Sabri ALTUN
Onu tanımak…
Üstad konuşturulmadıkça konuşmadı.
Kendisi “Said” olarak konuşunca da lisanı ve lehçesi farklıydı.
Lisanı ve lehçesi şeker gibiydi.
“Sen sünnet bilmez..” diyordu en has lehçesiyle.
Ne zaman ki konuşturulunca Bediüzzamanlaşır, kıbleye döner bir Şeyinşah kesilir sesi yükseklere çıkar, bulutların arasına dalar, galaksiler boyu uzanır giderken kâinatla bütünleşir, belki de kâinatı lehçesine toplar ve kâtibine döner:
“yaz gardaşım" derdi.
Kâtipleri yazardı.
Lehçesi o kadar değişirdi ki deminki “Said”e asla benzemezdi.
Böylece Risale-i Nurlar yazıldı.
Fakat garip bir hali vardı.
Kimsenin onu gerçekten tanımasını istemiyordu.
Talebeleri onu tanımadığı sürece “Seyda” olarak kalır onlarla rahat rahat sohbet eder, an gelir şakalaşırdı da.
Belki de sadece bir “hoca “olarak görünmek isterdi.
Ne zaman ki talebeleri onu tanımaya başladı.
O zaman o da yalnızlaşmıştı.
Çünkü onu tanımanın bedeli epey ağır olacaktı.
Büyük bir sorumluluk demekti.
Büyük bir şükrü gerektirecek, gerekirse büyük bedeller verilecektir.
Van’da kaldığı süreler içindeki talebelerini çok sever Molla Hamid’i ise daha çok severdi.
Molla Hamit tereddütsüzdü, beklentisizdi…
Onun nazarında sadece “Seydaydı işte.”
Ne zaman ki Seydası Anadolu’ya vardı yıllar sonra onu ziyarete gitmişti.
Ulaşılmaz olduğunu görünce garipsemişti.
Kapısında dünyalar değerinde hizmetçilerini görünce hizmetçileri onun huzurunda taş kesilince;
“viiiyy bu Seyda ha!” diye de bir çığlık atmıştı.
Kendisini Zübeyirlerle, Bayramlarla, Ceylanlarla, Sungurlarla kıyaslamış onun huzuruna bunlar kadar zorlukla ve ürkerek gitmediği zamanları hatırlamıştı.
“Yahu bizim Seyda bu kadar ulaşılmaz değildiki” diye taaccüpler geçirmişti.
Derken Seydasının huzuruna girdi elini öptü.
“Ne iş “der gibi bir edayla göz mimikleriyle talebelerinin etrafında pervane oluşuna dikkat çekmişti.
Seyda hasta haliyle tebessüm etmişti.
Seyda gözleriyle “boş ver sakın bir şey öğrenme” der gibi bakış fırlatmıştı.
Adeta "gerçeği bilirsen külahları değişiriz” der gibiydi.
Molla Hamid’i sadece Molla Hamit olarak terkesinde taşımak istiyordu.
Lakin Molla Hamit kıymetini bilmedi.
Dışarı çıkar çıkmaz Zübeyir abiye yaklaştı.
“Yahu gardaş” dedi, ”nedir bu Seydanın hali?”
“Neden siz böyle etrafında pervane olmuşsunuz. Onda ne gördünüz ki bu kadar lal kesilmişsiniz. Onun huzurunda toprak kadar mütevazı oluyorsunuz.”
Zübeyir abi gülümsedi:
“Sen" dedi “Sen kime hizmet ettiğini bilmiyor musun? Yıllarca onun dizi dibinde oturdun hiç tanımadın mı?”
Molla Hamit: Üstadları kıskandıracak ve hizmetteki tüm talebelere ömürlük bir ders olacak fıtri bir cevap verdi.
Aslında Üstadın onu niçin çok sevdiğinin altını çiziyordu.
“Ben onu tanımak için hizmet etmedim ki. O bir âlimdi bir Kur’an hizmetçisiydi. Annem bu büyük bir zat ona hizmet et demişti ben de hizmetine koştum. O kadar.”
Zübeyir abi mütebessim bir çehreyle anlatmaya başladı.
O anlattıkça molla Hamit ürperiyordu. Ürperdikçe sararıyordu.
Sarardıkça gözleri fal taşı gibi açılıyordu.
Helalleşip ayrıldığı halde gayri ihtiyari tekrar geri dönüp kapıdan başını çıkarıp son bir defa daha “Seydasına” baktı.
Üstadın bakışıyla karşılaştı.
Üstad Molla Hamid’in bu bakışından son derece rahatsız olmuştu.
Zaten hastaydı acı çekiyordu fakat Molla Hamid’in bu geri dönerek fırlattığı bakış Üstadı sanki daha da yaralamıştı.
Üstad Molla Hamid'e öyle bir bakışla karşılık vermiştiki;
Bakışları acı doluydu, sitemkârdı, adeta biraz daha yalnızlığa gömülmüş gibi bir sıkıntı taşıyordu.
“Neden öğrendin be gardaş. Şimdi o eski ihlâsını nasıl muhafaza edeceksin. Bana olan o katıksız sadakatini nasıl eskisi gibi devam edeceksin. Beni gerçekten tanımanın ağırlığına dayanabilecek misin? Neden beni bu kadar yalnız bıraktın ki” der gibiydi.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.