Senai DEMİRCİ
O mektubu okurken…
Birkaç haftadır Üstad’ın Kastamonu’da Feyzi Ağabeye yazdığı mektubun üzerinde düşünüyorum. Öteden beri “Isparta Kahramanları” ifadesini bilirdim. Kastamonu Lahikası’nı, gençliğimde bir gece sabahlayarak bitirdiğimden gözümden kaçmış olmalı. Belki de, o mektuptaki ifadeleri, o sırada ihtiyaç duymadığım bir vurgu olduğu için fark edemedim.
Mektupta Üstad kendini “biçare günahkâr” diye tarif ediyor: “Isparta kahramanları …benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara-belki de eğer bulunsaydı- müctehidlere dahi tercih ettiler…”
Kanaatimce, Üstad’ın çok saygı duyulan “müfessir” kürsüsünden inip “müteessir” olarak aramızda dolaşmasına işaret ediyor bu cümle. Müfessir bilir ve bildirir; anlar ve anlatır. Müteessir ise etkilenir. Etkilenen, her zaman bilmez, çoğu kez şaşırır, ağlar, yazıklanır, tereddüt eder; kararsız kalır.
Müfessir, ayeti bir ‘nesne’ olarak görür, inceler, dışarıdan seyreder, anlatır, gramer tahlilini yapar. Müteessir ayeti özne olarak tanır; ayetle yüzleşir, etkilenir, belki hayretinden dili tutulur, dehşete düşer susar, korkar, sevinir, belki mahcubiyetinden saçı ağarır, beli bükülür.
Müfessir, bir nehri uzaktan seyreder gibi bakar vahye; nehrin kıvrımlarını anlatır, nereden başlayıp nereye döküldüğünü ince ince tasvir eder. Müteessir ise nehre katar kendini, nehrin akışına kapılır, hesapsızca ıslanır, nefesi kesilir, bazen dalar, bazen yüzeye çıkar.
Müteessir, meselâ Rum Suresi’nin 50. ayetinin “fenzur!”/“nazar et!”/“bak!” emrini duyar duymaz, kalkar ayağa, yürür, yürür de Barla’nın bahar bahçelerinde, baharın dal uçlarında, toprağın diriliş neşesinde haşrin suretlerini okur, hakikatin perdesini kaldırır.
Müteessir, Fatiha’nın “iyyâke n’abudu…”sündeki hitap değişimini, “Sana, yalnız Sana…” yönelişinin gramer detaylarını geçer de, “biz” diye Rabbimiz karşısında duruşumuzu “nûn-u n’abudû” tasavvuruyla şiire döker, hepimizi oraya çağırır, “yüz yüze” muhatap olmanın heyecanını yüklenir satırlarca…
Müteessir, Eyyub[as] kıssasını dış içe, iç dışa çevrilerek okur, kıssanın aynasında ağrılarımızı, acılarımızı dindirir, kendi acılarını da şahit tutar, kenara çekmez insanlığını.
Müteessir, Yûnus’un[as] üç karanlığını tasvir ederken, her birimizi bir Yûnus haliyle hallendirir, Yûnus’un münacaatını bir su gibi susamış dudağımıza değdirir, serinletir, ümit devşirir Söz’ün pınarından.
Kendisini yanımızda tutar; karşımızda değil. “Biçare günahkâr bir adam”la beraber olmanın arızalarıyla, iniş çıkışlarıyla yürümemizi ister. Kırık dökük bir yürüyüştür bu ama sahihtir, sahicidir. “Biçare günahkâr bir adam” olarak yanımızda duran Said Nursî, üstenci konuşmaz; “bilen-bilmeyen” hiyerarşisinde yer aramaz, şeyh- mürid asimetrisine razı olmaz, peder otoritesine başvurmaz. “Kardeş kardeşe” yürür yanımızda. “Ders arkadaşı” olur, “Kur’ân’ın ilk talebesi” olur. Belki araya bir üstadlık/ustalık girer; onu da elini omzumuza koymak için, sırtımızı sıvazlamak için hatırlatır. “Yol uzun ve sarp...” demeye getirir, “ikimiz de düşebiliriz, sendeleyebiliriz, yorulabiliriz; birbirimize tutunarak yürüyelim” der. Herkesin biricik unvanı yolcudur; üzeri çamurlanmak, yolu şaşırmak, toz kir içinde kalmak beklenir, leke kapmak, hata etmek, yanılmak ayıplanmaz. Herkes yalpalayarak da olsa yürür. Kimse kimseyi uçurmaz. Herkese kendi kanatlarını hatırlatır Üstad. Gerçeğin mavi göğünü gösterir; kanatlarımızı korkmadan açabileceğimiz genişlikle tanıştırır bizi.
Bir tanık olarak söylüyorum bunu. Ömrümü bin bir çileyle ama pırıl pırıl bir ümitle yazdığı satırlara adadım. Müfessir kalsaydı eğer, şimdilerde bizi de küçümseyen birçok ulemanın gözünde hayli değerli olurdu ama ben çok samimi bir yoldaşımı kaybederdim. Yolda kalırdım; yola bile gelemezdim ki. Yol arkadaşımı, “kutup”, “gavs” gibi unvanlarla yüceltmeye ihtiyacım yok. Dileyen taassupla söylediğimi sansın, umursamam-Risale-i Nur'un şeffaf sayfaları üzerinden tanıştım Kur'ân'la, Peygamberlik nurunu hiçbir siyerin hissettiremediği orijinallikte hissettim. İslam tarihinin tüm birikimlerini anlayacak/anlatacak köklü bir bakış açısına kavuşturdu beni. Geylani'yi, Mevlana'yı, Arabi'yi, Gazzali'yi, Rabbani'yi, Eflatun'u, Aristo'yu, İbni Sina'yı vs. yeni/den okudum Risale-i Nur'la.
O ‘müteessir’in bize kazandırdığı bakışa müteşekkirim. Ölü değildir müteessirin satırları, canı yanarak yazdığı için can yakıcıdır; diridir. Kurgu değildir ifadeleri, denenmiştir, duyumsanmıştır, bedeli ödenmiştir. İçeridedir her daim, dışarıdan göz atmakla yetinmez. Yazdıklarıyla buraya şimdiye çağırır bizi. O yazdıkça, dağlar yeniden dikilir, denizler yeni derinlikler bulur, kelebekler taze heyecanlarla kanat çırpar.
Vahyin akışına d/okunaklı bir şahittir Said Nursi. İman ve teslimden kök alan sivil bir direnişçidir. Kimsenin tekelinde olmayacak kadar evrenseldir, hiçbir kesimin kendi meşrebine hapsedemeyeceği kadar durudur söyledikleri. Hiçbir grubun taraftarlığına malzeme olamayacak kadar biriciktir yazdıkları. Hiç kimsenin vesayetine ihtiyaç duymayacak kadar berraktır tefekkürü; herkesin erişebileceği göz mesafesinde durur kitapları. Sözün gücü karşısında, gücün sözünün kâr etmediğini somut biçimde görmek isteyen ezilmişlerin göz aydınlığıdır Said Nursi. Vahiyle inşa edilmiş bir aklın varlığa b/akışının heceye bürünmüş halidir…
Müteessirdir çünkü…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.