Ahmet AY
O tefekküründen, Sen tefekkürüne...
Risale okurken çok yaşarım: Bazen "Ne demek acaba bu?" diye peşine takıldığım bir cümle, bir kelime, bir kavram beni alır, Kur'anî düzlemde bambaşka bir yere bırakır. Karabataklar gibi suya dalarım, ama daldığım yerin çok uzağında tekrar asumanla buluşurum. (Bu yüzden Bediüzzaman'ın hakikat arayıcılarını tarif ederken kullandığı gavvas/dalgıç benzetmesi anlamlı gelir bana.)
Tuhaf yolculuğumun sırrını da ben, müellif-i muhteremin Muhakemat'ta altını çizdiği 'nazm-ı maanide' ararım. Kanaatimce; Bediüzzaman gibiler, yazdıkları metinlerin kafiyelerini lafızlara değil, manalara koymuşlardır. Manaların peşine düşüldüğünde ancak o bitimsiz ahenk yakalanır. Zira mananın nazmı, 13. Söz'de geçen misalden faydalanırsak, lafzın nazmına benzemez. Yıldızların semadaki düzeni gibidir düzeni. Sathî bakan karışık sanır, hikmetle bakıp özüne inen sistemine, ölçüsüne, dengesine hayran olur.
İşte bu yolculuklarımdan birisi de Barla Lahikası'nda geçen bir mektup sayesinde oldu. Bediüzzaman'ın, Dr. Yusuf Kemal'e yazdığı, “Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” ifadesiyle başlayan o mektubu, içindeki bir cümleyle beni saatlerimden¬¬ (dağılımı da hesaba katarsam eğer günlerimden) etti. Orada, sonlara doğru sarfedilen; “Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç" ifadesindeki; "Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe..." vurgusu, vurgunun ardındaki öğüdü, öğüdün ardındaki sırrı aramaya yönlendirdi beni. Ve nihayet, külliyat metinleri içinde bu kelimelerin izlerini sürmeye başladım. 11. Söz'de ve 23. Söz'de benzer ifadelere rastladım.
23. Söz'deki 5. Nükte, muhtemelen 11. Söz'de bu mesele daha geniş ele alındığı için şöyle başlıyordu: "Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmal edeceğiz." O yüzden bu iki sözü birden karşıma alıp Barla Lahikası'ndaki mektup kıyısından denizlerine daldım. Gördüm ki, 'gaibane' ve 'hazırane' kelimeleri arkasında devasa bir sistem var.
Detayları geçeyim... Vahdaniyet ve Ehadiyet denkleminde, afakî tefekkür ve enfüsî tefekkür düzleminde birçok teori geliştirdim o sıralar. Baktım, altından çıkamıyorum. Bu sefer meseleyi bir yolculuk esnasında Kenan Demirtaş abiye de açtım. Kenan abi, 23. Söz'de de altı çizilen, Fatiha'daki ayetlerdeki geçişten hareketle harika birşey söyledi bana: "Kainata bakarak Allah'ı 'O' diye ararsan bu gaibane tefekkür olur. Eğer arayışı 'Sen' diye yaparsan, bu, Allah'ı 'Sen' düzleminde aramak olur ki, hazırane tefekkürdür."
Bu ışıkla tekrar okumalarımı yaparken şunu farkettim: Hakikaten de gaibane tefekkür yapılırken Cenab-ı Hak, bir 'O' olarak, biraz da (tabir-i caizse) etkileşimden ötelenmiş olarak tefekkür ediliyordu. Bu tefekkürde Allah'ı bulmak vardı, tanımak da vardı, fakat bir adım ötesinde şuunatına uzanmak yoktu. Yani gaibane tefekkür, esma dairesinde yapılan tefekkürde kalıyordu. Fakat ne zaman ki, hazırane eşiğine atlanılıyordu, artık marifetin elleri şuunata da uzanıyordu. Etkileşim başlıyordu.
Burada, belki bir parantez içinde şuunatın da tarifini yapmamız gerek. Bediüzzaman tarafından izahı 32. Söz'ün 2. Mevkıfı'nda yapılan şuunat, çok kusurlu bir temsille anlatacak olursak; bizdeki duyguların, bizdeki kusurlardan çok çok uzak bir şekilde Cenab-ı Hak'ta bulunan manalarıdır. Bediüzzaman, kelimelerin kifayetsizliğinden dolayı şöyle ifadeler kullanır şuunatı anlatırken:
"... Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi; Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yadedemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."
İşte hem 23. Söz'de, hem 11. Söz'de altı çizilen eşik; kulun, Allah'ı tefekkür ederken bu tefekkürün nihayetinde şuunatının farkına varmasıdır. Bediüzzaman o eşikleri de şu cümlelerle ifade eder:
"Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.
Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir..."
Burada geçen 'kendini tanıttırmak ve bildirmek ister' ve 'kendini sevdirmek ister' gibi ifadeler de gösterir ki; artık tefekkürde veya muhatabiyette bir aşama atlanmış, Cenab-ı Hakkın isimlerinin ötesindeki şuunatı, yani mukaddes ve münezzeh istekleri anlaşılmaya başlanmıştır. Bunu farkeden kul, artık 'O tefekkürü'nü bırakır ve Cenab-ı Hakkı 'Sen ve ben tefekkürü' ile temaşa etmeye başlar. Onun kendisini sevdirmek istediğini farkedince, kendisini sevdirmeye daha çok çalışır. Tanınmak istediğini farkedince, daha çok tanıyarak Onun bu arzu-yu mukaddesine mukabele eder. Burada artık kulluk, bir açıdan, Vahdaniyet dairesinden Ehadiyet dairesine de çekilmiştir. Özelleşmiştir. Belki bu aynı zamanda afakî tefekkürden enfüse de geçiştir.
Bunun daha da üstündeki farkındalık, tabirimde hata olmasın, Cenab-ı Hakkın 'sevgisinin, rahmetinin, şefkatinin' kulun yapabileceği fiillerle üzerine çekilebiliyor oluşudur. Cenab-ı Hakkın tanınmak istemesine mukabil, onu daha fazla tanımaya çalışan kul, bu noktada Rabbini kendisine daha çok teveccüh etmiş bulur. Hem rızası kazanılır, hem kapalı sandığı kapılar da ona açılır. İnsanın yaptıklarıyla Allah'ın şuunat dairesinde aks-i sada bulması, hakikaten insanlık adına büyük bir keşiftir. Ki bu da Bediüzzaman 11. Söz'de şu şekilde ifade eder:
"Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gaibâne muamele-i ubûdiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezâifi eda ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin dahi muamelesine ve ef’âline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muamele suretinde..." Yani tabir-i caizse, kul, kâinat tefekkürünü tam yaptığı zaman, ikinci bir tefekkür dairesi 'Allah'ın muamelesi ve ef'âline bakmak' yönünde önünde açılıyordu. Ve bu dairede artık hazırane Onunla muhatap olup, Fatiha'da geçtiği gibi "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz" düzeyine geliyordu. 'O tefekkürü veya ibadeti' artık 'Sen ve ben' çizgisine çıkıyordu. Belki Vahdaniyet içindeki Ehadiyet de, afakî tefekkürle enfüsî tefekkür arasındaki fark da, esma dairesi ile şuunat dairesi arasındaki nüans da burada aranmalıydı: Gaibane ve hazırane muhatabiyetler...
Görüyorsunuz, nereden çıktık da nereye geldik. Halbuki başladığımız yerde Barla Lahikası'ndan bir mektup vardı. Birşey daha söyleyeyim burada: Gariptir ki; Bediüzzaman, 23. Söz ve 11. Söz'de de gaibaneden hazıraneye geçişte mektup temsilleri kullanıyor. Her iki metinde de gaibaneden hazırane geçişten hemen önceki basamaklardan birisini şöyle ifade ediyor: "Kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür."
Bana öyle geliyor ki: O tefekküründen Sen tefekkürüne geçiş, nesnelerdeki 'bana özel'lliği farketmekle oluyor. Ki bu da her neyle karşılaşırsak, onun bize yazılmış bir mektup olduğunu düşünmekle, yani üzerimize alınmakla mümkün gibi. Belki de bu yüzden Bediüzzaman, Dr. Yusuf Kemal'e, Risale-i Nur'a bakarken kuşanması gereken zihin yapısını tarif ederken böyle diyor: "Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et."
Buradaki iki temsil aracının da 'kişiye özel' şeyler olduğuna özellikle dikkatinizi çekerim. Ne reçete, ne de mektup bir başkası tarafından okunması ve uygulanması hoş karşılanan şeyler değildir. Kişiye özeldirler. Bediüzzaman da adeta, Yusuf Kemal'in nazarını hazırane muhatabiyete kaldırmak için 'kişiye özel'liği farketmesini istemektedir... Ben ne demiştim? Nihayetinde bakınız, vardığımız yer, hiç de suya daldığımız yer değildir. Risale-i Nur'da daha böyle neler neler var. Yeter ki, dalmaya vakit ayırın. Metni sadeleştirmek yerine kendinizi zenginleştirin. Çünkü metni sadeleştirdikçe bu bağlantılar kaybolacak. "Fetebarek Allahu ahsenü'l-Halıkîn."
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.