim ölümümden sonra da aynen hayattaymışım gibi i talebelerimin aldığı kararlarla devam edecek. “Ahmet Gümüş’e Sungur Abi hakkında Üstad konuşur. “Benim Mustafa Sungur  talebemi tanıyor musun?“ dedi. “Tanıyorum  Üstadım dedim.” Bak ona mahkemeler hucum etti, emniyette çok sıkıntılar çekti. Milli Eğitim zulmetti. Hapislere atıldı fakat hiç sarsılmadı. Sungur gibi olacağına söz ver tekrar seni talebeliğime kabul edeyim” dedi. Ben de Üstadım söz veriyorum. Mustafa Sungur ağabey gibi olacağım” dedim. Üstadım tekrar beni talebeliğe kabul etti. Yine İslamın şaşaalı günleri olacağını ve “Ben o günleri görmeyeceğim. O günler geldiğinde Mustafa Sungur kabrimin başına gelir. O günleri anlatır. Ben de sizin dünyada aldığınız  o kalbi süruru  kabrimde aynen alırım. Cenabı Hak bana böyle ihsan edecek“ der. Üstad  İkinci Şua’daki  hayal kelimesi üzerinde durur” Oradaki hayal kelimesini hocalar ilişmesin diye kovdum. Oradaki hayali seyahat hayali bir vakıa değil, hakikatın ta kendisidir. Ben cismen değil ruhen bütün seyyareleri gezdim, oradaki hayali müşahadeler hakikattır aynendir” der.

Bir gün Üstad, Ahmet Gümüş ile Sungur Abi’ye Ispartalı ağabeylerin dersine gönderir. Biz gittik, fakat ders odasına  sigara dumanından girilmiyordu. Sungur Ağabey “Kardeşim bu odada Kur’an  nurları okunmaz” dedi geri döndük. Sabahleyin Üstad’ımız  “Onlar benim saff-ı evvel talebelerimdir”  diyerek  Sungur Ağabey’i azarlamış, Zübeyr Ağabey de beni azarladı ve şöyle dedi. “Kardeşim onlar Üstadımızın Isparta’da etrafında etten duvar ören, dinsiz  kuvvetlere karşı Üstadımızı müdafaa eden, Eskişehir, Denizli  ve Afyon Hapishanelerine giren saff-ı evvel kimselerdir, biz onlara yetişemeyiz, Nurlar bugün bu kadar intişar etmişse onlar sayesindedir” dedi. Hasan  Okur, Sungur Abi’den naklen Kemal  Pilavoğlu’nun kanaatini nakleder. “Yirmi sekiz  çeşit keramet vardır, bunlardan en üstünü ilmi keramettir, Üstad’ın kerameti  bu üstün keramet türündendir.“ Tarihçe’nin büyük bir kısmını Sungur Abi kaleme almıştır. Üstad onun kaleminin ve üslubunun harikalığından dolayı “Kardeşim sen karşı safta olsaydın bizi çok uğraştıracaktın“ der.

İsmail Anbarlı onun portresini çizerken “koca Türkiye ona dar geldi“ der ve anlatır. “Üstad’a ve Risale-i Nur’a aşık bir ruhtu. Kendine has tavırları  ubudiyet ve takva hali ile dikkatleri üzerine çekerdi. Ankara ve Mersin hapishanelerinde  her gece mutlaka üç ve dört sıralarında  kalkar, abdest alır, teheccüt kılar, sonra Kur’an’dan bir sure veya Cevşen okur, bitirir daha sonra da Risale-i Nur okurdu. Bu hali kuşluğa kadar devam eder.” Sekineyi günde birkaç defa okurdu. Suat Alkan onun Şerif Mardin ile olan ilişkilerinin hizmetimizin yeni boyut kazanmasına neden olduğunu söylüyor. İhsan Kasım Abi onun kerametlerine şahit olduğunu söyler, tıpkı Yakup Aleyhisselam gibi farklılıklar içinde yaşadığını belirtir. Anlatımının çok canlı adeta olayı güne taşıdığını belirtir. Mustafa Coşkun Tahiri ve  Sungur Abileri zaman  zaman misafir etmiş bir hanedan şahıstır. Tahiri Abi gelince evine bereket geldiğini, onun mübarekliğine hürmet eve hareket ve heyecan geldiğini anlatıyor. En affetmediği şeyin namazları geciktirmek olduğunu belirtir.

Zübeyr Abi Hz İsa’nın dini nasıl havarileri ile yayıldı ise Bediüzzaman’ın davası da hizmetkarları tarafından intişar edecektir der. Zübeyr Abi için “hayatım hayatınla devam edecektir” demiştir, aynı söz Sungur Abi için de söylenmiştir. 1962 yılında altmış bin kilometre yol katetmiştir Sungur Abi. Üstad ”Zübeyr, Sungur, Hüsrev nurdan yükselen üç sütundur“ der. Üstad Eşref Edib’e “Kardeşim benim gayem, bu hizmet-i kudsiyeyi kıyamete kadar omzunda  taşıyayacak bir cemaatin vücuda gelmesi idi, bu cemaat vücuda gelmiştir. Ben gayemde muvaffak oldum“ der. Üstad, “Zübeyr kumandan Sungur ise imamdır“ demiştir. Fetullah Hoca “Sungur Ağabey hakkında değil lisanen kalben dahi  gıybet geçirenin  ben akibetinden endişe ederim“ der. Üstadımız Ahmet Feyzi Ağabey’i soruyor, biri  “Üstadım o hizmeti bırakmış“ diyor. Bediüzzaman celalleniyor ”Bütün ege bir tarafa, o bir tarafa ben onun yanındayım“ der. Sabri Okur bir kamil zat Sungur Abi’yi görmek ister derse gelir, bir türlü görüşemez. Çünkü onu hep  Üstad ile yan yana görür, bu yüzden yanlarına varamaz.”

Tarihçe-i Hayat hazırlanırken Emirdağ hayatı yazılmamış, bir Cuma günü Üstad bunları arabasına almış Emirdağ’ın dört bir yanını dolaştırmış, ondan sonra yazmaya ilham alırlar ve yazarlar. Ahmet Akgündüz “Arapçayı tam anlamadığı halde İşaretül icaz ve Mesneviyi anladığını söylüyordu. Sungur Abi Arapça Mesnevi’yi tamamını  Üstaddan ders almıştır. Vahdet Yılmaz abi Sungur Abi’nin gittiği yerin  bayram yerine döndüğünü söyler. Nurları yeni okuyanlara telkinlerde bulunur, ”Kadreşim önce külliyatı baştan sona oku, sonra Haşir, Meyve ve Gençlik rehberi gibi bir kaç risaleyi lügat ile oku, daha sonra lügate ihtiyacın kalmaz” der. Onunla ve Onsuz bir ömür hayat  süren Sungur abi artık ayrılmayacak bir ebedi buluşmaya gitti.

Ölümü de hizmete vesile olmuş, babası Sayın Mehmet Görmez’in rüyasına gelmiş “Sungur seni  bekliyor” demiş, o da hastaneye gider, girince selam verir konuşmayan Sungur Abi selamını alır, sonra Görmez‘le samimi tokalaşır. Başkan çıktıktan onbeş dakika sonra ömrü hitama erer. Görülmemiş bir kalabalık çok  kısa bir sürede  İstanbul’da toplanır. Başbakan “Ömrünü şu dünyada hoş bir sada bırakmak için hak yolunda çileler içinde geçirdi” demiştir. Sayın Cumhurbaşkanı da taziyetlerini bildirmiştir. Allah önce ona sonra bize rahmet etsin. Birkaç yıl kendisinden vakıf tayinatı almıştım, onları kullanmaya bile içim razı değildi. Bana dünyayı çağrıştıran paralar gibi görünmüyorlardı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum