Nur hizmetinde yetmiş yıl
Bediüzzaman Beşlemesi'nin yazarı İslam Yaşar, ömrünü Nura adayan Abdullah Yeğin ağabeyi yazdı...
İslam Yaşar'ın yazısı:
Nur hizmetinde yetmiş yıl (1)
Merak.
Bütün insanlarda bulunan muharrik bir histir bu. İnsanı her vesile ile tahrik eder. İnsan da o müessir hissin tesiriyle lüzumlu fuzuli, faydalı zararlı, iyi kötü her şeyi merak eder durur.
İnsan bu fıtrî hissini basit, geçici, lüzumsuz, kıymetsiz şeylerde kullanırsa, hem çok değerli olan zamanını boş yere harcar, hem de zihnini malayani meselelerle meşgul eder.
Şayet lüzumlu, iyi, faydalı, kıymetli şeylere harcar, o hissin saikiyle ilmî araştırmalar yapar, ictimaî incelemelerde bulunursa kendisi için de, insanlık için de faydalı neticelerin meydana gelmesine vesile olur.
“Merak ilmin hocasıdır” der Said Nursî.
Merak hissini kullanırken bu sözü esas alan insan, âdetullah kanunlarına riâyet ederek ilmî araştırmalar, incelemeler yaparsa, insanlığın ihtiyacı olan bazı gizli hakikatleri keşfeder ve dünya cihetiyle kazanır.
‘En ziyade insanı tahrik eden’ bu hissi, mânevî hayatını tanzim ve tenvir etmek maksadıyla kullanmaya çalışan insansa mürşidini bulur, mânevî hayat kaynağına ulaşır ve ahiretini kurtarır.
Ama insan bunlarla iktifa etmemeli; aklın, kalbin yanı sıra ruhu, hissi, hayali, duyguyu, düşünceyi ve sair hasseleri de merak etmeli, onların gelişmesini sağlamak için lâzım olan mânevî değerleri sorup öğrenerek yaşamaya çalışmalıdır.
İnsanların yetiştirilmeye çalışıldığı mekteplerde o dersler verilmediği, muallimler onlardan bahsetmediği takdirde, mürşidlere gidip İlâhî kaynaklara ulaşmalı ve hilkatin neticesi, hayatın gayesi olan o değerlerle dünyasını tezyin ederek saadet-i dareyne nail olmalıdır.
Tıpkı Araçlı Abdullah’ın yaptığı gibi.
***
Abdullah Yeğin.
1924 yılında, Kastamonu iline bağlı Araç ilçesinin Kıyan Köyünde dünyaya geldi. Şeceresi asırlar öncesine uzanan ve Bağdat taraflarında yaşayan büyük bir aileye mensuptur.
Öğretmen olan babası Süleyman Efendinin ve çevresinde muttakî hâlleriyle bilinen annesi Ayşe Hanımın nezaretinde iyi bir aile terbiyesi gören Abdullah, babasının öğretmenlik yaptığı Muğamlar Köyü İlkokulu’nda tahsil hayatına başladı.
Köyün ulaşım şartları çok zor olduğu için ilk üç sınıfı orada, dördüncü, beşinci sınıfları da Araç’ta okudu. İlkokulu bitirdikten sonra Kastamonu’ya gidip ortaokula kaydoldu.
Arkadaşları arasında dinî temayülleri ile temayüz eden Abdullah, öğretmenlerin anlattığı bilgilerle ailesinden öğrendiği dinî hakikatler arasında bazı büyük farklılıkların olduğunu görünce merak etti.
Öğretmenlerine bu tenakuzun sebebini sordu ise de onlardan, ikna edici bilgiler yerine münkirâne cevaplar alınca şaşırdı. Teneffüste bazı arkadaşlarına, bu gibi dinî meseleleri öğrenebileceği kimse olup olmadığını sordu.
“Evliyaullahtan büyük bir zât var” dedi biri.
Abdullah onun kim olduğunu, nerede oturduğunu, görüşüp görüşemeyeceklerini sordu. O da adının Bediüzzaman Said Nursî olduğunu, polisler tarafından takip edildiği için kimse ile görüşmediğini anlattı.
“Ben onu tanıyorum. Evi, bizim evin karşısındaydır. Ben bazen ziyaretine gidiyorum, seni de götüreyim” dedi arkadaşı Rıfat.
O zâtı çok merak eden Abdullah hemen görmek isteyince Rıfat’la birlikte ilk fırsatta kaldığı eve gittiler. Kapıyı açan Feyzi’nin refakatinde yukarıya çıktılar ve odasına girip sıra ile elini öptüler.
“Maşallah, Maşallah. Sefâ geldiniz!..” dedi.
Okuduğu kitabı bıraktıktan sonra onlara İslâmiyetin büyüklüğünden, imanın güzelliğinden, ibadetin faydalarından bahsetti. Bazı nasihatlerde bulundu, duâ etti. Onlar da tekrar elini öperek ayrıldılar.
Ondan sonra Rıfat’la ve başka arkadaşları ile sık sık Said Nursî’nin ziyaretine giden Abdullah, her seferinde ona, öğretmenlerin din aleyhinde söyledikleri sözleri sordu, verdiği cevapları dikkatle dinledi.
“Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dedi bir ziyareti esnasında.
“Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisân-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırıyor. Muallimleri değil onları dinleyiniz” diye başlayan uzun bir ders verdi o da.
Abdullah, Bediüzzaman’ın anlattıklarını defterine yazarak Risâle-i Nur’u Lâtin harfleri ile yazan ilk talebelerden biri oldu. Okula gittiği zaman arkadaşlarına yaptıklarını anlatıp yazdıklarını okumaya başlayınca, oraya giden diğer talebelerle birlikte Disiplin Kurulu’na verildi.
Said Nursî’nin inkılâp düşmanı olduğunu, Mustafa Kemal’i sevmediğini söyleyerek onun yanına niçin gittiğini soran öğretmenine, dinlerini öğrenmek için gittiklerini, onun kimse aleyhinde konuşmadığını anlatmasına rağmen bir hafta okuldan uzaklaştırıldı.
Fakat bu ceza onu Said Nursî’den uzaklaştırmadı, aksine daha çok yaklaştırdı ve sık sık ziyaretine gitmeye başladı. 1943 senesinde tatile çıkmadan önce ziyaretine gittiğinde Üstad kendileri ile uzun uzun sohbet etti.
O zamana kadar sekiz sene bir yerde kalmadığını, Kastamonu’ya geleli sekiz sene olduğunu söyledi. O sene içinde ya vefat edeceğini, ya da başka yere gönderileceğini, onun için de belki bir daha görüşemeyeceklerini hatırlattı.
“Merak etmeyin, İnşallah görüşeceğiz” dedi onların çok üzüldüğünü görünce. “Bir zaman gelecek, her tarafta Risâle-i Nur talebeleri bulunacak. Birbirinizden ve Risâle-i Nur’dan ayrılmayın” dedi ardından da.
Bediüzzaman’ın evinde yapılan aramada defteri bulunduğu için savcı tarafından sorguya çekilen Abdullah dinini öğrenmek için onun yanına gittiğini anlattı. Savcı dinî sorularını müftüye veya başka hocalara sormasını söyleyerek onu serbest bıraktı.
O günlerde Üstadının hasta haliyle hapishaneye götürüldüğünü görünce çok üzüldü. Onun orada kaldığı zaman içinde ve Isparta Hapishanesi’ne sevk edilmesi sırasında, mükerrer sarsıntılarla on beş gün kadar devam eden depremin dehşetini yaşadı.
O sene liseyi bitirip Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydoldu ise de hocaların sık sık İslâm hukuku aleyhinde konuşma yapmaları üzerine oradan ayrılıp Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine geçti.
“Ankara Dârülfünûnunda Nurlara ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu’da mektep gençlerinden en evvel Nurlara giren Ankara’daki Abdurrahman’ın oğlu Vahdet’i himaye ve muhafazaya çalışan Araçlı Abdullah’ın mektubunda tam imanlı ve dindarâne ve müjdekârâne yazması bizi ve Nur dairesini tamamıyla mesrur etti.”
Said Nursî’nin yazdığı bir mektupta bu şekilde de ifade ettiği gibi Abdullah Yeğin; Ankara’da hem Arapça, Farsça eğitimi aldı, hem Risâle-i Nur’a hizmet etti, hem de yeğeni merhum Abdurrahman’ın oğlu Vahdet’i himaye etmeye çalışarak Üstadının takdirini kazandı.
Bazı gazeteler, hükümeti yıpratmak için üniversitelerde irticanın olduğunu yazarak yaygara koparmaya başlayınca arkadaşları ile birlikte Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri’yi ziyaret ettiler.
Abdullah bakana, üniversitelerde irticâî bir hareketin olmadığını anlatmak için başbakanla görüşmek istediklerini söyledi. O da böyle bir hareketin faydalı olabileceğini düşünerek onların başbakanla görüşmelerini temin etti.
Adnan Menderes’i de memnun eden bu ziyaretten sonra Diyanet İşleri Başkanı Ahmed Hamdi Akseki’nin yanına giderek Said Nursî ve Risâle-i Nur hakkındaki kanaatlerini sorup sohbet ettiler.
Kendisini ziyarete gelen Mustafa Sungur’la fakültede tanıştı. Onun mütevazi hâline, Üstadına bağlılığına ve Risâle-i Nur hizmetinde gösterdiği fedakârlığa hayran kaldı.
Zübeyir Gündüzalp’in, Ziraat Fakültesi’nin konferans salonunda Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’la ilgili konuşmasını dinledikten sonra Said Nursî’nin hizmetine girmeye karar verdi.
Lâkin hâlâ babasının gönderdiği harçlıklarla hayatını idame ettirdiğini, henüz gelir getirecek bir iş veya meslek sahibi olmadığını, hep başkalarının yardımı ile de yaşayamayacağını düşününce tereddüt etti.
Fakültenin son sınıfında iken her şeyi bırakarak Emirdağ’a gittiğinde hâlâ müteredditti. Üstadının huzuruna çıktığı zaman o elindeki kitabın bir sayfasını açtı ve okuması için kendisine verdi.
Kur’ân hattı ile yazılan kitapta, ilim tahsil eden talebelerin rızıklarının bereketli olacağını, onların maişet derdi çekmeyeceklerini anlatan bahsi okurken hep Ankara’da zihnini meşgul eden derd-i maişet endişesini hatırladı.
“Dersini aldın mı?” dedi Bediüzzaman, o okumayı bitirince.
“Aldım Üstadım” dedi Abdullah da.
Ardından, Nur hizmetine vakf-ı hayat etmek istediğini, Emirdağ’a bu maksatla geldiğini söyledi. Bediüzzaman da kendisinden maddî, mânevî hiçbir şey beklememesi şartı ile kabul etti.
Abdullah, Risâle-i Nur’un hizmet kadrosu arasına katıldıktan sonra beş altı ay kadar Emirdağ’da kaldı. Bu zaman içinde hem Nurlara hizmet eden pek çok kişi ile tanıştı, hem Nur hizmetinin işleyişini öğrendi ve tam bir Nur talebesi oldu.
Bediüzzaman’ın “Hem Abdullah, Hüsnü gibi evlâtlarım, aynı Ceylan ve Zübeyir gibi olduklarından onları yanıma alacaktım. Madem Urfa halkı bu derece samimî ve hamiyetkârdırlar. O kadar sevdiğim evlâtlarımı Urfa halkına veriyorum” diyerek de ifade ettiği gibi Üstadının isteği üzerine Hüsnü Bayram’la birlikte oraya gitti.
Onlar için Urfa, mekân ve insan itibariyle de, iklim ve coğrafî şartlar cihetiyle de yabancı olduğundan başlangıçta intibak etmekte biraz zorluk çektiler ama oraya rahat yaşamak için değil, hizmet etmek maksadıyla gittiklerinden kısa zamanda alıştılar.
İlk zamanlar ucuz bir otel odasında kaldılar. Sonra müftünün tavassutuyla Dergâh’taki boş bir odaya yerleştiler ve daha önce orada askerlik yapan Hulusi Beyin ve Ceylan’ın Risâle-i Nur’u tanıttığı insanlarla irtibat kurarak hizmete başladılar.
İslahiye’den Urfa Postahanesi’ne tayin edilen Zübeyir’in de gelmesiyle iyi bir hizmet ekibi teşekkül ettirdiler ve bir yandan esnafı ziyaret edip haftanın muayyen günlerinde yaptıkları Nur derslerine dâvet ederken diğer yandan çocuklara Kur’ân öğretmeye çalıştılar.
Kur’ân öğrenmek isteyen çocuklar çoğalınca emniyet güçlerinin dikkatini çekmemek için Kadıoğlu Camii’nin meşrutasına yerleştilerse de polis baskınına uğramaktan kurtulamadılar.
Baskın sırasında çocuklardan birinin üzerinde, Kur’ân yazıları olan bir defter bulununca mahkemeye sevk edildilerse de ağır para cezası ödeyerek hapse girmekten kurtuldular ve hizmetlerine devam ettiler.
Daha sonra yapılan bir başka baskında ellerindeki bütün risâleleri toplayıp götürdüler. Kendilerini biraz eziyet ettikten sonra bıraktılar ama bilirkişi raporunun gelmediğini söyleyerek kitaplarını vermediler.
Bunun üzerine onlar da Risâle-i Nurların kendilerine iade edilmesi için yazdıkları dilekçeye, o günlerde Said Nursî’den gelen mektubu da ekleyerek valiye, savcıya ve emniyet müdürüne götürdüler.
Valilikten tehditvârî nasihatlerle kurtuldular. Said Nursî’yi kötülemeye kalkan emniyet müdürüne ayniyle mukabele edince dışarı atıldılar. Savcılığa gittikleri zamansa hemen tevkif edildiler.
Çünkü, dilekçeyi yazmaya ‘Bismillâh’ diyerek başlamışlardı.
Yeni Asya