
Habibi Nacar YILMAZ
Eflatun'un Mağarasından Nasıl Çıkabiliriz?
Üstadın "silsile-i felsefenin en mükemmel fertlerinden ve dâhilerinden" diye nitelediği ve kurtulan yüzde birlerin içinde saydığı Eflatun'un "Devlet" isimli kitabı var. Bu kitapta, başında filozofların olmasını istediği, ideal bir devlet modeli anlatılıyor. Üstad da Eski Said Döneminde, paşalar ve zabitlere seslendiği bir yazısında, mükemmel model olarak her daim Asr-ı Saadeti söylemesine rağmen; herhalde makam gereği, mükemmel bir idare olarak Eflatun'un bu ideal devletini "Âlem-i İslamiyet, Medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmaya sezadır." diyerek öne çıkarıyor.
İşte, Eflatun'un "Devlet" isimli eserinin yedinci kitabında, Kur'an'ın ve maddeci felsefenin kâinata, maddeye, sanata hâdisâta bakış farklarına işaret etmesi bakımından çok değerli bir mağara metaforu, benzetmesi var ki doğru yorumlanınca, çok şey anlatıyor.
Doğduğundan beri zincire vurulmuş bir grup insan, karanlık bir mağarada yaşar. Bu insanlar, mağaranın duvarına yansıyan gölgeleri, gerçeklik olarak kabul ederler. Çünkü bildikleri ve gördükleri tek şey, bu gölgelerdir. Bir gün, bu insanlardan biri serbest bırakılır ve mağaranın dışına çıkar. Dışarıda ilk kez, mağarada yansıyan görüntülerin nereden geldiğini ve bunların neyin yansımaları olduğunu görür. Fakat içeridekilere bunu, yani gölgenin asıl olmadığını, bunların bir görüntüden ibaret olduğunu ve bunların bir gerçeğe işaret ettiğini bir türlü anlatamaz. Anlatsa da inandırıcı olamaz. Niçin? Çünkü içeridekiler, o gölgeleri gerçeklik zannetmektedirler.
Bu güzel temsili, benzetmeyi okuyunca, işimizin zorluğunu bir kat daha anladım. Gerçekten gölgeler aklın önünde perde olunca; varlıkların, eşyanın, hâdiselerin, hayat ve ölümün gerçek manaları gizleniyor. Gerçek manaya ulaşmada akla perde olanları ne kadar kaldırmaya çalışsak da buna bir türlü muvaffak olamıyoruz. Çünkü perde çok kalın ve kesafet kesbetmiş. Ayrıca uzun süre bu illüzyona maruz zihinleri uyandırmak da zor.
Basit bir odun parçasından akan, harika rızıkları adamın gözüne kadar getiriyorsun. Buradaki ağaçtan akan şefkati, merhameti ve bunların üstündeki ilim irade ve kudreti göstermeye çalışıyorsun. Fakat ilkokuldan tâ üniversiteye ve sonrasına uzanan dilimde, adamın zihninin maruz kaldığı "tabiidir, doğaldır, zaten böyle olur, sebeplerle böyle olur, kendiliğinden oldu" gibi yanıltıcı ve esassız cümlelerin,o zihinde yaptığı tahribat ve bunların oluşturduğu yanılmaları bir türlü düzeltemiyorsun. Yani adamın zihnini gölgeler dünyasından sıyırıp tabiat, tesadüf, sebepler veya evrim mağarasından çıkaramıyorsun. Alışmış bir kere, zihnini sıyıramıyor. Başka gerçeklerle tanışmamış, tanışması da zorlaşmış. Zihnin bundan sıyrılıp gölgelerin menbalarına ulaşması, özel bir gayretin ve inayetin birleşmesi ile mümkün.
Hatta anlatırlar ya. Biri, zihnini gölgelerin prangalarından sıyıramamış; biri de zihni gölgelerden, onların geldiği kaynağa ulaşmış ve berraklaşmış iki bilim insanı bir konferansı birlikte takip etmişler. Gölgeye yapışmış ve sonuçta ona âşık olmuş olan, içinden: "Arkadaşım bunları dinlendikten sonra, artık her şeyin nasıl oluştuğunu ve bunların arkasında bir yaratıcı olmadığını anlamıştır herhalde." diye geçirmiş. Diğeri de aynı şekilde içinden: "Bunları dinleyen arkadaşım, bu mu'cizevî sanatların arkasında olan ve kendini akla gösteren bir yaratıcı olduğunu mutlaka anlamıştır." diye içinden geçirmiş. Her ikisi de sonuçta aynı şeyleri dinlemiş, fakat her biri, anlatılanları, kendi aynasına yansıdığı şekilde algılamış ve yorumlamıştır. İşte, üstad, zihinlerini gölgelerin istila ettiği, bu maddeci asrın insanlarını, gölgelerin hâkim olduğu böyle bir mağaradan çıkarmaya, onları bu gölgeleri gerçek sanma illüzyonundan kurtarmaya çalışıyor.
Her biri, iki saatten fazla süren iki seans konuştuğumuz üniversiteli bir genç arkadaş, sonunda "Her şey, bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı topraktan istemeli." mealindeki cümlelerle mukabele etmişti bize. Yani yıllarca ona görünen gölgeler, onun zihninde gerçeğe dönüşmüştü. Ve bu gölgeler mağarasından bir türlü kendi zihnini sıyıramıyordu. "Her şey zamanla, vurdu vuruştu, kardı karıştı ve bu canlılar ortaya çıktı." cümleleri ile örülmüş ve zehirlenmiş zihninde, adeta zaman ilahlaşmıştı.
Baktım olmuyor, zihnini silkelemesi ve bu illüzyondan kurtulabilmesi için, ona: "Şekeri, unu, suyu, yağı bir araya getirsek; bunlar, usta olmadan kaç milyon sene sonra helvaya döner."diye sordum.Üç dakika kadar düşündü ve dönmez, dönemez, dedi. Gerisi kolaydı ve arkadaş büyük bir uyanışın öncüsü sayılabilecek cümleler kurarak yanımızdan ayrıldı.
İşte, düşünmek ve tefekkür, burada bizim elimizden tutuyor. Daha doğrusu tutması gerekiyor. Bazen "Düşünen düşer, düşünen tereddüt eder, her şeye şüpheyle yaklaşır." diye paylaşımlarda okuyor, konuşmalar da dinliyoruz. Bunlar doğru olabilir ama bu, karanlıktan kurtuluna kadar böyledir ya da böyle olabilir. Düşünmek, tefekkür etmek seni eşyanın (gölgelerin) hakikatine, bunların nereden geldiklerine götürmüyorsa; yani seni aydınlığa çıkaramıyorsa, bir anlamı olur mu? Olmaz. Düşünmek yolculuğu ve bu yolculuğun külfeti, seni sonunda bir hiç ile karşı karşıya getirmemeli ki bir anlamı olsun. Yoksa "Kelkim kellim layenfa"daki gibi olur. Yani "Konuş, konuş; faydası yok, boşuna." Düşün, düşün de bu düşünce, düşüneni bir boşlukta bırakacak, gölgeye teslim edecek; hayata, ölüme ve sonrasına dair seni rahatlatmayacak, aklına nefes aldırmayacak, sahih olarak sana bir reçete sunmayacaksa; "layenfa" yani faydasız, boşuna olmaz mı?
Yollarda işaret davaları vardır malûm. Asıl olan bu işaret levhalarının bazı teknik özellikleri, renkleri mi yoksa bu levhaların işaret ettikleri yön müdür? Yani onların anlamı, bizi yönlendirmek istedikleri yer midir?Gözler, levhayı görse de akıl, bu levhalara ve levhaların özelliklerine takılmamalı. Kendini, levhanın işaret ettiği yöne çevirmeli. Bu gölge gibi, bir müddet parıldayıp giden seyyal kâinat bize ne anlatıyor? Göz bu kâinatı görmek, akıl da bu kâinatın bize anlattığına ulaşma gayreti için vardır. Tefekkür ve düşünmek, aklın önündeki gölgelerin perdelerini kaldırma ve bunların arkasına ulaşmak için yapılır. Öyle bir çaba içindeki akıl, gölgelerin teknik özelliklerine odaklanan hesabîlikten uzaktır. Yani şirin vezin nitelikleri ile değil; anlam özellikleri ile meşgul olur.
Evet dostlar, gölgelerin hesapları ile uğraşmak mutluluk getirmez. Kâinat kitabını çözmek için, ciltlerce kitap yazıldı, yazılıyor. Ama bu kitaplar, kâinat yapıcısını imâ eden "Ne güzel yapılmış." değil de her şeyi tabiata bağlayan "Ne güzeldir." hesabına çalıştı. Yani hep gölgenin bazı teknik özellikleri şerh edildi, ediliyor. Nazar eserde kaldı. Zihin eserin sahibine çevrilemedi. Zihni işgal eden bu bakış açısını düzeltebilmek ve tabiatçılık mağarasından çıkmak zor. Çıkış, ancak zihni eserden müessire, nakıştan nakkaşa, gölgeden asla çevirmekle mümkün. Bu da büyük bir gayretin, uyanıklığın, intikalin ve ancak bunlara inzimam eden İlâhî bir inayetle mümkün. Mümkün, çünkü örnekleri çok.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.