
Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ
Sünnet ve Reformist Hocalar
Bugün modern, yani çağdaş bir dünyada yaşıyoruz. Ancak modernliği yanlış anlamamak gerekir: Çünkü modernlik sadece yaşam biçimini anlatan bir kavram değildir. Günümüzde modernlik ve çağdaşlıkla amaçlanan, Batının belirlediği koşullara uyum sağlamakla ölçülmektedir. Yani siz ne kadar modern bir hayat yaşıyorsanız yaşayın, eğer Batı’nın her alanda belirlediği ve size dayattığı koşullara uymuyorsanız modern değilsiniz; tam tersine gerici ve yobaz, hatta potansiyel bir düşmansınız. Bu yüzden de başınıza her zaman bir iş gelebilir.
Ne yazık ki günümüzdeki hayat şartları, Batının üstün sömürme gücü ve aşırı güç kullanabilme yeteneği ile şekillenmiştir. Başka bir deyimle, Gazze katliamı gösterdi ki, “gelişmiş” ya da “çağdaş” denilen Batı toplumlarının üstün oldukları tek konu güç kullanımıdır. Diğer toplumlara şiddet uygulama kapasitesine sahip olan ve kontrol altıda tutabilen askeri güçleri sayesinde dünyanın geri kalan kısmını sömürmüşler ve sömürmeye devam ediyorlar.
Bu haliyle modernite sosyal bir vebadır. İşin en üzücü tarafı Batılılar bu hastalığı, teknolojik gelişmelerden istifade etmek ve insan hayatını kolaylaştırmak gibi masum bir yaşama biçimi bahanesiyle her milletin içine sokabilmişlerdir. Bu yüzden modern insanın din ve maneviyatla ilgisi oldukça zayıftır. Çünkü tüm öncelikleri dünya merkezlidir. Eşyayı ve olayları değerlendirirken merkeze kendi nefsini, hevesini, hazlarını ve beklentilerini, kısaca menfaat ve rahatını koyar; dinleri ve inanç sistemlerini de bu çerçevede değerlendirir. Yani modern insanın öncelikleri rasyonellik, konfor, nefsânî hazlar ve özgürlüklerdir.
Bunun anlamı şudur: Modern insan rasyonel olarak izah edemediği ve nefsinin hoşuna gitmeyen şeyleri anlamsız bulur ve reddeder. Söz gelimi kader, öldükten sonra dirilme, hatta Allah’a iman böyledir. Modern insan bu sebeple “mucize”ye inanmaz, yine bu sebeple günah-sevap kavramlarına yabancıdır. Nefsinin bütün arzularını yerine getirmeyi hayatının en temel görevi kabul eder ve bunun adına da “özgürce yaşamak” der.
Dünyanın bu modern durumu, elbette Müslümanları da etkilemiş ve dilimize “Modern Müslüman” diye bir tanımlamanın girmesini sonuç vermiştir. Kuşkusuz bu durum, modern Müslümanın genelde dinle ve özelde İslam’la ilişkisini azaltmıştır. Modern Müslüman, tıpkı Hristiyan ve Yahudiler gibi, din algısını modern kavramlar temelinde inşa etmeye çalışır. Başka bir deyimle modern Müslüman seküler/laik hayat tarzını merkeze aldığı için, modern değer yargılarıyla örtüşmeyen her türlü hüküm ve bilgiden rahatsızlık duyar; onları hayatın ve dinin dışına atmaya çalışır.
Laik ve modern bir Müslüman, kendisini rahatlatan bu görüşleri, dinde reform yapılmasını arzu eden reformist bir din hocasından ya da bir ilahiyatçıdan duyduğu zaman dört elle onun görüşlerine sarılır. Bu iki kesim birbirilerini bulduklarında proje tamamlanmış demektir. Artık ortada dini deforme etmeye çalışan bir hoca ve onu can kulağıyla dinleyen modern Müslümanlar vardır.
Ne yazık ki, modern Müslümanları yönlendirmeye çalışan reformist hocalar, “Hadis külliyatı” adı altında oluşan İslam maarifini ve dört büyük müçtehit mezhep imamının görüşleri etrafında oluşan yüzbinlerce fıkıh bilgi hazinelerini bir kalemde reddetme cüretini gösteren bir karaktere sahiptirler.
Reformist Hocaların Yanlış Yorumları
Maalesef ümmetin başı Reformist hocalarla derttedir. Özellikle İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakültelerine musallat olan bu çağdaş hocalar zücaciye dükkânına giren filler gibi İslam maarifini altüst etme hevesindedirler. Akıllarına sığıştıramadıkları ve modern değerlerle barıştıramadıkları hususları reddetmenin her türlü yolunu denerler. Bu meyanda başvurdukları en etkili yol “tarihsellik” söylemidir. Bundan 15-20 yıl önce İlahiyat Fakültelerinde çok moda olan tarihsellik, şimdilerde hızını kaybetmiş olsa da, kafası karışık olanlar bu söylemden vazgeçtiklerini söylemiş değillerdir. Tıpkı reformist Yahudi ve Hristiyanların, Tevrat ve İncil’de yer alan hükümlerin, eski zamanlara mahsus hükümler olduklarını iddia ettikleri gibi, reformist hocalar da Kur’an’ın (Hâşâ ve Kellâ) Miladî 7. Yüzyıla ait hükümler taşıdığını ve bu hükümlerin çağdaş zamanlara uygulanamayacağını iddia ediyorlar. Bu düşüncelerini çeşitli perdeler altında gizliden gizliye yaymaya çalışırlar.
Mesela reformist hocalar Kur’ân’da anlatılan peygamber mucizelerinin birebir yaşanmış şeyler olarak anlaşılmasının şart olmadığını iddia ederek bu tür anlatımların, 7. Miladi yüzyıl Arabistan’ında yaşayan cahil bedevileri etkilemeye matuf olduğunu söylerler.
Keza Kur’ân ve Sünnet’te öngörülen had cezalarının da bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini düşünen reformist Hocalar, bu ağır cezaların eski zamanın ilkel insanlarını yola getirmek için konulduğunu, bugünün gelişmiş modern nesilleri için ise, daha insanî ve makul cezalar öngörülmesi gerektiğini söylerler.
Reformist bir hoca bununla da yetinmez, Allah’ın kitabında yer alan "Kün-feyekûn” emirlerinin tümünün tedricilik ifade ettiğini, Allah’ın anında meydana gelen Kün-feyekûn şeklinde hiçbir emrinin bulunmadığını söyleme cesaretinde bulunur. Oysa ateşe atılan Hz. İbrahim’in yanmaması için Allah’ın ateşe verdiği (قُلْنَا يَٰنَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلَٰمًا عَلَىٰٓ إِبْرَٰهِيمَ) “Biz de, ‘Ey ateş, İbrâhim’e serin ve zararsız ol’ dedik”[1] emir eğer tedrici olsaydı ve ani olmasaydı, Hz. İbrahim’in sağ-salim ateşten kurtulması mümkün müydü?
Aynı şekilde, Firavun’la karşı karşıya gelen Hz. Musa’ya Allah (وَأَوْحَيْنَا إِلَىٰ مُوسَىٰ أَنْ أَلْقِ عَصَاكَ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ) “Biz de Mûsâ’ya, “Elindeki değneğini at” diye vahyettik. Bir de ne görsünler o, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor”[2] emrini verdiği zaman, eğer emir tedrici olsaydı, Musa’nın asası aniden ejderhaya dönüşüp onların uyduruk alet-edevatlarını yutabilir ve mucize gerçekleşebilir miydi?
Yanlış görüşlerini desteklemek amacıyla, eğer dini hüküm Sünnetle sabit ise Sünnet’in sübutu ve sıhhati konusunda üretilmiş şüpheleri hemen devreye sokarlar. Doğrudan sünneti inkâr etmese de, “Hadis ayrı sünnet ayrı, biz bir gelenek eleştirisi yapıyoruz” diyerek Sünnet-i Seniyyeyi şaibeli göstermeye çalışırlar.
“Kur’an bize yeter, hadislere ihtiyacımız yoktur” demek de dinde reform yapmaktır. Bu düşüncede olan bazı gafiller Kur’an mealiyle iktifa ederek sünneti kökten reddetmektedirler. Ancak o kadar tezat içindeler ki, sahih hadis kaynaklarımızda yer alan ibadetlerin tatbikatıyla ilgili hadisleri kabul ederler. Yani öğle namazının dört, akşam namazının üç ve sabah namazının iki rekât olduğunu anlatan rivayetleri benimserler. Ama sıhhat dereceleri aynı olan Hz. İsa’ın (as) nüzulü, Mehdi ve deccal ile ilgili sahih hadisleri, tevil etme zahmetinden kurtulmak için uydurmadır diyerek reddederler.
Reformist Hocanın Tezatları
İslam’ı Allah Teâla’nın emrettiği gibi değil, kendi anladığı gibi yaşama ısrarında olan reformist hoca, murad-ı ilahi’nin tezahür alanı olan Sünnet-i Seniyyeye karşı bir duruş sergiler. O hem sözleri hem de yaptıklarıyla tezat içindedir. Mesela, düşüncelerini destekleyen senetsiz bir rivayeti, İslam tarihi kitaplarında bulduğu zaman kuvvetli bir delil olarak buna yapışır. Fakat Kur’an’dan sonra dünyanın en sahih iki kitabı olan Buharî ve Müslim’de bir hadis, eğer onun algı dünyasını altüst ediyorsa hemen ona “uydurulmuş” damgasını yapıştırır. Başka bir deyimle, rahatını bozmayacak, kendisini sıkıntıya sokmayacak, rahatlatıcı ve kolaylaştırıcı bir dinin peşinde olduğu için bu alanlarda, sahih ya da zayıf demeden düşüncesi için problemli olarak gördüğü bütün hadisleri devre dışı bırakma eğilimindedir.
Peki, bir hoca neden, “Kur’an meali bize yeter, hadislere ihtiyacımız yoktur” der? Çünkü murad-ı ilahinin tezahür alanı olan Sünnet’in belirleyicilik vasfının ortadan kaldırılması, her türlü yoruma açık bir alanın oluşmasını mümkün hale getirmektedir. Reformist hoca bunu başardığı zaman Hz. Peygamber’in (s) dindeki merkezî konumunun kendi eline geçeceğinin farkındadır. Her ne kadar böyle bir iddia içinde olmasa da yaptığı işin, kendisini böyle bir konuma taşıdığını elbette bilir. “Dinde Peygamber yetkisine sahip olmak”, tam da modern insanın doymak bilmez egosuna uygun bir durumdur. Bunun için reformist hoca, Hz. Peygamber’in (s) nübüvvet gereği her sahada pek çok söz söylemiş olmasından rahatsız olur ve Hz. Peygamber hakkında aynen şöyle der:
“Hep konuşan, her şeyi konuşan bir peygamber… Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hemen hemen hakkında konuşmadığı hiçbir konu bulunmayan, durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru… Böyle bir peygamber olabilir mi?”[3] Bu düşünceler, yeni bir Batınîlik kapısını da aralamaktadır. Yarın birisi çıkıp, “Salat, lügatte dua anlamındadır, namaz anlamında değildir. O halde camide namaz kılmaya ne gerek vardır? Dua etsek yeterli olur” derse şaşmayınız.
Son söz olarak
Bediüzzaman Sünnetin önemini vurgulamak için şöyle der:
"Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: (اَدَّبَنِي رَبّيِ فَأَحْسَنَ تأَدِيِبي) buyurmuştur.[4] Yani 'Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.’ Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen katiyen anlar ki, Cenabı Hak edebin envaını Habibinde cem etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden edebi terk eder. (بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ) ‘Edepsiz, Allah’ın lütfundan mahrumdur’ kaidesine masadak olur, hasaretli bir edepsizliğe düşer."[5]
Bediüzzaman, Hz. Aişe validemizden rivayet edilen, “Onun ahlakı Kur’an idi”[6] hadis-i şerifini şerh ederken şöyle der: “Yani, Kur’ân’ın beyan ettiği mehâsin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhi’s-Salâtü Ve’s-Selâmdır. Ve o mehâsini en ziyade imtisal eden ve fıtraten o mehâsin üstünde yaratılan odur. İşte böyle bir zâtın ef’al, ahval, akval ve harekâtının her birisi nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin (Sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.”[7]
Bediüzzaman’ın bu sözleri, sünnete saygısızca davrananlara verilebilecek en veciz ve belagatin zirvesinde olan bir kelamdır. Nazik bir dille, Resûlüllah’ın sünnetini önemsemeyen, kale almayan ve asılsız kabul eden bir kısım ilim ehline tokat gibi bir cevap vermiştir. Onun naklettiği bu hadislerden anlıyoruz ki, Cenabı Hak, insanın maddi ve manevi hayatını güzelleştiren edebin her türlüsünü habibinde cemetmiştir. O güzel ahlakın timsalidir. Dolayısıyla onun Sünnet-i seniyyesini terk eden, en hafif ifadeyle edepsiz olur.
Bediüzzaman böyle saygısız gafilleri uyarmak ve insafa davet etmek için şu sözleri de söyler: "Sünnete ittiba etmeyen, tembellik eder ise, hasaret-i azime; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azime; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azimedir."[8]
Gerçekten de sözün bittiği yerdeyiz.
[1] Enbiyâ, 21/69.
[2] Araf, 7/117.
[3] Bu makalede, Dr. Ebubekir Sifil’in "Modern Müslümanın Zihin Algısı" makalesinden istifade edilmiştir.
[4] Suyutî, el-Câmiu’s-Sağîr. Babu’l-Hemzeti.
[5] Lemalar, 11. Lema, 7. Nükte.
[6] Müslim, Salatü’l-Müsâfirîn, 139.
[7] Lemalar, 11. Lema, 11. Nükte.
[8] Lemalar, a.y.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.