New York’ta 5 Minare ya da ortaya karışık

New York’ta 5 Minare ya da ortaya karışık

Okuyucumuz Nurcan Şahin Akca, filmi izledi ve notlarını paylaştı

Risale Haber-Haber Merkezi

Mahsun Kırmızıgül’ün yönetmenliğini yaptığı “New York’ta Beş Minare” filmi sinemalarda gösterime devam ediyor. Film, Said Nursi’nin mesajının barındırmasıyla da gündeme gelmişti. Okuyucumuz Nurcan Şahin Akca, filmi izledi ve notlarını paylaştı:

New York’ta Beş Minare ya da ortaya karışık bir film…

Bir filmi izlemeye gitmeden önce genellikle filmin türü ve felsefesi hakkında bilgi toplarım. Lakin bir Mahsun Kırmızıgül filmi olan New York ta Beş Minare, reklamı çok iyi yapılmış, sansasyonel, hakkında yazılıp çizilen, bu minvalde de izleyicisinin beklentisini yükselten söylemlerden etkilenerek gittiğim bir film oldu.

Film, camide aralarında polis memurunun da bulunduğu müminlerin çevrelediği bir hoca sahnesiyle başlar. Arkasından da Türk bayrağı ve Atatürk resmi fonunda Türk Polis Teşkilatını görürüz. Film birçoğumuzun farkına vardığı ama bir türlü ele alıp çözemediğimiz sorunları hatırlatıyor bize. Doğu Anadolu’da yıllarca kanayan bir yara olmuş kan davası meselesi filmin ön yüzünde olmasa bile finalde gelip bizi buluyor. Mesela ülkemizde işkencenin kalktığını ve AB uyum yasalarının bizi nasıl adam ettiğini öğreniyoruz birden bire; ama bir polis memuru var ki, ona AB uyum yasaları hak getire. Yumruk atıyor, adamları boğmaya kalkıyor ve neticeye de ulaşıyor bu metotla…

Bir diğer polisten adalet sistemimizin kör olmadığını ama topal olduğunu öğreniveriyoruz. 11 Eylül olaylarında kardeşini kaybetmiş bir Amerikalı polis ile kan davasında babasını kaybetmiş bir Türk polisinin ortak hedefi haline gelen Hacı Gümüş karakteri üzerine kurulmuş bu film ile Mahsun Kırmızıgül daha önceki iki filminde olduğu gibi mesaj kaygısı gütmüş lakin bu defa dozu biraz kaçırmış ve birçok şey anlatayım derken meseleleri yüzeysel bırakmış. Amerikalı polisin Kürtçe biliyor olması da manidardır ama onun da üstü diğer meseleler gibi pek açılmıyor. Filmde ciddi kopukluklar da var. Mesela Ali Sürmeli’nin canlandırdığı hoca niye vardı ve neden filmin sonuna doğru onunla ilgili bir bağlantı yoktu pek anlamış değilim.

Müslüman Hacı ile Hıristiyan karısı arasındaki ilişki, filmin alınacak mesajlar listesinde önemli bir yer tutuyor. Hatta Hacı’nın karısının boynundaki haç polis memurlarından birine adamımızın katil olamayacağını bile söylüyor. Film, serpiştirilmiş aksiyon sahneleri ve manidar mesajlaşmalar ile devam edip giderken birden bire ki özellikle de finale yaklaşırken Türkiye tanıtım filmine dönüşüveriyor. İstanbul manzaraları ve içine yine mesaj yüklenmiş Ayasofya sahnesi bunlara örnek teşkil ediyor. New York, İstanbul, Bitlis derken aceleye getirilmiş hazin bir son izleyiciyi buluyor. Bir taraftan islamofobiye değinen film bir taraftan aksiyon–polisiye ekseninde debelenen bir drama dönüşüyor. Bu sebeple filmin türünü bulmakta zorlandığımı söyleyebilirim. Rahat rahat anlatılsa içinden birçok yeni film konusu çıkabilecek, senaryosu güzel yoğun bir yapıt olmuş diyebilirim. Belki sadece dram ya da sadece aksiyon ve ya sadece tematik bir film olabilirdi...

New York ve İstanbul manzaraları bir filmi sinemada izlemenin keyfini yaşatıyor adeta. Haluk Bilginer ve yabancı oyuncuların oyunculuk performanslarına diyecek pek bir şey yok. Filmdeki önemli tüm karakterler vasıtası ile film izleyiciye birçok önerme sunuluyor. Bu da filme tematik olma özelliğini, az da olsa katıyor.
Hacı Gümüş, Said Nursi’nin “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla mücadele edeceğiz..." sözlerinden alıntı yaparak kendi felsefesini ortaya koyuyor. Ne yazık ki filmin sonunda da cehalet ve ihtilaf onun kaderi oluyor.

Hoşgörü ve naifliğin sembolü olan Hacı hoşgörüde o kadar çok yol kat ediyor ki Müslüman kızına (Müslüman olduğunu kiliseden sonra da camide nikâh kıymaya gitmelerinden anlıyoruz) dinen tartışmalı olan bir meselede yani müslüman kadının başka dinden biriyle evlenme meselesinde bile anlayış gösterdiğini görüyoruz. Bu kadar anlayışlı, İslamı elinden geldiğince ve muhlisâne yaşamaya çalışan,  bir karıncayı bile incitemeyecek kadar naif olan bu adam yıllarca mücadele ettiği şeye yenik düşüyor.

Filmin başından neredeyse sonuna kadar etrafına öfke saçan Baran Komiserin cehalet ve öfkeye yenik düşerek masum bir insanı felakete sürükleyişinin altında yatan hikâye ise bize hiç de yabancı değil. Töre ekseninde intikam peşinde koşan insanımız ve kan davası…
Acar komiser ise doğru tespit ve yorumlarıyla yürüyen, koşan ve konuşan bir vicdan karakterine dönüşüyor. Zaman zaman Amerikalı polisin karşısında zaman zaman da Baran komiserin karşısında gerçeğin gür sedası, yanlışların düzelticisi halini alıyor.
Amerikalı polis, batılı halkların İslama ve Müslümanlara yaygın tipik kanaatlerinin temsilcisidir. Ki, bu kanaatin nasıl oluştuğuna dair en önemli ipucu ise 11 Eylül’de kardeşini yitirmiş olmasıdır.

Deccal karakteri ise Necip Fazıl’ın tabiriyle ham yobaz ve kaba softa; yani “O inandığı veya ezbere benimsediği meseleler üzerinde kafası betonlaşmış ve bütün ‘elastikiyet-esneklik’ kabiliyetini yitirmiş bir tip” olarak karşımıza çıkıyor ve ortaya koyduğu terörizme, cihat kisvesi giydiriyor.

Film hakkında oluşturulan bütün fikirleri bir kenara bırakın zira bu film herhangi bir İslami değeri tam olarak ele almıyor. Hatta  “Fethullah Gülen eleştirisi ya da övgüsü de değil. Film adeta kendine özel bir çeşniye sahip. Biraz ortaya karışık. Ayrıca, izleyicinin zekâsını ve sorgu kabiliyetini kullanmasına pek fırsat tanımıyor. Bu filmden herkesin kendine göre bir şeyler çıkaracağı da kesin lakin benim en önemli çıkarımım, “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla mücadele edeceğiz..." ve hiçbir zaman ham yobaz ve kaba softa olmayacağız…