Nietzsche: Çıldıran Tanrı
Leyla YILDIZ'ın yazısı...
“İlk kitabım ‘Tragedya’nın Doğuşu bile nispeten geleneksel sınırlar içinde bir kitap olmasına rağmen öyle bir sansüre tabi tutuldu ki Basel Üniversite’sinde benim derslerimin alınmaması öğütlendi. Orada geçirdiğim son iki yılda Basel tarihinde belki en iyi hoca olan ben, yalnızca bir iki kişiden oluşan bir kitleye ders verdim.” diye iç döker Nietzsche.
Nietzsche, sınırda kişiliktir, borderline. Gelgitlerle yaşamını sürdürdü. Her şeyi uç noktada yaşadı. Çocukluğunda aşırı utangaç ve mahçup; gençliğinde hovarda ve taşkın. Önceleri koyu dindar, sonra Hıristiyanlık ve İsa’ya düşman Babası Lutherci bir rahipti. Muazzam katedralin gölgesi altındaki küçük bir kasabada ailesiyle dindar bir hayat yaşadı. Çocukken en sevdiği oyun rahipçilikti ve ailesi ona “Küçük Rahip” adını takmıştı. Nietzsche sonraları Hıristiyanlığa nefretle bakar : “Hıristiyanlığı tek büyük lanet olarak adlandırıyorum, tek büyük içsel ahlak bozukluğu, hiçbir çarenin yeterince zehirli, gizli, küçük gelmediği tek büyük intikam içgüdüsü.” Geçmişindeki erdemlere şiddetle saldırır. Masumluk taslamak; derinlik, dürüstlük ve sadakat taslamak… Küçük bir çocukken solumak zorunda kaldığım ne zehirli bir havaydı. Dönemin büyük müzisyeni Wagner, ilk önceleri Nietzsche’nin idolü ve dostu iken sonraları azılı düşmanı ve sürekli saplantısı haline geldi.
Schopenhauer, Nietzsche’yi felsefeci yaptı; kendindeki engin karamsarlığı ona enjekte etti. Schopenhauer’in bir kitabını ele geçirmişti Nietzsche : “Eve gelince kendimi kanepenin bir köşesine attım ve o dinamik, kasvetli, dâhice yapıtın zihnime girmesine izin vermeye başladım.” Artık ateşli bir Schopenhauer hayranı olmuştur. Nefsini köreltmek için yalnızca dört saat uyuyordu. Hummalı bir çaba ve heyecanla okuyor ve yazıyordu. “Tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi” için çağrıda bulunuyordu. Geleneğe aykırı düşünceleriyle Nietzsche cemiyetten dışlandı. “Tahrikçi”, “deccal”, putperest”, ruhbilimci” dendi. Bunların hiçbirini kabul etmedi. Megaloman yanıyla kendini “geleceğin en büyük filozofu” diye tanımladı. Anlaşılmadığından muzdaripti: “Hegel, ölüm döşeğindeyken kendisini bir tek öğrencisinin anladığını, onun da yanlış anladığını söylemiş. Benim yanlış bile olsa anlayan bir tek öğrencim çıkmadı.” diye yakındı.
Karamsarlığa gömüldü. Ümidi, kötülüklerinin en kötüsü olarak gördü, zira işkenceyi uzatıyordu. Gençlik yıllarında sefahat âlemlerinden kaptığı frengi hastalığı gittikçe ilerliyordu. Öte yandan yakın dostu müzisyen Wagner’in de iftira ve dedikoduları kulağına çalınıyordu. Tutkulu bir aşkla kapıldığı ihtiraslı güzel Solome’den de hiç yüz görmemiş; Salome onu değil onun en yakın arkadaşını tercih etmişti. Aşk acısıyla hırçınlaştı. Tüm kapılarını kadınlara kapattı ve ömrünün sonuna kadar bekar kaldı. “Kadınların yanına giderken kırbacınızı eksik etmeyiniz.” sözüyle kadınlara olan nefretini kustu. Kuşkuları paranoya derecesine vardı. Öfke patlamaları yaşadı, bir yanardağ gibi. “Simyayı reddettiğim gibi ahlakı da reddediyorum.” dedi. Tüm değerleri yıktı. Her türlü bağdan kurtuldu. Evlilik, çocuk, sadakat, adap, fedakarlık, insanı uyutmaya yarayan ninnilerdi. Her şeyden özgür olmak kutsal bir hayır demekti. “Kendi kötülüğünüzü tanımak zorundasınız.” sözüyle diktatörlüğün, faşizmin, tiranlığın fikir babası oldu. Yaşadığı umutsuzluktan ortaya çıkan en muhteşem eseri “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te : “Bakın, ben şimşeğin peygamberiyim… Bu şimşeğe Übermensch (üst insan) denir… Tüm tanrılar öldü Şimdi Übermensch’in yaşamasını istiyoruz.” diye haykırdı. “Tanrının çürüme korkusu burun deliklerinize ulaşmadı mı?”gibi sözleriyle kasvetin doruğuna ulaştı. Schopenhauer bile bu kadar ürkütücü bir karamsarlığa gömülmemişti. Yalnızlık fobisinin duvarlarını yıktı, korkusuzluğun krallığını ilan etti. Uzlet köşesinde ürkütücü bir boşluk dolaşıyordu. “Ey yalnızlık, benim yurdum yalnızlık” diyerek orada ruhunun ve yalnızlığının tadını çıkardı. On yıl boyunca bundan bıkmadı. Zerdüşt, aslında kendi yalnızlığına yazmış olduğu bir senfoniydi.
Çile çekmeyi, kendinin efendisi olmak için zorunlu görüyordu. Büyük adamların büyük acılar çekmesi gerektiğine inanıyordu. Çekiyordu da. “Her yaşımda ıstırabın en aşırısı yanı başımdaydı.” “Sürekli acı, günün birçok saati boyunca deniz tutmasına benzer bir his, konuşmayı güçlendiren bir kısmi felç.” Kesintisiz ıstırap, reddedilme, yoksulluk ve yalnızlıkla artık yazmak için yaşıyordu. Mektuplarını “Çarmıha Gerilen” diye imzalıyordu. Uyuyamıyordu. Avuç avuç uyku hapları içiyordu. Uyuşturucu bağımlısı da olmuştu. Son yıllarda günde en fazla yarım saat okuyabiliyordu, görme gücünün dörtte üçünü kaybetmişti. Bilgelik tanrısı; şiddetli migren ağrıları, mide krampları, sıtma nöbetleriyle sarsılıyor; bağırsak tıkanmaları, gece terlemeleriyle, ateşler, iştahsızlıklar, yorgunluklarla günbegün ufalanılıyordu. Ama asla yardım kabul etmiyordu. O, acımayı ve acınmayı zayıflık hatta ahlaksızlık olarak görüyordu. “Öldürmeyen darbeler, beni güçlendirir.” diyordu. “Tek ödevim güçlü olmaktır.” telkininde bulunuyordu kendine. “Üstün İnsan”dı o. Tanrı’yı katletmiş biri olarak, yeni bir tanrı yaratmıştı kafasında: O tanrı kendisiydi.
Grandiyosite duygularıyla kendine hayrandı. Kitapları satmıyordu. Dünyanın “var olan en yüce kitabı”nın görmezden gelinmesi onu hayrete düşürüyordu. Zerdüşt’ü yayımlatmak için para ödemek zorundaydı. İsa’nın yargılanmasına gönderme yaptığı “Eco Homo” (İşte insan)da “Niçin Böyle Harika Kitaplar Yazıyorum”, “Niçin Böyle Bilgeyim” gibi başlıklarla yazarlığına methiyeler diziyordu. Büyüklük sanrılarının yanı sıra genç ve sağlıklı olduğuna dair sanrılar da taşıyordu Son evresine giren frengi hastalığı, şüpheleri ve “İnsan mı Tanrının hatasından ibaret? Yoksa Tanrı mı insanın hatasından ibaret?” gibi fütursuz düşünceleri beynini içten içe kemiriyordu. “Araştırma ve bilim önce inançsızlıkla başlar. İnançsızlık başlı başına bir strestir. Buna ancak güçlüler dayanabilir.” diyordu. Ama dayanamıyordu işte. Bilim adına çizdiği yol felakete sürüklüyordu onu ve tutunacak bir dalı yoktu. Büyük buhranlar geçiriyor, acılar içinde kıvranıyordu. Kapana kısılmıştı, hem de kendisinin seçmediği bir yazgı tarafından.
Yarattığı tanrı ölüyordu, üstelik çıldırarak. Çünkü Böyle Buyurmuştu Tanrı.
Ölümün son iyiliği, bir damla ölünemeyecek olmasaydı. Istırabının son basamağında, evinin önünde kırbaçlanan atı görünce dışarı fırlayıp kırbaçlanan atın boynuna sarılan, can havliyle bağıran bir atın yüzünü öpen, merhamette de öfkede de zirve bu adam ölüyordu. “Çok acı çekiyorum, her şeyimle acı çekiyorum. Ne yazık ki ben, ruh ve vücut değil üçüncü bir şeyim.” diyen “Ancheist/İsa’ya Karşı”nın yazarı defnediliyordu, vasiyetinde papazların cenazesine gelmemesini istemişti. Kimsesiz, yapayalnız, horlanmış ve lanetlenmiş olarak gömülüyordu bu garip filozof; kendi inancıyla bir HİÇLİĞE.