Said Nursi'nin dilinden Bediüzzaman'ın hayatı

Said Nursi'nin dilinden Bediüzzaman'ın hayatı

İşte "Kendi dilinden Bedîüzzaman"...

Risale Haber-Haber Merkezi

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur külliyatının çeşitli yerlerinde geçmişiyle ilgili kısa bilgiler de vermektedir. İrfan Mektebi dergisinden Feridun Işıklı, ilgili bölümleri biraraya getirerek, "Kendi dilinden Bedîüzzaman"ı anlattı.

ÇOCUKLUK YILLARI

“Bitlis vilâyetine tâbi Nurs köyünde doğan ben, dokuz yaşından beri şefkatli vâlidemi görmediğimden sohbetinde bulunamadım. O hürmetli muhabbetten mahrum kaldığım ve üç hemşiremi de onbeş yaşımdan sonra göremedim.

Ömrümde mücerred kaldığımdan dünyada çocuklarım olmamasından, çocuklara karşı şefkatkârane zevklerinden, memnuniyetlerinden de mahrum kaldığım ile beraber bu noksaniyeti hissetmiyordum.”

***

“Eski zamanda, dağdağalı hayatımda hakkımda acib havadisler peder ve vâlideme ihbar ediliyordu. “Sizin oğlunuz öldü veya vuruldu veya hapse girdi” gibi fena haberleri babam işittikçe, keyifleniyordu, gülüyordu. Derdi: “Mâşâallah, oğlum yine bir ehemmiyetli iş, bir kahramanlık göstermiştir ki, herkes ondan bahsediyor.” Vâlidem ise, onun süruruna karşı şiddetle ağlıyordu. Sonra zaman, babamın haklı olduğunu çok defa gösteriyordu.”

***

“Ben on yaşında iken, büyük bir iftihar, hattâ bazan temeddüh suretinde bir haletim vardı; istemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime der idim: Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârane hususan cesarette çok fazla gösterişin ne içindir? Bilmiyordum, hayret içinde idim. Bir-iki aydır o hayrete cevab verildi ki; Risâle-i Nur, kabl-el vuku’ kendini ihsas ediyordu. Sen âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken, o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kabl-el vuku’ ile hissedip hodfüruşluk ederdin.

Bizim Nurs köyümüz ise; hem eski talebelerim, hem hemşehrilerim biliyorlar ki; bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler, güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben hem kendime, hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakikî bir ihtar ile bildim ki: O masum Nurslu insanlar, Nurs Karyesi Risâle-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilâyetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs Köyü’nü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kabl-el vuku’ ile o nimet-i İlahiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler.”

EN  ESASLI  DERSİ ANNESİNDEN ALMASI

“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerim o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.”

MEVLÂNA HÂLİD BAĞDADİ HAZRETLERİNDEN MANEN İCAZET ALMASI

“Eski zamanda, ondört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmadığı...

O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakib veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azîmeden dört-beş zâtın vefat etmeleri cihetinde, ellialtı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakk’a yüzbinler şükrediyorum.”

İLK İSTANBULA GELİŞİ

“Talebe hayatımda rastgelen âlimlerle mücadele ederek ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inâyet-i İlahiye ile mağlub ede ede İstanbul’a kadar geldim. İstanbul’da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederek nihâyet rakiblerimin ifsadatıyla merhum Sultan Abdülhamid’in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilânıyla ve 31 Mart Vak’asındaki hizmetlerimle İttihad ve Terakki hükûmetinin nazar-ı dikkatini celbettim. Câmi-ül Ezher gibi Medreset-üz Zehra namında bir İslâm üniversitesinin Van’da açılması teklifi ile karşılaştım. Hattâ temelini attım…”

ŞAM’A GİDİŞİ

“Kırk sene evvel Şam’daki Câmi-i Emevî’de Şam ülemasının ısrarıyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin âdeme yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders Risâlesindeki hakikatları bir hiss-i kabl-el vuku’ ile Eski Said hissetmiş, kemal-i kat’iyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatlar görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmibeş sene devam eden bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kabl-el vukuun kırk elli sene te’hirine sebeb olmuş ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyette başlamış.”

“Bu Hutbe-i Şamiye; İslâm Âleminin içinde bulunduğu maddî manevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esarete hangi sebeblerden dolayı mâruz kaldıklarını bildiren; ve buna karşı çare-i halâs gösteren; ve bundan sonra, İslâmiyetin zemin yüzünde maddî-manevî en yüksek terakkiyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizliyeceğini delâil-i akliye ile isbat eden, müjde veren çok kıymetdar, bütün müslümanlara, hattâ insanlığa şamil bir dersdir, bir hutbedir.”

MEDRESET-ÜZ ZEHRA PROJESİ

Câmi-ül Ezher’in kızkardeşi olan, Medreset-üz Zehra namıyla dâr-ül fünunu mutazammın pek âlî bir medresenin, Kürdistan’ın merkezi hükmünde olan Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir’de tesisini isteriz. Emin olunuz biz Kürdler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder.

MİLİS KUMANDANI OLARAK BİRİNCİ CİHAN HARBİNDE CİHAD ETMESİ

Eski Harb-i Umumî’de Pasinler Cephesinde şehid merhum Molla Habib’le beraber Rusya’ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir-iki dakika fasıla ile bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstünden geçip, arkada dere içine saklanan askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim: “Molla Habib ne dersin, ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim.” O da dedi: “Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim.” İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı İlahî bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib’e dedim:

“Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz.” dedim.
Hem Bitlis muhasarasında ve avcı hattında Rus’un üç güllesi öldürecek yerime isabet etti. Biri de şalvarımı delip iki ayağımın arasından geçip o tehlikeli vaziyette sipere oturmaya tenezzül etmemek bir halet-i ruhiye taşıdığımdan, arkadan Kumandan Kel Ali, Vali Memduh Bey işittiler. “Aman çekilsin veya sipere otursun!” dedikleri halde; “Bu gâvurun gülleleri bizi öldürmeyecek” dediğim ve hiçbir ihtiyat ve tedbire ehemmiyet vermeyerek o gençlik zamanında o zevkli hayatımın muhafazasına çalışmadığım halde…

HARP ESNASINDA İŞARATÜ’L-İ’CAZ ADLI ARAPÇA ESERİNİ YAZMASI

(Bir şey tamamıyla elde edilemediği takdirde o şeyi tamamıyla terketmek caiz değildir.) kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber; Kur’ânın bazı hakikatlarıyla, nazmındaki i’cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat Birinci Harb-i Umumî’nin patlamasıyla Erzurum’un Pasinler’in dağlarına ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağlar ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum.

O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsirlerin, kitabların bulunması mümkün olmadığından; yazdıklarım yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun alâ nur; şâyet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir. Evet tashihe muhtaç yerleri vardır, fakat hatt-ı harbde büyük bir ihlâs ile, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir, çünki o zamandaki ihlâs ve hulûsu şimdi bulamıyorum.

ESARET YILLARI

Rusya’da Kosturma’da doksan esir zabitlerimizle beraber bir koğuşta idik. Ben o zabitlerimize arasıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi. Gördü dedi. Bu Kürd gönüllü alay kumandanı olup çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum ders vermesin. İki gün sonra geldi. Dedi.” Madem dersiniz siyasî değildir. belki dinî ve ahlâkîdir. dersine devam eyle.deyip izin verdi.

***

Ruslar beni Kürd Gönüllü Kumandanı sûretinde; kazakları ve esirleri kesen gaddar âdem nazariyle bana baktıkları halde, beni dersten men’etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zâbitlerin kısm-ı ekserîsine ders veriyordum. Bir def’a Rus Kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için siyasî ders zannetti. Bir def’a beni men’etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı câmi yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan men’etmediler; beni muhabereden kesmediler.

ANKARA HAYATI

Bin üç yüz otuz sekiz senesinde [bundan on sekiz sene evvel]  Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gâyet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerime bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdad edip, zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî Risâlemde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaası’nda tab’ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilenler az ve ehemmiyetli bakanlar da nadir olmakla beraber, gâyet muhtasar ve mücmel bir surette olan o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu.

BARLA HAYATI

Çam dağında yalnız başına

Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylasında Çam Dağı’nın tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti. Altıncı Mektub’da izah edildiği gibi; o gece ıssız, sessiz, yalnız ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki; gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi, öyle de; senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünyanın gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılab edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi: Evet ben vatanımdan garib olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden de ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gecenin ve dağın garibane vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yaklaşıyorum ki, bütün dünyadan birden müfarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içindeki ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir reca ve bir nur aradım. Birden iman-ı billah imdadıma yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki; bulunduğum muzaaf vahşet bin defa daha tezauf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi.

Isparta’ya muhabbeti ve Isparta hakkında söyledikleri

Tatlı bir tevafukun meyvesini, aynı gün daha şirin bir tarzda gördüm. Şöyle ki:
İki asker, kemal-i sevinçle gâyet dostane “Sen Isparta’lısın, bizim hemşehrimizsin.” Ben de dedim: “Maaliftihar, her cihetle Ispartalıyım. Isparta, taşıyla toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır. Ve herbiri yüze mukabil, yüzer ve binler hakikî kardeşlerimin meskat-ı re’sleridir.”

Evet bu havaliye gelen Isparta’lılar asker olsun başkalar olsun, ekseriyet-i mutlaka ile beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor, “Sen Isparta’lı mısın?” Ben de diyorum: Maaliftihar, ben Isparta’lıyım. Ve Isparta’da o kadar hakikî kardeşlerim ve akariblerim var ki, meskat-ı re’sim olan Nurs Karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta’nın bir küçük evlâdı hükmünde olan Isparta Nahiyemize, büyük Isparta’nın bir tek köyünü tercih ediyorum. O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta taşı da, toprağı da, bana ve belki Anadolu’ya mübarek olmuş. İnşâallah hem Anadolu’ya, hem Âlem-i İslâm’a neşrettikleri nur tohumları birer rahmete mazhar olur, sünbül verir. Hem gıda, hem ziya, hem deva olup; manevî galâ ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır.

Denizli hapishanesi “medrese-i Yusufiye” hakkında

Sonra bizi Isparta hapishanesinden Denizli Hapishanesine aldılar. Beni tecrid-i mutlak içinde ufunetli, rutubetli soğuk bir koğuşa soktular. İhtiyarlıktan ve hastalıktan ve benim yüzümden masum arkadaşlarımın zahmetlerinden bana gelen çok teellüm ve Nurların ta’til ve müsaderesinden gelen çok teessüf ve sıkıntı içinde çırpınırken, birden inâyet-i Rabbaniye imdada yetişti. Birden o koca hapishaneyi bir Dershane-i Nuriyeye çevirdi ve bir Medrese-i Yusufiye  olduğunu isbat etti ve Medreset-üz Zehra kahramanlarının elmas kalemleriyle Nurlar intişara başladı. Hattâ o ağır şeraid içinde Nur’un kahramanı, üç dört ay zarfında yirmiden ziyade Meyve ve Müdafaat Risâlesi’nden yazdı. Hem hapiste, hem hariçte fütuhata başladılar. O musibetteki zararımızı büyük menfaatlere ve sıkıntılarımızı sevinçlere çevirdi..

Hafız Ali’nin zehirlenerek şehid edilmesi

Ben merhum Hâfız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni  sarsıyor. Eski zamanlarda bazan böyle fedakâr zâtlar. kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim o merhum benim yerimde gitti.eğer Onun fevkalâde hizmetini  sizler gibi o sistemde zâtlar yapmasa idi Kur’âna İslâmiyete büyük bir zayiat olurdu. Ben onun vârisleri olan sizleri tahattur ettikçe o acı gidiyor.bir inşirah geliyor. Medar-ı hayrettir ki: ben şimdi onun manevî belki maddî hayatıyla âlem-i berzaha gitmesi cihetiyle o âleme gitmek için bende bir iştiyak zuhur etti.ve ruhuma başka bir perde açıldı. Nasılki: buradan Isparta’daki kardeşlerimize selâm göndererek muarefe ve  muhabere ile sohbet ediyoruz.aynen öyle de Hâfız Ali’nin tavattun ettiği âlem-i berzah nazarımda Isparta,Kastamonu gibi olmuş. Hattâ bu gece  mesmuata  göre buradan birisi oraya gönderilmiş. On defadan ziyade teessüf ettim. Ne için Hâfız Ali’ye onun ile selâm göndermedim. Sonra ihtar edildi ki:Selâm göndermek için vasıtalara ihtiyaç yok. kuvvetli rabıtası telefon gibidir.hem o gelir.alır.hem  O büyük şehid Denizli’yi bana sevdiriyor. daha buradan gitmek istemiyorum.

EMİRDAĞ HAYATI

İşkence ve baskı görmesi

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmisekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zâlimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu ne için tahakkuk ettiremiyorlar. Çünki hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı mes’eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor; beni tazyik ediyor; türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmisekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihâyet kendileri de anladılar.

Vasiyetnamesi

Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risâle-i Nur’daki a’zamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevî sebeb hissediyorum. Kendini Risâle-i Nur’a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer âdem kabrimin yakınında olup, bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.