Risale-i Nur okuyan ırkçı olmaz
Bediüzzaman’ın talebelerinden Çaycı Emin’in akrabası Van Ercişli Ali Sinoğlu ile yaptığımız röportaj
Röportaj: Dursun Sivri-Nurettin Huyut
Ali Sinoğlu Kimdir?
1962 de Van – Erciş’te doğdu. 1987 yılında İktisat Fakültesinden mezun oldu. Vatani görevini kısa dönem olarak İzmir’de yaptı. Daha sonra dayısının oğlu, “Memurluk yapacağına kurmuş olduğum konfeksiyon dükkânının başına geç. Ben avukatlık yapacağım” diye teklif getirince bu teklifi kabul etti. Halen konfeksiyon işine devam ediyor.
Risale-i Nurlarla tanışmanız hangi vesileyle ve ne zaman oldu?
Ben ortaokulu yatılı bölge okulunda okudum. Oradayken bir öğretmen vasıtasıyla Risale-i Nurları tanıdım. Zaten daha önce de aileden ötürü biliyordum. Babam aynı zamanda seyyid… Böyle bir silsileden geliyoruz. Babam köyde arazilerimizin başında çalışıyor. Dedelerim yaklaşık yüz yirmi, yüz otuz sene önce Suudi Arabistan'dan Bağdat’a gelmişler. Bağdat’tan irşat vesilesiyle Mardin-Derik’e gelmişler. Derik’te uzun süre kalmışlar. Daha sonra görevlendirme usulüyle Doğu Anadolu’ya kadar gelmişler. Ahlat’a, Ahlat’tan Erciş’e gelip yerleşmişler.
Babanız veya dedeniz Üstad’la tanışmış mı?
Dedem Üstad’la tanışmıştı. Birkaç kez Üstad’ı ziyaret etmişti. Tabi Cumhuriyetten önce Seyyidlerin bilfiil çalışmasını devlet kabul etmiyordu. Onlar devlet tarafından humus denilen bir maaşla geçimlerini sağlıyordu.
Sultan Vahdettin döneminde halifelik benim atalarımdaymış, halifeliği dedelerimiz yapmışlar… Cumhuriyetin ardından bu gibi şeyler inkıtaa uğramış… Halifelik kaldırılınca, dedelerim kimseye muhtaç olmamak için, çiftçilikle uğraşmaya başlamışlar. O şekilde çevrenin de sevgisini kazanmışlar. Seyyid oldukları için, insanlar büyük bir sevgi göstermiş.
Çünkü buralarda Seyyidlere karşı halkın büyük bir ilgisi, sevgisi var… Bu milleti bu zamana kadar hep irşat etmiş, tebliğ vazifesini ifa etmişler. Zaten şu an bile köyümüze çok farklı yerlerden ziyaretçiler gelmekte. Hal böyle olunca dolayısıyla Üstad’a da çok büyük bir yakınlıkları, bağlılıkları var. Hatta Üstad dedeme bir Cevşen hediye etmiş. Hala o Cevşen babamda duruyor. Tabi o zaman imkânlar kısıtlı olduğu için çok fazla görüşme imkânları olmamış Üstad Hazretleriyle. Şimdiki gibi teknoloji yok, telefon yok…
Çaycı Emin Ağabeyle olan ilginizi öğrendik. Onun hakkında neler biliyorsunuz?
Ben Çaycı Emin Ağabeyin oğlunun damadıyım. Rahmetli Abdullah Ağabeyin vasıtasıyla Çaycı Emin Ağabeyin hatıralarını öğreniyorduk. Biz soruyorduk, O bize cevap veriyordu. Çaycı Emin abinin İran’dan gelişleri, buralardaki yaşayışları gibi hatıralar…
Daha önce ismi Yemen’di. Üstad ismini değiştiriyor, Emin koyuyor. Tabi bunlar Sünni kabilelerin lideri. Bir anda isyan oluyor. Burada Şii dediğimiz kesim, daha doğrusu Şah Rıza Pehlevi döneminde, devlet Çaycı Emin Ağabey’e haber gönderiyor: “Gelsin anlaşalım” diye. Yine o zaman bir ayaklanma söz konusu. Yemen Bey: “Biz gitsek bizim hepimizi imha ederler” diyor. Bunun yanında başka bir aşiret reisi daha varmış. Sıpko Ağa diye birisi. O ağa Yemen Bey’e: “Devlet bizi anlaşmak için çağırıyor, sen niye yanaşmıyorsun. Korkuyorsun.” diye.
Yemen Bey, Çaycı Emin mi?
Evet. Eski adı Yemen. Gerçekten de Yemen Bey Devletin davetine icabet etmiyor, fakat Sıpko ağa adamlarıyla birlikte Şah Pehlevi’nin yanına gidince bütün adamlarıyla beraber Sıpko Ağa’yı imha ediyorlar. Sıpko ağa ölünce, Yemen Bey ve yandaşlarının gücü zayıflıyor. Ve Türkiye’ye gelmek zorunda kalıyorlar. Elli beş bin asker ve akrabasıyla beraber Türkiye’ye sığınıyorlar.
O zaman İsmet İnönü Başbakanmış. Bunların gücünden korkup, dört kardeşin her birini bir yere dağıtmışlar. Yemen Bey’i Kastamonu’ya, hatta kayınpederimin anlattığına göre yaklaşık on bir, on iki bin tane kadar koyunları varmış. O koyunları ta Ahlat’a kadar hepsini askerler almışlar. Bir kardeşi Kahramanmaraş’a, bir kardeşi Kayseri’ye, bir kardeşi de Malatya’ya göndermişler ki, dört kardeş bir araya gelip güç oluşturmasınlar. Tabi o sırada Üstad da, Yemen Bey de gözetim altında…
Kayınpederimin anlattığına göre onların da, Üstad’ın da evi karakolun karşısındaymış. Yirmi dört saat karakoldan gözetleniyorlarmış. O sırada Yemen Bey’i getirip karakolda çaycı yapmışlar. Çaycı Emin lakabı oradan geliyor. Ona çaycılık görevi vermişler ki, nüfusu kırılsın. Çaycı Emin Ağabey karakolda çaycılık yaparken, bir gün Üstad Hazretleri yakın bir caminin çeşme başına gitmiş. Çaycı Emin Ağabey de arkasından gitmiş. Nasrulullah Caminin şadırvanı…
Orada Üstad Ona, “Benden uzaklaş, emniyet beni gözetliyor” demiş. Emin ağabey de, “Ben zaten emniyetin çaycısıyım” diyor. Üstad yine, “Olsun, sana zarar verirler. Benden uzaklaş” deyince, Emin Ağabey, “Hayır, ben senin hemşerinim. Vanlıyım” diyor. Ondan sonra Üstad’la bir pazarlık yapıyorlar. Çaycı Emin Ağabey, “Ben sana talebe olmak istiyorum. Senin hizmetinde bulunmak istiyorum” diyor. Üstad mümkün olmadığını fakat bir plan yaparsak ve plan tutarsa olabileceğini belirtiyor.
Emin Ağabey’e, “Öyleyse ben komutana harçlığımın bittiğini, nafakam için yatağımı satacağımı söyleyeceğim. Sen de onun yatağını ben alayım deyip yatağımı satın alacaksın. O zaman ben neyin üzerinde yatacağım, yine yatağımı senden kiralayayım derim, sen de her gün onun kirasını alma bahanesiyle yanıma gelirsin. O vesileyle görüşmüş oluruz. Hem de benim ihtiyaçlarımı gidermiş olursun” diyor.
Tabi Cenab-ı Hakkın lütfuyla bu plan işe yarıyor ve Çaycı Emin Ağabey her gün Üstad’ın yanına gitme fırsatı bularak, ona hizmet ediyor. O şekilde Üstad’la beraber hapse giriyor-çıkıyor. Ardından İran’da af ilan ediliyor. Af olunca diğer kardeşleri İran’a geri dönüyorlar. Üstad Emin Ağabey’e haber gönderiyor, “Ben senin gitmeni istemiyorum. Git Van’a yerleş. Orada hizmet et” diye. Benim rahmetli kayınpederim Abdullah Bey de Van-Çatak’ta nahiye müdürüydü. O zaman nahiye müdürleri Vali mesabesindeymiş. İlk iki yıllık mezunlardan… O zaman şimdi nasıl başörtü sebebiyle subaylara baskı yapıyorlar, aynı o şekilde kayınpederime de, “Ya hanımının başörtüsünü açacaksın, ya da müdürlüğü bırakacaksın” diyorlar. O da tabii muhalefet ediyor. “Asla hanımın başını açtırmam” diyerek, istifa ediyor. Daha sonra Van merkeze geliyorlar, nalbur üzerine iki kardeş iş yeri açıyorlar…
Emin Ağabey anlatıyordu, “Bir gün Üstad’la beraber Kastamonu’da dağa çıktık. Tam Kurban arifesiydi. Üstad aniden bir hiddetlendi. “Kambuuur! Sen mi haklısın, ben mi haklıyım” dedi. Ondan sonra inanın Allah’a sanki dağ sarsılıyordu. Sanki deprem oluyordu. Üç dört sefer Üstad bu şekilde tekrarladı. Tabi Üstad her gün Karadağ dedikleri o yerlere çıkıp, postunu serip ibadet ediyor, biz de dağın eteklerinde Risale tashihi yapıyorduk” diye... Daha sonra Üstad aşağı inmiş, Çaycı Emin Ağabey Üstad’a yaklaşmış. Üstad Emin Ağabeyi çok seviyormuş zaten. O sırada Emin Ağabey Üstad’ın cübbesini tutmuş, “Kurban! Sen söyle bakayım kime hiddetlendin? Sen bana söylemeyene kadar ben seni bırakmayacağım.” Üstad o zaman, “Ben bu güne kadar bir malum şahıs için beddua ediyordum. Onun rejimini yıkmak için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Bu kutbu azam arefe günü o şahsa dua ediyor. Oradaki bütün hacılar da bu duaya âmin diyorlar. Onların duası külli oluyor, benimki ferdi kalıyor. Bu sebeple ben karşı gelemiyorum. Fakat bir zaman sonra hatasını anladı. Eyvah dedi. Biz bu güne kadar bu malum şahsın Türkiye’ye zararını bilmiyorduk. Demeye başladı. Ve bu defa o da beddua etmeye başladı. O sebeple ben: Kambuuur! Sen mi haklısın, ben mi haklıyım dedim.” diye cevap vermiş. Demek ki o kutbu azamın sırtı kamburmuş.
Daha sonra Üstad hazretleriyle beraber bir mezarın başına gelmişler. Üstad mezarın başında durup, “Siz devam edin” demiş. Üstad mezar başında gayet mütebessim bir çehreyle bakıyor, tefekkür ediyor… Daha sonra talebelerin yanına gelince yine Çaycı Emin Ağabey soruyor “neden mezara bakıp tebessüm ettiniz” diye. O zaman Üstad, “O mezarda saliha bir bayan yatıyor. Ölmeden önce yazmasına oya yapıyormuş. Hala oyasıyla meşgul, kıyametin ne zaman kopacağını düşünüyor. Ben o Saliha kadının halini müşahede ettim, ona taaccüp edip, şaşırdım” diye cevaplıyor.
Onun gibi bir sürü anı vardı. Bir de Mehmet Fevzi Pamukçu Ağabeyle çok şeyler yaşamış. Mesela Mehmet Fevzi Ağabey için çok âlim, fazıl bir insan olduğunu, Üstad kadar olmasa bile Kastamonu’da çok fazla saygı gördüğünü, aynı zamanda tarikat şeyhi, bütün insanlar onun etrafında dönüyor olduğunu anlatırdı.
Bir gün rahmetli Çaycı Emin Ağabeyin yanına gidip, Üstad’la görüşmek istediğini söylemiş. Çaycı Emin Ağabey de “Ben gidip Üstad’a söyleyeyim, kabul ederse ben seni görüştüreceğim” diyerek Üstad’ın yanına gidiyor. “Hoca Efendi sizinle görüşmek istiyor” diyor. Tabi Mehmet Fevzi Ağabey aklınca kırk tane soru hazırlamış. Üstad’a soracak, eğer doğru cevapları alırsa Üstad’a bağlanıp, talebe olacak. Üstad Çaycı Emin Ağabey’e, “Emin! Git söyle Mehmet Fevzi’ye eğer ilmi enaniyetini kapının eşiğine gömerse ben onu talebeliğe kabul ederim. Gömmezse, kabul etmem” diyor.
Emin Ağabey Mehmet Ağabeye bunları söyleyince Mehmet Ağabey, “Eyvah!” diyor. “Ben peşin hükümle geldim. Aklım sıra Üstad’ı sınayacağım.” Hatasını anlıyor ve “tamam ben Üstada talebe olacağım” diyor. Böylece içeri giriyor. Ve daha Mehmet Fevzi Ağabeyle konuşmadan bu kırk tane sorunun cevabını tak tak tak veriyor. Ondan sonra artık teslim oluyor Mehmet Fevzi Ağabey...
Ardından Üstad, “Bunun işi daha bitmedi, benim atımı getirin dama çıkacağız” diyor. Atı getiriyorlar. Üstad ata biniyor, “Mehmet Fevzi, sen de atın gemini tut. Kundura çarşısına gideceğiz.” Hâlbuki Üstad’ın âdeti değildi, şehir çarşısına hiç gitmezdi. Üstad her zaman şehir dışında dağa çıkardı. Mehmet Fevzi Ağabeyle beraber kundura çarşısına gidiyorlar, kundura çarşısından çıkıp, öteki çarşıya giriyorlar, böylece bütün esnaf dükkân önlerine çıkıp bakıyorlar “Allah Allah Hoca Efendi Bediüzzaman’ın atının başını çekiyor.” Tepeden tırnağa kadar kan ter içinde kalmış. Üstad demek ki Onun ilmi enaniyetini yıkmak için o hareketi yapıyor.
Tabi daha sonra Mehmet Fevzi Ağabey Üstad’ın kâtibi unvanını alıyor. Üstada ilham geldiğinde, “Yaz! Mehmet Fevzi” diyordu, Mehmet Fevzi Ağabey onun kâtibi, yazıyordu, yazıyordu, yazıyordu… Ondan sonra, “Yazdıklarını bana bir daha oku! Belki atladığın yerler olabilir” diye tashihini yapıyordu. Bu şekilde güzel hatıraları vardı, hep bizlere anlatırdı…
Kayınpederiniz Abdullah Ağabey, kaç sene önce vefat etti?
İki sene oluyor. Allah rahmet eylesin.
Burası Van’a 100 kilometre uzaklıkta Erciş İlçesi… Burada hizmetler nasıl?
1969’lardan bu güne kadar bu hizmetin bilfiil içerisindeyiz. Yani yaklaşık kırk senedir bu hizmetin içerisindeyiz. Cenab-ı Hak -elhamdülillah, çok şükür- hiçbir zaman o istikametten ayırmadı bizi, bu güne kadar hep o istikamet üzerine geldik.
Tabi belli başlı bazı sıkıntılarımız oldu, Allah’a şükürler olsun onların hiçbirisinden yara almadan, bu güne kadar hizmetlerimizi getirdik, gerçekleştirdik. Biz de naçizane bu işin bilfiil içerisindeyiz. Kendimizi vazifeli biliyoruz. Çünkü asrın referansı, asrın kurtuluş ilacı Risale-i Nur’da. Biz elhamdülillah o bilinçteyiz. O şuurdayız. O amaçla, o imanla çalışıyoruz. Cenab-ı Hak da istihdam etti, nasip etti…
Yani şimdi biz bu Risale-i Nurları bilmeseydik, belki Allah korusun bizler de farklı yerlerdeydik. Risale-i Nurun doğudaki insanlara en büyük etkisi, bizim hoşumuza giden, ruhumuzu okşayan en büyük etkisi, Risale-i Nur okuyan insanların diyebilirim yüzde sekseni, doksanı bir kere ırkçı değil…
Risale-i Nur’un öğretisi olmasa doğudaki problemler çok daha büyük olurdu. Tabi şahsi olarak bizim belki eksiklerimiz çoktur. Bu insanlarda cehalet had safhada... Biz bunlarla istediğimiz manada Risale-i Nurları ulaştıramadık, istediğimiz boyutta konuşamadık. Belki istediğimiz manada ulaşsaydık ve ulaştırsaydık bu gün bu tür sıkıntılarla karşılaşmayabilirdik. Ama buna rağmen yine de özellikle doğudaki Risale-i Nur talebeleri –elhamdülillah, çok şükür- kesinlikle ırkçılığa karşıdır, yani Kürdü Kürtçü değil, Türkü Türkçü değil… Hepsi kardeşçe bir arada yaşamaktadır… Emin olun ki bazen asayiş sorumluları, “siz olmasanız biz bu memlekette emniyeti sağlayamayız” diyorlar. Onlar da çoğu zaman bizden yardım bekliyorlar…
Bu gün için hizmetlerin geldiği nokta sizi memnun ediyor mu? Bundan sonrası için neler düşünüyorsunuz?
Şu an için Türkiye’nin sıkıntısı bizim de sıkıntımızdır. Gönül arzu eder ki istediğimiz noktada daha güzel hizmetlerimiz olsun. Tabi Doğu’da da Batı’da olduğu gibi ufak tefek sıkıntılar oluyor. Değişik mizaçlı, değişik fikirli insanlar oluyor. Fakat elhamdülillah çok daha rahatız. Biz ölçümüzü şahıslardan değil Risale-i Nur’dan alıyoruz. Türkiye’nin neresinde Nurcular şahısları ölçü ve baz almayıp, ölçüyü Risale-i Nur’a göre ayarlarlarsa hizmetler çok daha güzel yürür, daha mükemmel olur. Prensipler daha çok yerli yerine oturur. Tabi şahıslar da başımızın tacıdır. Biz hepsini de seviyoruz, hepsine de saygımız var. Ama gönül arzu eder ki, herkesin ölçüsü Risale-i Nur olsun. Risale-i Nurda zaten ölçüler belli, kriterler belli… Her şey apaçık, gizli saklı hiçbir şey yok. Yeter ki ona müracaat edip, ona uyalım. Onunla amel edelim.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
RisaleHaber’i ilk çıktığı günden bu yana sürekli takip ederim. Zaten üyesiyim. Devamlı mesajlarından haberdar oluyorum. Oradaki yazar arkadaşların yüzde sekseni bizim tanıdıklarımız, dostlarımız… Hissiyatlarımızı dile getiriyorlar. Büyük bir hizmettir. Çok takdir edilecek bir olaydır. Allah hepsinden, hepinizden razı olsun. Bizleri istikametten ayırmasın… Amin.