Safa MÜRSEL
Risale-i Nur Ekolü – İslamcılık İlişkisi (3)
İslamcılık üzerine yapılan çalışmalar, bu akımın asıl gündeminin “İttihad-ı İslam”ı hayata geçirmek olduğunda müttefiktir.
İslamcı akım, 19. asır Batı yayılmacılığı ile Osmanlı’nın dağılma tehlikesine karşı “İttihad-ı İslam” mefkuresinin ikame edilmesi halinde İslami kimlik ve bütünlüğün korunacağına inanmıştır.
Toplum dokusunda İslam’a dayalı zihni yapının henüz canlı olduğu o dönemde, dağılmayı önlemek için İttihadı-ı İslam’ı öngörmek doğruydu ve karşılığı da vardı. Hemen ifade edilmelidir ki, Said Nursi, İslamcı akım mensuplarıyla olan ilişkisini, özellikle “ İttihad-ı İslam” ilkesiyle sınırlı tutmakta özel bir özen göstermiştir.
Bediüzzaman, “bu zamanın en büyük farz vazifesi (nin) İttihad-ı İslam” olduğuna inanıyordu. Bu görüş, O’nun nazarında siyasi bir ilke olmanın ötesinde “farz” derecesinde dini yükümlülüktü. Teklif kimden gelirse gelsin, ilgisiz kalması mümkün değildi. Nitekim, İslam birliğini sağlamadaki tarihi rolü sebebiyle sembol şahsiyet olarak gördüğü “Yavuz Sultan Selim’e biat etmişim” diyordu. Kendisinden önceki yıllarda İttihad-ı İslam’ı savunan “Cemelettin-i Efgani, Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle, (Namık) Kemal Bey ve (Yavuz) Sultan Selim”i “seleflerim” diye zikreder. Bu isimlerin Bediüzzaman’a selef olmasının yegane sebebi, “İttihad-ı İslam” fikrindeki öncülükleridir. Bu zatların diğer konulardaki görüşlerine itirazını not etmekten de geri kalmamıştır. Hatta, “selefim” diyerek “İttihad-ı İslam” konusundaki görüşünü kabullendiği Ali Suavi hakkında, katılmadığı görüşleri olduğunu ima ederek “müfrit alimlerden” kaydını koyması dikkat çekicidir. (Yazılarında bütün Tanzimatçıları dinsizlikle suçlayan Ali Suavi, halk hakimiyeti kavramını Allah’ın hakimiyeti kavramına rakip gören yazılar yazmıştır. Yazdığı yazılardan bazıları ise, İslamcı kimliğine rağmen, Cumhuriyet döneminde laikliğin erken habercisi değerlendirmelerine konu olmuştur. )
Bediüzzaman’ın İslam Birliği konusunda “seleflerim” dediği yukarıda adı geçen fikir adamları, 19. asır ortalarında merkeziyetçi ve geleneksel bir hilafet otoritesini gerekli görüyorlardı. Halbuki, 20. asrın ilk yıllarında hızla parçalanma sürecine giren İslam coğrafyasında, merkeziyetçi ve geleneksel hilafetin devamı fiilen imkansız hale gelmişti. İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya savaşı sonrasında fiili parçalanmışlık halini gören Bediüüzaman, İslam devletleri arasında arzu edilen bütünleşmeyi, “Cemahir-i Müttefika-ı Amerika” benzeri bir modelde görüyordu. Yani İslam ülkeleri, iç yönetimlerinde bağımsız, fakat uluslararası ilişkilerde federal veya konfederal bir statüde dayanışma halinde olmalıydı. İslam ülkeleri, elli yıllık “İslam Birliği Örgütü”ne rağmen bugün bile böyle bir noktada buluşmanın oldukça uzağındadır. Fakat her şeyin kaderde ve tarihte elbette bir programı vardır. O’nun ifadesiyle “bu kışın devamına ihtimal ver”ilemez.
İslam toplumlarının 1920’lerden sonra bağımsızlıklarını kazanması, “ittihada” gidişte önemli bir merhaleydi. Bediüzzaman, Müslümanların işbirliği teşebbüslerini hep cesaretlendirdi. Türkiye’nin 1954 yılında İngiltere, Irak, İran ve Pakistan ile birlikte kurdukları Bağdat Paktını, “tehlikeli ırkçılığın zararlarını def edecek”, bölgesel ve küresel barışın tesisine “vesile olacak” örnek bir gelişme olarak gördü ve hükümeti bu teşebbüsüyle tebrik etti.
Yukarıda anlatılanlar ışığında Bediüüzaman, “İttihad-ı İslam” kavramı öncelikle İslam ülkelerinin bütünlüğü amacıyla kullandı. Fakat “ İttihad-ı İslam” kavramının O’nun eserlerinde, Türkiye’nin siyasi yapısı ve partileriyle ilgili ayrı ve özel bir yeri de vardır.
“Bu vatanda şimdilik dört parti var” diye başlayan bir mektubunda bunlardan birisini “İttihad-ı İslam Partisi” olarak sayar. Diğer üç parti ise, Demokrat Parti, Halk partisi (CHP) ve Millet Partisidir. Dördüncü sırada saydığı “İttihad-ı İslam Partisi”nin iktidar talebi hakkında şöyle der: Bu parti, toplumun “yüzde altmış- yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla şimdiki siyasetin başına geçebilir. Dini siyasete alet etmemeye, belki siyaseti dine alet etmeye (hizmet ettirmeye) çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslamiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini alet etmeye mecbur olacağından şimdilik o parti başa geçmemek lazımdır. ”
Bu ifadeler, İslamcılık başta olmak üzere, din - siyaset ilişkilerine ve siyasi tercih tartışmalarına açıklık getirici niteliktedir.
Bediüzzaman, “din adına siyaset” konusuna oldukça hassastır. O’nun nazarında, “tam mütedeyyin” toplum oluşturma hedefi, din adına siyasetten çok önceliklidir. Din adına iktidar talep etmek için, toplumun “yüzde 60-70” bir çoğunlukla “tam mütedeyyin” kimlik kazanması, “İttihad-ı İslam Partisi”nin iktidar talep şartıdır. Din adına siyasete imkan veren bu yaklaşım, dinin siyasette kullanılmaması için bir güvence niteliğindedir. Dindarlık adına ortaya çıkıp, dini hassasiyetleri koruyamamak, iktidarın sağladığı güç ve cazibeye kapılıp, dindarlığı siyasette menfaat aracı haline getirmek, Onun nazarında dine perde olmaktır. Bu durum, dine ilgisiz, fakat dindarlaşmaya namzet kişilerde, yanlış bir din algısı uyandıracak, onları dinden uzaklaştıracaktır. Siyasi maksatlarla buna meydan verilmesi kabul edilemez. Risale-i Nur Hizmetinin, İslamcı akımlardan en temel metodik farklarından birisi bu konudaki hassasiyetidir.
Risalelerdeki ifadesiyle “hariç dairedekilere”, yani dini değerlere yabancı çevrelere ulaşmak bir tebliğ yükümlülüğüdür. Böylelerine yapılması gereken, siyasi boyut ve üslubu öne çıkarmak olmayıp, aklı ve kalbi ikna etmeyi esas alan, “bürhana”(delile) dayalı tebliğdir. İslamcılık, daha ziyade sosyal ve siyasi hayatın ihtiyaçlarını öncelemesi sebebiyle veri alanı sınırlıdır. Laboratuardan güç alan pozitivizmin dini düşünceyi reddi karşısında, Devlet, dindar olmasına rağmen, 19. asır İslamcılarının elinde geleneksel metinlerin dışında yeterli ve etkili veriler yoktu. Bu yetersizlik, İslam’ın terakkiye mani olduğu iddialarına da kaynaklık ediyordu.
Halbuki, Bediüzzaman, 20. Asırda laboratuara sığınan pozitivizmin inkarcı iddialarına karşı, risalelerinde tevhid ve iman eksenli “isbatiyeci” bir metot benimsedi. Kainat kitabını tevhidi bakışla okuma anlamında nur risaleleri, “Kur’an-ı Hakim’in bu asrın fehmine (idrakine) bir dersi” olup, o günden bugüne elli beş dilde ve küresel çapta, bu iman dersini etkili şekilde vermeye devam ediyor. Bu önceliği sebebiyle Risale-i Nur Hizmeti, siyasi iktidar odaklı hareket kimliğinden uzak durma ilkesini benimsemiştir.
Din adına siyaseti, “İttihad-ı İslam Partisi” adıyla toplumun “yüzde 60-70’nin tam” dindar olmasıyla mümkün gören Bediüzzaman, siyasetin dindar, özgürlükçü, sivil, çoğulcu bir zeminde yapılmasından yanadır ve bu ortamın korunmasını esas alır. İktidara talip partilerin içinden “dindar demokrat” kimliğe sahip ve genel seçimle iktidar olmaya en yakın partileri, ülkenin yönetimi için “muhafazası” ve desteklenmesi gereken kurumlar olarak görür.
Ana akım Risale-i Nur Hizmeti, toplumda belirleyiciliği olmayan marjinal parti ve eğilimlerin yanında hiç yer almadı. Bediüzzaman, talebelerine, “dindar demokrat” kitle partisi kimliğini dikkate almalarını, partideki “yanlışçıların (kişisel) hatalarına hücum etme”meyi, “müsbet hareket”le onları dine hizmet ettirmeyi öğütledi.
Bediüzzaman, “İttihad-ı İslam Partisi” hakkındaki yorumuyla hizmetinin siyasetle ilgisinin sınırlarını belirlemiş ve bu istikametin korunmasını öngörmüştür.
Risale-i Nur Külliyatı’nın öngörüsü gereği, önceliği “tahkik-i İman” merkezli tebliğ hizmeti olanların, başka mülahazalara sapmadan, kişi ve toplum kimliğine katkı yapma sorumluluğu, bir hizmet metodu olarak devam ediyor.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.