Afife ARTIK
Risale-i Nur ve Bediüzzaman’a bakışımıza dair bir deneme
Said Nursi pek çok defalar Risale-i Nur’ların kendine ait olmadığını ve Kur’an hazinesinden elmaslar olduğunu söylemiştir. Bunu izah için verdiği misal ilginçtir. Üzüm asmasının kuru çubuğu, o tatlı şerbetli üzümlerin sahibi olamayacağı gibi kendisinin de Risale-i Nurların sahibi olamayacağını demiştir. Yine kendisini bir çekirdeğe benzetip o çekirdek çürüdü ve Hakîm-i Kadîr, bir çekirdekten ağacı yarattığı gibi Risaleleri ihsan etti diyor.
Israrla kendisi ile Risale-i Nurları birbirinden ayrı tutuyor. Kendisinin de Risalelerden ders aldığını ve pek çok Risaleleri defaatle okuduğunu, her okuyuşunda da zevk aldığını, dersini aldığını diyor.
Evet biz Risale-i Nur’u da Bediüzzaman’ı da seviyoruz. Peki Risalelerin hakikatlerine ne derece hizmet edebiliyoruz. Sevmek yetmiyor gerçekten de. O hakikatlerin hayatlarda yer tutması ve bilmeyenlere ulaştırılması değil midir amaç?
Bunu yaparken Bediüzzaman Hazretlerini ön plana çıkartmak ve onun görüşleri olduğu için doğru ve kıymetli olduğunu iddia etmek ne kadar amaca hizmet ediyor? Eğer Bediüzzaman da bizim gibi düşünse idi bir tek hakikati binler bürhanlar kıymetinde çok bürhanlar ile îzah eder miydi? Amacı Kur’anın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu dünyaya isbat etmek olan, kendi görüşünü başkalarına kabul ettirme çabasında olabilir mi?
Bir tek hakikat çok cihetlerden ele alınmış ve çok deliller ile hatta bürhanlar ile îsbat edilmiş iken biz Risalelerden bir hakikati, delillerini nazara vermeden Üstad böyle dediği için böyledir der isek Risaleleri anlama ve anlatma şansımızı kaybetmiş olmaz mıyız? Skolastik bataklığının orta yerinde kendimizi bulmaz mıyız?
Anlayamadığımız, iyice derk etmediğimiz ve hatta hissetmediğimiz bir hakikati hayatımızın içine taşıma ihtimalimiz ne kadardır?
Allah’ın çok harika sanatları bir isim takmakla bilinemeyeceği gibi Risalelerde de çok kavramlar var ki biz kavramın adını bilmek ile bildiğimizi düşünür olmuşuz. Bediüzzaman mesela ‘manay-ı harfî ve manay-ı ismî’ kavramlarını kırk senelik hayat ve otuz senelik ilim tahsili sürecinin sonunda öğrendiğini ifade ederken, biz bu kavramlarla alakalı yerleri birkaç kez okumakla onları bildik zannedebiliyoruz.
Halbuki bir şeyi hakkıyla bilmek onu uygulayabilmek iledir. Her yaratılmışı, yaratanına işaret ettiği cihetleri görmeden, yaratılmışlar ile olan muamelemiz üzerinden Rabbimizle irtibatımızı yaşamadan manay-ı harfî kavramını anladığımızı iddia edebilir miyiz?
Risaleleri anlamak ve yaşamak için kabullenmemiz gerekenlerden biri de aklımızda Risaleleri anlamamıza mani çok kalıplar olduğu gerçeğidir. Kainatın, yani aynı zamanda Kur’anın, yani aynı zamanda Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın anlaşılmasını pek güçleştiren çok kalıplar ve çok kelimeler zihnimizdedir. Bu kalıplar, Rabbimize apaçık bir bürhan olan vicdanımız ile aramızı da açmıştır.
Bunları tashih etmek, Risalelerin kendi terminolojisi içinde, kendi anlam dünyası içinde kavramlara hakiki anlamlarını yüklemek ile kainatın ve Kur’anın hakikatleri ile, Peygamberimiz ile aramızdaki kalın perdeleri aralayabiliriz. Böylelikle vicdanımızla buluşmak için de bir adım atmış oluruz.
Anlamak bir adımdır elbette ama anlatmak için kafi değildir. Kime anlatacağımız ve hangi dili kullanacağımız önemlidir. Eğer bir hakikati anlamış ve içselleştirmiş isek onu anlatmanın çok farklı yolları vardır. Elbette bazıları Risalelerin sadece kendi metni okunması gereğinde ısrarlıdırlar ve kendilerince haklı gerekçeleri vardır. Burada kesinlikle sadeleştirmeden yana bir tavırdan bahsetmiyoruz. Hakikati anlamak, hayatımızda yaşamak ve başkalarının da yaşamasına katkıda bulunmak için neler yapabileceğimize dair bir fikir jimnastiği yapıyoruz. Orijinal metnin okunması ve anlaşılması ilk adımdır fakat daim buna mı çalışmalı yoksa bir yerden hayatın içine nüfuz ettirilmesine mi çalışılmalı? Elbette en güzeli bir yandan metni anlama çabasını sürdürmek bir yandan da anlaşılan bir noktadan bugün ve bu anda hayatın içinde bir iş yapmak.
Uzun zamandır okusak bile üzerinde ciddi tefekkür etmeden ve kainatın gözlemlediğimiz alanlarında geçerliğine şahit olmadan, sanki hayatın dışında bir şeyleri anlatıyormuşçasına okumak bizi çok da ilerletmemiştir.
Risale-i Nurları, bize sadece ahirette nur olacak, şefaat edecek, kabrimizin ferahlanmasına sebeb olacak bir eser nazarı ile baktığımızda ise dünya hayatımızda onu hâkim kılmak ihtiyacını hissetmeyebiliriz. Halbuki Kur’an hakikatlerine şimdi ve bu anda ve nefes alırken ihtiyacımız vardır.
Dünyada iken hükmü ile amel etmediğimiz bir Kur’an’ın bize şefaatçi ve cehennem ateşine karşı siper olması mümkün müdür?
Bediüzzaman’ın bize olan rehberliği Kur’an ve iman hakikatlerini iyice anlayıp hayatımızda uygulamak ve muhtaçlara ulaştırmak ile anlam kazanacaktır. Yoksa onu sevmek, Risale-i Nurları sevmek yeterli gelmez. Sevmediğimiz birinin ya da bir kitabın bize rehberlik etmesi düşünülemez elbette fakat hamasî duygular üzerinden bir ilişki kurup hayatımıza hakikatlerini geçirmeden bize fazla fayda vermeyeceği de açıktır.
Hazret-i Ali gibi yaşamaya gayret göstermeyenlerin Hazret-i Ali’ye olan muhabbetleri ahirette Hazret-i Ali ile beraber olmalarına kâfi midir? Dünya hayatını Kur’an nuru ile tanzim etmeyenin ahirette Kur’andan şefaat beklemesi ne kadar gerçekçidir? Üstadı anlamaya gayret etmeyen ve onun hayatımızda olmasına çabaladığı inkılab için gayret etmeyenin Üstaddan meded umması hak mıdır?
Bizim makbul bir şahıs dediği için bir hakikati kabul etmeye meylimiz vardır. Hatta makbul bir şahsın Kur’an’dan nurunu almayan sözlerini de kabule meylederiz. Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri ve felsefenin muzır kısmından gelen dalaletleri çürüten delilleri öyle kuvvetlidir ki o delilleri serdeden kişinin makbuliyeti yüzünden kabul edilen değildirler. Hüccetler kainat ile tasdik edilen, daim müşahade edilendirler. Bu nedenle de Risale-i Nur’un hakikatlerinin geçerliliğini Bediüzzaman’ın makbul bir şahıs olması üzerinden anlatmaya ihtiyaç yoktur. Bu, elbette ki Bediüzzaman’ın makbul bir şahıs olmadığı anlamına gelmez. İman ve Kur’an hakikatlerinin bir makbul şahsa dayandırılma ihtiyacının olmadığını gösterir.
Eğer Bediüzzaman’ı bilmeyen, tanımayan insanlara ve dünya insanlarına Kur’an hakikatlerini ulaştırmak gibi bir gayemiz varsa hakikatin kendisine odaklanmamız gerekir. Risale-i Nur içinde Kur’anın ve imanın çok hakikatleri olduğundan ve bizim de bütün hakikatleri birden ihata gücümüz olmadığından bir tek hakikat ve bir tek kavram üzerinden çalışmamız makul görünmektedir.
Böyle bir ihtisaslaşma hem Risaleler üzerinde daha derin araştırma yapmamızın ve kavramımız üzerinden dünya ile ve insanlarla olan ilişkilerimize yeni bir mecra tayin etmemizin de yolunu açacaktır. Kendimizi tanıma ve tanımlama ve sosyal hayat içinde yerimizi bilme noktasında da bize rehberlik edecektir.
Elbette kavramımız hem ilgi duyduğumuz hem bizde daim bir şevk ve merak duygusunu tahrik eden olmalıdır. Bu mecrada ilerlemeye başladığımızda Risaleler içinde yolumuzu bulabilir ve kendi anlamımızın izini sürebiliriz. Yoksa hadsiz hakikatleri ihtiva eden bir deryada rotasız şekilde bir o yana bir bu yana gitmekten ve her konuda sadece sathi bir bilgi edinmiş olmaktan kendimizi kurtaramayız.
Bu minvalde Risale-i Nur’la, Bediüzzaman’la ve bu vasıtaların bizi taşıdığı Kur’an ve Peygamberimizle, kainatın ve kendimizin gerçekliğiyle irtibatımızı yeniden anlamlandırabilir, saadetimizin sebebi, hayatımızın neticesi ve fıtratımızın vazifesini bulabiliriz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.