İmansızlık tehlikesi ve Risale-i Nur
Bu zamanı diğer zamanlardan çok daha dehşetli yapan iki hâl vardır: “Hubb-u dünya” ve “küfr-ü inadî"
Bediüzzaman Said Nursî, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya ve hakkıyla sevmeye ulaştıran pek çok “tarîk”lerin, yolların olduğundan bahseder.
Ona göre bütün “hak tarîk”ler Kur’ân’dan alınmasına rağmen, bir kısmı diğerlerine nazaran “daha kısa”, “daha selâmetli” ve “daha umumiyetli” olmaktadır. (Sözler, s. 438) “Kemâlât arşı” olarak nitelendirilen Cenâb-ı Hakk’ı tanıma yolları ise, dört temel asla dayanır:
1- “Tasfiye ve işrak” üzerine kurulu olan tasavvuf ehlinin tarîkıdır/yoludur. Tasavvufun tasfiye denilen eğitim boyutu ile işrak denilen bilgi boyutu olmak üzere iki mertebesi vardır. Eğitim boyutu tarikat, manevî makamlar, seyr u sülûk ve âdâb gibi konuları kapsar. Amelî taraf da denilen bu boyutta, zühdün gerektirdiği ibadet hayatı, nefsanî ve dünyevî isteklerden arınma, riyazet ve her çeşit mücahede ile Allah’a yönelmek bulunmaktadır. Bilgi boyutu ise insanın manevî eğitimle birlikte ahlâk ve takva açısından yükselişin ve Allah’a yaklaşmanın sonucu olarak kâinattaki bir kısım İlâhî sırlara ait elde edilen bilgilerdir. Mücahededen sonra gelen müşahede safhası da denilen bu ikinci boyutta, zühdün ortaya çıkardığı haller, nefsin tasfiyesinden sonra doğan vecd, zevk ve marifetler açığa çıkmaktadır. Ebu’l-Kasım el-Cüneyd, Zünnun el-Mısrî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıflar bu yolu takip etmişlerdir.
2- “İmkân ve hudus”a dayanan kelâm âlimlerinin yoludur. Sa’d-ı Taftazanî, Fahreddin-i Razi gibi âlimler bu yolda hakikate gitmeye çalışmışlardır. İmkân ve hudus ünvanları altında kâinatı sarmalayıp, zihnen üstüne çıkarak vahdaniyeti ispat etmek metodunu takip etmişlerdir.
Her ne kadar bu iki yol Kur’ân kaynaklı dahi olsalar, insan düşüncesinin ve duygularının karışması dolayısıyla değişime uğramışlar, hatta uzunlaşıp müşkülleşerek şüphelerden mahfuz kalamamışlardır.
3- “Hükema” denilen ve şüphelerle dolu İslâm filozoflarının yoludur. Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi Aristo’nun görüşlerinden etkilenen ve onun ekolüne atfen yürüyenler anlamında Meşaiyyun diye isimlendirilenler ile Sühreverdi’nin görüşlerini esas alan ve bilginin nefsi günahlardan arındırma sonucu insanın kalbine yansıyan sezgisel bilgi olduğunu kabul eden İşrakiyyun ünvanıyla anılanlar, bu yolun takipçileridirler. Bu yolda gitmek o kadar zor ve tehlikelidir ki, İbn-i Sina ve Farabi gibi dahiler, adi bir mü’minin derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta İmam-ı Gazali gibi bir Hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiştir. Hem bir de, kelam ilminin dehalarından olan bir kısım Mutezile imamları, bu mesleği benimseyip akla fazla hâkim kıldıklarından, ancak fasık, mübtedi bir mü’min derecesine çıkabilmişlerdir. (Sözler, s. 500)
4- “Belâgat” ve “cezalet” cihetiyle en parlak, istikamet cihetiyle en kısa, anlaşılabilirlik ve genele hitap etmek cihetiyle en geniş bir yol olan “mî'rac-ı Kur’ân”dır. (Mesnevî-i Nuriye, s. 213)
Zahirden hakikate geçmek iki yol ile olabilmektedir. Birincisi, “seyr u sülûk” denilen tarikat berzahındaki birçok mertebeleri çıkmak ile hakikate ulaşmaktır. İkincisi ise, doğrudan doğruya hakikatin cazibesine kapılıp, tarikat berzahına girmeden, lutf-u İlâhî ile hakikate geçmektir. (Sözler, s. 454; Mektubat, s. 340) Sahabenin ve Tabiînin önder oldukları bu ikinci yüksek ve kısa yol, Kur’ân hakikatlerin “kâfî bir mürşid” olması sırrını taşımaktadır. Onlar, Kur’ân’dan bütün lâtifelerinin ve duygularının hisselerini almaktadırlar. Sahabeler, kötülüğü emreden nefislerini öldüren ehl-i velâyetin aksine, nefislerini “tezkiye ve tathir” etmişlerdir. Kötülüklerden arınmış nefsin mahiyetindeki birçok cihazlarla ubudiyetin her çeşidini, şükür ve hamdin her türlüsünü azamî derecede yapmışlar ve yaşamışlardır. (Sözler, s. 454)
Bu zamanı diğer zamanlardan çok daha dehşetli yapan iki hâl vardır: “Hubb-u dünya” ve “küfr-ü inadî.”
Günümüzde (konforlu) yaşama hissi israf, iktisatsızlık, kanaatsızlık, hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve zarurî olmayan ihtiyaçların artıp hayat şartlarının ağırlaşmasıyla, şimdiye kadar görülmedik derecede yaralanmıştır. Dünyevî nimetlerden azamî istifade etme arzusu o kadar çekici bir hâl almıştır ki, en sıradan bir dünyevî ihtiyaç en büyük bir dinî meseleden daha fazla önemsenir olmuştur. Akıbeti görmeyen, hazır lezzeti gelecekteki çok daha büyük lezzetlere tercih eden nefs-i emmare, insanın yüce hislerini, kalp ve aklını mağlup ederek hakikî vazifelerini yapmaktan alıkoymuştur. İşte, “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler” âyetine mâsadak olan bu asrın insanını, meşrû olmayan dünya sevgisinden kurtarmanın yolu, haram lezzetlerin içindeki elemi ispat etmekten geçmektedir. Aksi halde, bu terbiyeden mahrum bir insan “Cenâb-ı Hak, Gafurü’r-Rahim’dir. Hem Cehennem pek uzaktır” diyerek, hissiyatına mağlûp olmuş kalp ve ruhunun rağmına sefahetine devam etmekten kendini kurtaramayacaktır. (Kastamonu Lâhikası, s. 74)
Fenlerin gelişmesi, pozitivist dünya görüşünün dünyanın her yerinde yaygınlık kazanmasıyla mukaddes olan her şeyi reddeden bir küfür akımı ortaya çıkmıştır. İlim ve fenniyle küfre gitmiş insanların sayısı, eski zamanlarla kıyaslanmayacak derecede artmıştır. Önceki asırlarda böyle inatla küfrünü savunan bir kişiyi bulmak zor iken, günümüzde pek çoktur. Firavunluk derecesinde gurur sahibi olan bu kişiler, iman hakikatleri ve İslâmiyet’in yaşanmasına karşı her türlü imkânı kullanarak mücadele ettikleri için, onların düşüncelerini temelinden sarsıp yıkan tesirli bir hakikate ihtiyaç vardır. Tâ ki, onların tecavüzlerini durdursun, bir kısmını imana getirsin ve Müslümanların-–taklidi dahi olsa—inançlarını hakikatsizlik şüphelerinden koruyabilsin. (Âyetü’l-Kübrâ, s. 200-201)
Çarşılarda mevsimlere göre bazı mallara rağbetin arttığını söyleyen Bediüzzaman, sosyal hayatı ve medeniyeti çarşıya, yüzyılların getirdiği yenilikleri de mevsimlere benzetmektedir. İnsanların yüzyıllar geçtikçe, ilgilendikleri ve değer verdikleri şeyler de çok büyük bir değişime uğramaktadır. Meselâ, Asr-ı Saadet’te bütün nazarlar Allah’ın arzularını kelâmından anlamaya çalışmak ve ahiret saadetini kazanmak ile meşgul iken; günümüzde nazarlar dünyevîleşmiş ve “ben”in heveslerine odaklanmıştır. (Sözler, s. 443) Yani, bilimi, siyaseti ve ekonomik değişimleri daha fazla önemseyen insanlardan müteşekkil bir toplum meydana gelmiştir. İnancın zayıflayıp inkârın arttığı, bâtılın istilâ ettiği, bid’aların yaygınlaştığı ve sapık inançların rağbet gördüğü bir zamanda, İslâmiyet’e ve imana karşı yapılan şiddetli saldırılar tarihin hiçbir zamanında görülmedik bir boyuta çıkmıştır.
Küfrün şahs-ı manevîsinin dehasıyla hücum ettiği bir sürece girilmiştir. Bu derecede yoğun saldırılar karşısında, Müslümanların ittifak ile bir şahs-ı manevi çıkarmaları, ihtilâf verici en küçük meselelerden bile kaçınmaları zorunluluk derecesine ulaşmıştır. Bu sebeple, her türlü hak cereyan, ihtilâfa meydan vermemek ve herkesin yürüyebileceği Kur’ân’ın ana caddesinde birliği temin etmek için gayret göstermelidir. Hem, günümüzün insanları dinin zaruriyatını terk etmişlerdir. Dinin zaruriyatının terki ise ebedî saadetin kaybedilmesine yol açmaktadır. Öyle ise, böyle bir zamanda bütün himmet ve gayretin, zaruriyatın ikamesine ve ihyasına sarf edilmesi gerekmektedir.
Ahirzaman’ın en dehşetli hâli olan dinsizlik, anarşilik ve maddiyyunluğun kısa bir zamanda Çin’i komünistliğe çevirmesi, onun siyasî ve maddî kuvvetlerle susmayan ne derece tehlikeli bir musîbet olduğunu göstermiştir. Bediüzzaman, bu felâketten kurtulmanın yalnızca Kur’ân’ın hakikatlerine sarılmakla mümkün olacağını söylemektedir. Bu sebeple bütün Müslümanların Risâle-i Nur dairesine girerek, bu zamanın “müstakim ve metin cadde-i Kur’âniyesi”ne sahip çıkmaları gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre, zaten sünnet-i seniyye dairesinde, on iki tarikatin özü Risâle-i Nur dairesi içinde mevcuttur. Lâhikalarda, eğer bu noktaya riayet edilmeyip, rakibane bir çığır açılırsa, zındıka haricinde hiçbir kimsenin bundan fayda görmeyeceği ikazı yapılmaktadır. (Kastamonu Lâhikası, s. 88)
Bu asrın ağır şartları altında, birçok meslek ve meşrep, dinsizlik akımına karşı mağlûbane perde altında dine hizmet etmek zorunda bırakılmışlardır. Fakat özellikle bu memlekette, bid’alara müsamaha göstererek, bazen teviller ile tahrifata taraftar olarak dine hizmet etmenin mümkün olmadığını zaman göstermiştir. Yapılan bütün hücumlara karşı mağlûp olmayan, en muannid düşmanlarına da hakikatlerine karşı boyun eğidiren ve herkesin imanına kuvvet verecek bir tesire sahip olan bir mesleğe ihtiyaç vardır. Onun da Risâle-i Nur mesleği olduğu, tarihin karanlık sayfalarının yaşandığı bir zamandan günümüze kadar yaşananlara bakıldığında parlak bir sûrette görülmektedir.
Bediüzzaman, imanı kurtarmanın, kuvvetlendirmenin ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolunun Risâle-i Nur olduğunun çok tecrübeler ile anlaşıldığını söylemektedir. Risâle-i Nur’un on beş sene yerine on beş haftada tahkikî imanı kazandırdığına, başta kendisini ve yirmi bin Nur Talebesini şahit göstermektedir. Otuz üç adet Sözler’in, eski zamanda kırk günden kırk seneye kadar ancak çıkılabilen iman hakikatlerine, kırk dakikada çıkmaya yol açtığını,-–günümüzde sayıları milyonları aşmış—“dikkatle okuyan” Nur Talebeleri ilân etmektedirler.
Bu hakikatin birinci delili, Bediüzzaman’ın kendisidir. Birçok hakikatin yer aldığı Risâle-i Nur’un telifi esnasında ve telifinden sonra ise, Kur’ân’dan ve yazdığı eserlerinden başka yanında hiç bir kitap bulundurmamış, bulundurmaya da ihtiyaç hissetmemiştir.
Bediüzzaman’ın kendi tahsil hayatı da çok ilginç olaylara mazhar olmuştur. Dinî ve İslâmî ilimlerde ihtisas sahibi olabilmek için, medrese usulüne göre en az on beş sene eğitim almak gerekmektedir. Ancak, onun eğitimi kısa bir süre sarf ve nahiv eğitimi gördükten sonra, üç ay gibi kısa bir zamanda yüzlerce kitabı okuyup, doksan temel kitabı ezberleyerek icazet almaya hak kazanacak derecede şaşırtıcı gelişmelere sahne olmuştur. Ona göre, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine böyle bir tarzda ilme vukufiyet nasip etmesini zaman şu şekilde tefsir etmiştir: “Bir zaman gelecek ki, değil on beş sene belki bir sene de ulûm-u imaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak… Ulûm-u imaniyeyi üç dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur’ânî çıkacak ve o biçare Said de onun hizmetinde bulunacak.” (Emirdağ Lâhikası, s. 312)
On beş senede kazanılan “kuvvetli tahkikî imanı” Risâle-i Nur’un on beş haftada ve bazılarına on beş günde kazandırdığına, “yirmi senede, yirmi bin zat” tecrübe etmeleriyle şahit olmuşlardır. (Kastamonu Lâhikası, s. 88) Bu sayı otuz beş, kırklı yıllar için geçerlidir. Günümüze kadar sayıları on milyonları geçen Nur Talebeleri, aynı hakikati tasdik etmeye devam etmektedirler. Yine o zamanlarda, hapiste Risâle-i Nur ile tanışan yüzlerce kişi günahlarından tevbe edip namaz kılmaya başlamışlardır. Kısa bir zamanda Risâle-i Nur eserleriyle ıslâh olan mahpusların bu durumları, bir kısım memurların (hapishane müdürleri, gardiyanlar vs.) dikkatlerini çekmiş ve onlara şu sözü söyletmiştir: “On beş sene hapiste kalmasının faydası kadar, on beş hafta Risâle-i Nur fayda vermiş.” (Emirdağ Lâhikası, s. 360)
İmam-ı Rabbani, kelâm âlimleri içinden birisinin iman ve İslâm hakikatlerini ap açık aklî delillerle ispat edeceğini, eski zamanın büyük zatlarına dayanarak haber vermiştir. Hatta o kişinin kendisi olmak istediğini, belki de kendisi olduğunu söylemiştir. Çünkü onun nazarında iman, insan mükemmelliğinin özünü teşkil etmektedir ve “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır” hadisinin sırrına da, ancak iman hakikatlerini tefekkür ile ulaşmak mümkündür. Fakat zaman göstermiştir ki, asırlardır beklenilen Risâle-i Nur’dur. Kur’ân’ın bütün önemli hakikatlerini en inatçı dinsizlere karşı dahi parlak bir sûrette ispat etmiştir. İbn-i Sina gibi dâhilerin bile, “Akıl buna yol bulamaz” diyerek anlaşılmasında aciz kaldıklarını itiraf ettikleri hakikatleri avamlara, çocuklara dahi bildirmiştir. Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâmenin, kırk elli sayfada havastan insanlara ancak anlatabildiği kader ve cüz’i ihtiyarî ile ilgili meseleleri, Yirmi Altıncı Söz iki sayfada her kesimden insanın anlayabileceği tarzda açıklamaktadır. Kâinatın yaratılış sırları, sür'ati hiç eksilmeyen müthiş hareketlerin ve değişimlerin hikmetleri gibi akılların hayrette kaldığı meseleler, Yirmi Dördüncü Mektub, Otuzuncu Söz vb. yerlerde derinlemesine izah edilmiştir. En sıkıntılı anlarda, çok sür'atli bir şekilde ve hakikatlerin bütün incelikleri korunarak yazılan bu eserler, elbette Kur’ân’ın bu zamana bakan manevi i’cazından başka bir şey değildir.
Risale-i Nur Enstitüsü