Afife ARTIK
Nurlarla kendimize bakmak
Üstadımız Bediüzzaman hazretleri Yirmi Altıncı Mektubun ikinci mebhasında kendisinde üç şahsiyet bulunduğunu söylüyor. Birincisi Kur’an-ı Hakîmin dellalığı zamanındaki muvakkat ve Kur’ana ait bir şahsiyet; ikincisi ubudiyyet vaktinde Dergah-ı İlahiyyeye müteveccih olduğu zamanki şahsiyeti; üçüncüsü ise hakiki şahsiyetim diye tabir ettiği şahsiyet. Bu şahsiyetlerin birbirinden farklı hususiyetlerinin olduğunu ifade ediyor. Birincisinde pek âli bir ahlak göründüğünü fakat o yüksek ahlakın kendisine değil o makama ait olduğunu, ikinci şahsiyeti olan ubudiyet vaktindeki şahsiyetinde nihayet aczini ve fakrını hissedip hiç bir kemâlata sahip olmadığını; üçüncü şahsiyetinde ise eski Said’den kalma bazı damarların olduğunu ifade ediyor.
Çok zaman düşünmüşümdür acaba bu tasnif sadece Üstadın şahsına mı münhasırdır yoksa bizim de böyle birbirinden ayrı şahsiyetlerimiz var mı diye. Cevabımı Barla Lahikasından aldım. Üstadın Nurun birinci talebesi olarak vasıflandırdığı Hulusi Ağabey Barla Lahikasındaki bir mektubunda “üç hâlimi arz edeceğim” diyerek Üstadınkine çok benzer bir tasnif yapıyor. Birincisinde Kur’an hakikatlarına küçük yaştan beri çok merak duyup araştırdığını ve Üstada olan muhabbet ve merbûtiyetini ayrıca Nurlarla alâkadar olduğu zamanlarda dünyevî bütün lezzetlerin fevkinde büyk bir zevk ve şevk hissettiğini; ikincisinde Nurlardan aldığı ders ile bütün hata ve kusurları nefsinden, iyilikleri, iyi şeyleri Allah'tan bildiğini ve Nurların ve Kur’anın hizmetinde muvaffak olamadığından müteessir olduğunu; üçüncüsünde ise tarif etmekten hicab duyacağı hususiyetleri olduğundan söz ediyor.
Risale-i Nurlardaki âli hakikatleri kendi hayatımızda nasıl yaşayacağımızı lahikalardan öğrendiğimiz gibi kendimizi nasıl değerlendirmemiz gerektiğini, ne nazarla kendimize bakmamız gerektiğini de lahikalardan öğreniyoruz. Özelikle talebelerin sualleri ve Üstadımızın onlara verdiği cevaplar ve talebelerin Üstada bildirdiği şahsî halleri bize yol gösteriyor. Zaten Barla Lahikasının başında lahikaların tamamının nurlu bir meclis olduğu ve talebelerin de mektupları ile o nurlu meclis içinde müzakere ve müdavele-i efkar ettikleri yazıyor. Malum nur ve nurani için kayıt olmaz zaman ve mekan onu kayıt altın alamaz madem ki lahikalar nurani bir meclis o halde o meclis için mazi ve müstakbel bir hükmündedir kim isterse bugün şu anda ve gelecekte o meclise girip müzakere edebilir ve fikir alış verişinde bulunabilir.
O halde haydi gelin biz de bu nurlu meclise girelim ve Hulusi Ağabeyin bu mektubu üzerinde müzakere edelim.
Hepimiz kendimizi bazen iyi, bazen kötü; bazen çok mühim işler yapan bazen de hiçbir işe yaramayan olarak hissederiz. Ulvî ve hayırlı işlerle iştigal ettiğimiz zamanlar bir kuvvet bir kıymet hissederiz; hasbel beşer yanlış ve pest işler yapınca da kötü ve muzır biri gibi hissederiz. Eğer Üstad hazretlerinden ve Hulusi Ağabeyimizden kendimize ne nazarla bakacağımızın dersini alırsak “acaba bu kişilerden hangisi benim, insanlık için iyi şeyler yapan biri miyim yoksa hem kendime hem insanlığa muzır, zararlı biri miyim” gibi aklımızı kurcalayan ve bazen ümitsizliğe bazen de haddini aşmaya bizi sürükleyen hallerimizi anlamlandırabiliriz inşallah.
Demek sadece Üstadın değil her insanın da birbirinden farklı şahsiyetleri var. Zaten Üstad Hazretleri Yirmi Altıncı Mektubda “bir insanın müteaddid şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlakı gösteriyorlar” diyor meselenin ayrıntılarını oraya havale ediyoruz.
Kendimize bakarken de etiketleme yapıp ben şuyum diyerek tek bir tanımlama yapmak, sadece bir şahsiyeti varmış gibi davranmak bizi hem sosyal hem de psikolojik açıdan sıkıntıya sokuyor. Mesela eğer bir cemaate abla veya abi isek üçüncü şahsiyetimizi bazen unutuverip kendimize başkalarının gözü ile bakmaya başlayabiliyoruz ve “ben çok mübarek ve hiçbir kötü ahlakı olmayan biriyim” zannediveriyoruz ama üçüncü yani gerçek şahsiyetimize ait hallerimizi görünce de “eyvah benim kalbim bozulmuş eğer ben bunu düşünüyorsam ebedî cehennemlik olmuşum” deyiveriyoruz. Halbuki bilsek ki bizim cemaatteki ablalık veya ağabeylik şahsiyetimiz bize değil, cemaate, dellalığını veya dellalının talebeliğini yaptığımız Ku’ana aittir ve muvakkattır yani hizmet vaktinde o ulvî ahlaklar bizde görünüyor ki buna ilmin izzeti de diyebiliriz. Bu yüksek ahlakı sahiplenip benim zannetmek ise bizi ciddi sıkıntılara sokar çünkü mesela namaza durduğumuzda Cenab-ı Hakkın karşısında ubudiyetin edebine muvafık bir halde bulunmak gerekir. Eğer bilmeyen muhtaç insanlara Kur’an Hakikatlerini anlatırken ki hissiyatımız olsa o kulluk edebine muhalif düşer.
Demek hizmet vaktinde ayrı bir şahsiyetimiz var, ubudiyet vaktinde ayrı ve şahsî hayatımızda ayrı. Tabi Üstad hazretleri, “eğer vazifedar adam tam müstaid ise, yani o vazifeye ehil ise iki şahsiyeti birbirine yakın olur” diye de ekliyor yani hizmet vaktinde melek gibi evimde de zebanî gibi oluyorsam bu iki şahsiyet arasındaki uçurumu azaltmak için çabalamalıyım elbette.
Evet kendimize ve çevremizdeki insanlara zulmetmemek için. Ben kimim ne yapıyorum hedefim ne ve ben hedefime doğru gidiyor muyum sorularını sormalı ve cevaplarını bulmak için de Risale-i Nur’a kendimizi ayine yaparak gayret etmeliyiz. Kendimizi Risale-i Nur ile tanımak duasıyla.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.