Ahmet AY
Pedofili oruçsuzluğun bedelidir
"Hiçbir memlekette ahlak yıkıcılığı şu son çeyrek asırda Türkiye'de kaydedilen nisbeti bulmuş olamaz. Hergün bir yandan kendi kulaklarımızla duyduğumuz, bir yandan da kendi gözlerimizle şahit olduğumuz vakaların uyandırdığı endişe, milli bir kaygı, hatta telaş halini almak üzeredir. Bastığımız her adımın altında bir tuzak olmak ihtimalini düşündüren bir hile, yalan-dolan havasiyle kuşatılmış gibiyiz. Türkiye'de yirmibeş-otuz seneden beri azalan bir müeyyidenin kıtlığı hergün biraz daha fazla hissedilmektedir: Allah korkusu!" Peyami Safa, Kavga Yazıları, 17.01.1956.
Uzmanların sıklıkla dikkat çektiği birşeydir şu: Bir alışkanlık ancak üzerinde yükseldiği öteki alışkanlık/alışkanlıklar öldürülebilirse öldürülür. Yani, mesela, 'internet bağımlılığınız' varsa, bunu öldürmenin metodu 'geç yatma' alışkanlığınızın öldürülmesidir. Geceleri uyanık kalırsanız eliniz elbette modeme doğru gider. Yine, mesela, herhangi bir zararlı madde bağımlılığının bitirilmesi için de o bağımlılığı çözümmüş gibi gösteren hayatınızdaki stres öğelerinin temizlenmesi gerekir. Stres kaynağına bağımlılığınız azalırsa bu tarz marazlar da azalır.
Hatta daha küçük alışkanlıklarda bile, velev tırnak yemek kadarcık olsun, çözüm onların ardındaki tetikleyicileri çözmekle mümkündür. Tetikleyiciler çözüldüğü zaman düğüm de çözülür. Tıpkı ilk çıkan siğil tedavi edilince diğer bütün siğillerin iyileşmesi gibi. Mürşidim bu sadedde der: "Sıkıntı sefahetin muallimidir. Yeis dalâlet-i fikrin, zulmet-i kalb ruh sıkıntısının menbaıdır." Ve ekler: "Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir."
Modern medeniyetin herbiri sinesinde artık birer kanser haline gelmiş sapkınlıkları gideremeyişinde de bu sırrın kokusu vardır. Yani, ahirzaman düzeni kimi marazları birer 'maraz' olarak kabul eder, fakat 'tetikleyicilerinin marazlığını' kabul etmez. Örneğin: Tacizi bir maraz olarak görür. Fakat karşı cinsler arasındaki mesafesizliği bir maraz olarak görmez. Kadının metalaşmasını bir sorun olarak görür. Ama tesettürsüzlüğü bir sorun olarak görmez. Alkol bağımlılığını bir maraz olarak görür. Ama içkiyi bir maraz olarak görmez. Fakirliği bir arıza olarak görür. Ama israfı bir arıza olarak görmez. Daha bunlar gibi pekçok şey vardır ki, ahirzaman insanı haklarında pekçok pekçok şikayetçidir, fakat onları doğuran etkenler karşısında endişesizdir. Önünü almaya yatkın değildir. Bir de üstüne teşvikçidir. Tüm sanat dallarında, özellikle romanında, bu çelişkinin izleri okunabilir.
Bediüzzaman Lemeat isimli eserinde modern sanatın bu çelişkisine sinema-tiyatro-roman üçlüsü üzerinden şöyle dikkat çeker: "Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez."
Hatta bu sanat anlayışı İslam'ın 'koruyucu hekimlik' tavsiyelerini bile çoğu zaman 'Aman da insan haklarına aykırı!' veya 'Aman da bireysel özgürlüğe müdahale!' veya "Aman da sanata saygısızlık!" şeklinde lanse eder. Kızar. Küser.
Halbuki her günahın arkasında bir israf vardır. "Helâl dairesi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur!" derken mürşidimin dikkatlerimizi çektiği de biraz budur. Eğer bir insan, yaşarken aldığı lezzetin bir sınırı olması gerektiğini düşünmezse, hazcılık onun hayatının merkezine kurulur. Zevk almak yapılan herşeyin meşrulaştırıcısı olur. Kanaat bu anlamda bizler için bir koruyucu hekimliktir. Daha azıyla mutlu olunabileceğini kabul etmeyen artık konaklayacak bir daha fazlası bulamaz. Çünkü her daha fazlanın bir daha fazlası vardır. Ve bu 'daha fazla'lar sonu gelmeyen basamaklar gibi karşımızda durup sürekli yukarıya çağırır. Bu noktada artık zevkin kaynağı ihtiyaçlar değil çeşitliliktir. Çünkü çoğu ihtiyaç ilk karşılamada biter. Mide ilk lokmada doyar. İktisat Risalesi tat alma duyumuz üzerinden der ki:
"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."
Ben bu 'tenevvü-ü et'ime' meselesini çok önemli buluyorum. Ve ahirzamandaki birçok sapkınlığın böylesi bir annesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Modern insan sapıtıyor. Çünkü yetinmenin doğruluğuna inanmıyor. 'İhtiyaçlarını karşılarken lezzet almak' yerine 'daha fazla lezzet almak için ihtiyaç uydurmayı' tercih ediyor. Yaşarken yapmaya mecbur olduğu şeylerden lezzet almak yerine lezzet almak için mecbur olduğu şeyleri yapıyor. Hedonizm hayatın odak noktasını kaydırıyor.
Hatta bu sıralar televizyonlarda çokça örneğini gördüğümüz 'gurme' programlarında bile var bu. Aranılan doymak değil onlarda. Aranılan lezzet. Bu nedenle malzemeler bin türlü şekle sokuluyor. Yetmiyor. Helalin sınırına dayanıyor. Bu defa haramların dairesine geçiliyor. 'Farklı lezzetler denemek' başlığı altında eti yenmeyen hayvan, içilmeyen içki, karıştırılmayan malzeme, yapılmayan çılgınlık kalmıyor.
Peki 'kuvve-i zaika'da işler böyle de annesi 'kuvve-i şeheviye'de işler nasıl yürüyor? Yani lezzet odaklı insan 'tenevvü-ü et'ime/yiyecekleri çeşitlendirmek' ile yatayda hazzının derecesini yükseltmeye çalışıyor da cinsel meselelerde de bunu tekrarlamıyor mu? Bilakis, aynı alışkanlığı burada da devam ettiriyor, hem de daha çirkin şekillerde.
Bugün birer arıza olarak dünyanın her köşesine yayılan eşcinsellik, pedofili, ensest vs. türünden sapkınlıklar "Zinaya yaklaşmayın!" ayetine kanaat edilmeyişten değil mi? Eğer burada yetinebilinseydi elbette şu çirkin tenevvü/çeşitlenme yer bulup sosyal hayata yerleşemeyecekti. "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz!" emr-i Kur'anîsi bir duvar olup elimizi şerden kesecekti. Çeşitleri çoğaltmaktan gelen yataydaki sahte lezzetlerden yüzümüzü çevirip dikeydeki asıl lezzetlere, yani sahici ihtiyaçlardan gelen lezzetlere, bizi yönlendirecekti.
Ben, Aleyhissalatuvesselamın, zinadan korunmak için bekarlara oruç tutmayı tavsiye etmesinde de bu açıdan epeyce hikmet görüyorum. Yani, oruç sadece nefsimizi tokatlamıyor, bize tekrar dikeydeki lezzetlerin kıymetini de anımsatıyor. Aç kalıp doymanın ne kadar güzel birşey olduğunu hatırlatıyor. Susuz kalıp kanmanın ne kadar lezzetli olduğunu ihtar ediyor. Ve bu anımsama, sadece bizi güçsüz bırakarak değil, sadece nefsimizi tokatlayarak değil, asl-ı lezzeti hatırlatarak da 'sûn'î iştiha-yı kazibe'lerden kurtarıyor benliğimizi. "Alman gereken asıl lezzet bu!" diyor.
Ayılalım! Savaşmamız gereken cephe başka yerde değil burada. Geri dönelim. Direnelim. Zararlı alışkanlıkların üzerine bina olduğu marazları bulalım. İlk siğili tedavi edelim. Nerede o peki? Belki şurada: Biz 'daha azın yetebileceğine' dair inancımızda yara aldık. İlk siğil bu. Buraya bir şifa merhemi çalalım. Gerçek ihtiyaçlarımızın lezzetini unuttuk. Bunun için de oruç tutalım. Hatırlayalım. Hatırlayalım ki yaşadığımız türlü felaketlerin tedavisi burada. Evet. Oruç tutanlar azaldıkça bu rezillikler çoğalacaktır. Düştüğümüz yerden kalkalım. Çünkü, idam da dahil, başka hiçbir teşebbüs/metod bizi diriltemeyecek. Çünkü ilk siğile değemeyecek.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.