Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU
Risale-i Nur'da 5 Mesele
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Emirdağ Lahikası'ında 210. mektup şu şekilde:
"Aziz sıddık kardeşim Re'fet Bey,
Evvelâ: Bazı bize temas eden cüz'î hadiseler münasebetiyle bir hakikati beyan etmek şiddetle ruhuma ihtar edildi. Şöyle ki:
Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadığını ve rıza-yı İlâhîden başka hiçbir maksada vesile olamadığını ve doğrudan doğruya herşeyden evvel iman hakikatlerini ders vermek ve biçare zaiflerin ve şüpheye düşenlerin imanlarını kurtarmak olduğunu, elbette sizin gibi nurun has şakirtleri biliyorlar.
Saniyen: Risale-i Nur'un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlâs olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakikati değiştirir.
Hattâ, benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, bir mübarek âlimin takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarıyla, salih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti.
Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik de karışsa, böyle acip hatâlara sebebiyet veriyor diye اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ dedim, o zamandan beri siyaseti terk ettim."
1-Üstad 1919 yılında İstanbul'da yaşamakta ve Darül Hikmet'te aza olarak bulunmaktadır. 13 Kasım 1918'den beri İstanbul İngilizler ve müttefiklerince işgal altındadır.
Önemli ve stratejik noktalar kontrol edilmekte, ancak yönetime 1920'ye kadar, doğrudan müdahele edilmemektedir.
İstanbul tarihimizde hiç olmadığı kadar siyasi ve sosyal kargaşa içindedir.
Bu kargaşada; çoğu İngiliz güdümünde sayısız parti, cemiyet ve kulüp kurulmuş, birbiriyle savaşırcasına mücadele etmektedir.
O kadar ki, İngilizler, 1920'de Meşihat dairesi denen Şeyhülislamlığı bile kontrol edip, "Anadolu cihadı isyandır" şeklinde fetva bile çıkarttırmışlardır.
İşte üstad Nursi bu curcuna ortamında, Sünûhât'ta;
“İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır.”
“Biz müteharrik-i bizzât değiliz. Bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz” diyerek, 13 Kasım 1918 ile 5 Ekim 1922 arasındaki yaklaşık 4 yıllık İstanbul siyasetini, bu cümleyle hükümlendirmiştir.
Üstad Nursi'nin verdiği müşahhas örnekte ise bir mübarek alim, kendi siyasi görüşüne muhalif, başka bir salih ve büyük alimi, fasıklıkla, yani günaha batmışlıkla suçlayıp, kendi siyasetini savunan tanınmış ve mütecaviz yani dine saldıran bir münafığı son derece övüp yüceltiyor.
Üstad bu bataklık ortamda ve alimin tarafçı, vicdansız hükmü karşısında şeytan ve siyaseti bir tutup, siyaseti 1948 Afyon Hapsine kadar fikren ve fiilen terkediyor.
Üstad yukardaki mektupta tam 4 yerde tarafgirlik kelimesine de vurgu yaparak, iman ve İslam dışı her çeşit taraftarlığa karşı olduğunu vurgular.
Mesela; iktidar taraftarlığı, bölge, ırk ve güç taraftarlığı gibi. Fanatik yandaşlık da bunlardandır.
Üstadın siyasetten Allah'a sığınması genel bir prensip olmakla beraber, vatandaş olarak siyaseti dışlamadığı gibi, 1948'den sonra görüldüğü gibi, kendisini ve Risale-i Nur'ları temsilen siyasete girilmesini gerekli ve şart görür.
2-İ'sar sırrı, Kelam-ı Kadim'de şöyle açıklanır:
“Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendi nefislerine tercih ederler.” (Haşir Suresi 9.ayet)
Öncelikle sahabeler övülerek; kendileri ihtiyaç içinde olsalar da ihtiyaç duydukları şeyi kardeşleriyle paylaşır veya tamamen onlara verebilirler buyrulur.
Risale-i Nur'da ise bu gerçek nurcular arasında şöyle formülleştirildi:
“Kardeşlerinizin nefislerini, nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz."
Sahabe mesleğinin çağımızdaki temsilcileri Nurcular da, kendileri muhtaç olduğu halde, dava arkadaşlarını kendilerine; şeref, makam, şöhret hatta maddi kazançta bile tercih etmişlerdir.
Eğer öyle olmasalardı her türlü imkan ve yöntemle kendilerine saldıran şirk ve küfre karşı duramaz, kaybolur giderlerdi.
Nur tarihçesinde yer alan i'sar feragatçılarına bakarsak en güzel numüneleri görebiliriz.
İ'sar sırrı yeniden canlandırılıp yaygınlaştırılmalı.
***
HEDİYELEŞMEK SÜNNETTİR
Hediyeye mukabil hediye vermek, yani karşılıklı hediyeleşmek sünnettir.
Hz. Aişe (ra), “Resulullah (asm), hediyeyi kabul eder, ona karşılıkta bulunurdu” buyurur.
Hediyeyi kabul eden mukabil hediye verirse, iki sünnet işlemiş olur.
Hediye sünnet olmakla beraber rüşvet haramdır. Allah için verilirse hediye, menfaati için verilirse rüşvet denir.
Yasin Suresi 21. Ayeti kerimede, "Tebliğlerine karşılık sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere tâbi olun; çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir" buyrulur.
Üstad Nursî, “Ümmetimin âlimleri beni İsrail peygamberleri gibidir” hadisini tasdik ettiren; “âlimler peygamberlerin varisleridir” hadisine mazhar bir ehl-i beyt mürşididir.
Peygamberlerin en önemli özellikleri, tebliğlerine karşılık ücret kabul etmemeleridir.
Üstad de peygamberlerin bu sünnetine uyarak, ilim ve tebliği geçim vasıtası görenleri fiiilen tekzip için, hediye, sadâka ve zekât almadı.
Üstad, hediye ve sadaka kişiye salih olduğu için verilse salih olmadığını gösterir demektedir. Ayrıca hediyenin makbulü karşılıklı olandır.
Üstad ise fakir ve yüksek tutumlu/ muktesit bir insan olduğundan, verilecek hediyelere karşılık vermesi mümkün değildir.
İstenen ücret ise çoğu kere dua edilmesi ki, Bediüzzaman gibi bir müttaki ve azimetçi bir insan için bu talep de çok zahmetli ve kabul edilebilir değildir.
Üstad hediye eden şahısları da, üst seviyede seçmiştir.
Hediye aldıklarından tam bir samimiyet, tam bir iman hizmetçiliği şartını aramıştır.
Ayrıca genel anlamda aldığı hediyeye de, maddi manevi bir karşılık vermiştir.
Rahmetli Zübeyir Abi'nin dediği gibi üstad, hediyeleşmede taklid edilemez bir zattır. Azami takva, azami müstağni ve azami zahid yaşamıştır.
Bu gerçeklere dikkat ederek, "sünnet ve tebliğde ücret olmaz" çizgileri arasında kalarak karşılıklı hediyeleşebiliriz.
3- Risale-i Nur ile Yetinmek Ne Demektir?
Kastamonu Lahikası:
"Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esâsları olan kardeşlerime, bugünlerde vukú‘ bulan bir hâdise münâsebetiyle beyân ediyorum ki; Risâletü’n-Nûr, HAKAİKİ İSLAMİYEYE DAİR İHTİYAÇLARA KAFİ GELİYOR, başka eserlere ihtiyâç bırakmıyor.
Kat‘í ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, İMANI KURTARMAK VE KUVVETLENDİRMEK VE TAHKİKİ YAPMANIN EN KISA VE EN KOLAY YOLU Risâletü’n-Nûr’dadır.
Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâletü’n-Nûr o yolu kestirir, îmân-ı hakíkıyye îsâl eder."
Üstad bu sözlerin devamında; Risale-i Nur'dan evvel birgünde bazen bir cilt kitabı anlayarak okuduğunu, son 20 senedir ise Kur'an-ı Kerim ve Kur'an'dan gelen Risale-i Nur'un kendine yettiğini vurgulayıp, "elbette sizler de 20 derece daha muhtaç olmamalısınız" demiştir.
Ayrıca "ben sizlere kanaat ediyorum, siz dahi Risaletün Nur'a kanaat etmeniz lazım ve belki, (yani) kesinlikle elzemdir" demektedir.
29.Mektup'ta ise şöyle yazar:
“Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, BU ULUM-U İMANİYEDEKİ FETVA VAZİFESİYLE TAVZİF edilmişiz.
Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer."
Demek ki, yukardaki sözlerin özel muhatabı; nur dairesi içinden; Sözler'e şerh, izah haricinde, ilmi enaniyetle sözlü yarışmacı ve yetersiz, taklitçi niyetle kitap yazanlardır.
Bu kimseler Nurları sadeleştirip/ sahteleştirip altına da B. Said Nursi yazan taklitçi, çıkarcı ve üstadla söz yarışı yapan (muarazacı) kimselerdir.
Muhterem Bestami Çiftçi, Risale Haber'deki ayrıntılı çalışmasında Nur talebelerinin vazifelerini Sözler'de 15 olarak tespit etmiştir.
Bunlar; Şerh, İzah, Tekmil, Tahşiye, Neşir, Talim, Telif, Tanzim, Tertip, Tefsir, Tashih, Beyan, İspat, Cem, Tafsil'dir.
Bu ödevlerin 7'si araştırma, 3'ü eğitim, 5'i Risalelerin teknik ve şekli, 3'ü tasarım, 3'ünü de yayın tekniği olarak değerlendirir.
Risale-i Nur'la yetinmeyi şöyle değerlendirebiliriz.
1-Risale-i Nur'un mayalanma ve kökleşme sürecinde bu titizlik kaçınılmazdı. Değilse daha kökleşmeden kuruyabilir ve tüm emekler boşa giderdi.
Bu titizlikte, Kur'an'ın hukuku için, Peygamberimizin (asm) kendi sözlerini yazdırmayışını örnek aldığını düşünebiliriz.
2-Üstad Bediüzzaman 2 noktanın altını kalınca çizmiştir.
Risale-i Nurlar İslami hakikatlara dair ihtiyaçlara kafi geliyor.
Ulumu imaniyede fetva vazifesiyle görevlendirildiği çok emarelerle anlaşılmıştır.
İKİ YÖNÜ BULUNUR:
A-Risale-i Nurlar, İslamın temel hakikatlarındaki ihtiyaçlar için yeterli ve iman ilimlerinde fetvacı makamındadır.
B-İman akidelerinin ihtilaflı ve anlaşılmayan kısımlarında tam yetkili ve vazifelidir.
3-Bu ifadelerin yazıldığı zamanda; nur dairesi içinden ve dışından, ilmi enaniyet saikiyle, Sözler'e benzetmek maksadıyla kitaplar yazılmaya başlanmış ki, öncelikli ve özel muhataplar bunlardır.
Bu kitaplar, Risaletin Nurların asliyetini gölgeleyip, nurların kökleşmesine engel olacağından, üstad bunlara karşı Nurları korumaya almıştır.
4-Yukarda zikrettiğimiz, nurcuların 15 ödevi hem Risaletin Nurları çok iyi bilmeyi, hem de sabit ayağımız Sözler'de olmak üzere, 360 derece hakiki ilimleri öğrenip, 15 vazife için kullanmamız gereğini şart koşar.
5-Üstadın İslami hakikatlar ve imani ilimler dediği gerçek; temel ve esasın çerçevesidir.
Tafsilat ve dallar içinse nur talebesinin, tüm ilim dallarında çalışması gerekir.
Bu temel çerçeveyi gözetmeden; Kur’an, hadîs, kelam, fıkıh gibi ilimlere ihtitaç yok demek, nurcuların yeteneklerini sınırlandırıp, taklitçiliğe sürüklemektir.
Ayrıca nur talebesine ikram edilen, istidat ve kabiliyetler; nur talebesinin çeşitli dal ve alanlarda derinleşmesini mecbur kılar.
Üstadın, kendini klasik medrese ve örgün eğitim dışında yetiştirmesi bu meseleyi çok güzel açıklamaktadır.
6-Risaletün Nur'larda üstad Nursi; Kadı İyaz, İmam Şa‘rânî, Sa'd Taftâzânî, Şerîf Cürcânî, Fahreddîn Ra zî, İmam Rabbânî, İmâm Gazâlî gibi pek çok zat ve eserine atıfla dinle, dikkat et, gör nidalarıyla seslenir.
Mesela;
"İbrâhîm Hakkı’nın arkasına düş, Hüccetü’l- İslâm olan İmâm-ı Gazâlî’nin yanına git, fetvâ iste..."
“Eğer ümmîsin, fetvâyı okuyamıyorsun, fikren birâderimiz olan Hüseyn-i Cisrî'nin sözünü dinle!" gibi...
7-Kökü dışarda bazı müfsitler, bazı tarikatçı ve mutasavvıflara;
Sizler ehl-i kalb ve ehl-i keşifsiniz; ilmiledün, gizli ilim erbâbısınız.
Şerîat avâmın, tarîkat havasın yolu ve İslamın özüdür, zikir size kâfîdir.
Kur’ân, hadîs, fıkıh gibi zahiri ilimleri okumak değil, keşif ve velâyet lâzımdır gibi sözlerle, bir kısmını cahil bıraktılar.
Yine kökü dışarda fitneciler, bazı medrese talebelerine;
-Ulûmu Arabiyye size kâfîdir. Kur’ân ve Hadîs’in ma‘nâsını daha sonra kendi kendinize öğrenirsiniz diyerek onların bazısını, Arabça ilimler ve alet ilimleriyle kandırıp, Kur'an, hadis, akaid ve fıkıhtan mahrum ettiler.
O ecnebî unsurlar, bir kısım ilâhiyâtçılara da
- Eski ulemâ, Kur’ân’ı ve Hadîs’i anlamamışlar, sizler ise araştırma ehlisiniz ve ünvan sahibisiniz.
Kur’ân ve Hadisleri asra göre yeniden yorumlamalısınız ve bu sizin vazífenizdir diyerek, ilmî enâniyyetlerini okşayıp, cumhuru ulemâ ve müfesssirlerin ilim ve usülünden uzaklaştırıp, dinde bozguncu reform yolunu açtılar.
Yine benzer merkezler, bazı Risâle-i Nûr okuyucularına;
"Risâle-i Nur size kâfîdir. Başka kitab okumanıza ihtiyaç yoktur. Fıkıh zâten teferruat meselelerden bahseder. Mühim olan fıkhı ekber denen îmân hakíkatleridir. Kur’ân ise yüzünden okuyacağınız mübârek bir kitabdır. Kur’ân’ın manâsını Risâle-i Nûr beyan etmiştir. Hadîs ise Risâle-i Nûr’da ihtiyaç kadar mevcuddur. Hem Kur’ân ve hadîsi okusanız da anlamazsınız, belki kafanız karışır. Onun için siz, sadece Risâle-i Nur’u okuyun!" deyip, Risale- i Nur hafızları diyebileceğimiz, tarikatmeşrep ve Sözler'i sadece, zikir, lezzet ve zevkiyle okuyan guruplar ortaya çıkarttılar.
Sözler'i anlamak için okurken elbette bir cihette, evrad, ezkar manası da tezahür eder. Amma, Risaleleri anlama, fehmetme düşüncesinden önce evrad gibi okumak doğru değil ve nurların maksat ve hikmetinin dışına çıkmak olur.
4-Risale-i Nur'daki imani ve Kur'ani hakikatların izahında tartışma ve nizaa, kavgacı anlatıma yer yoktur.
Emirdağ Lahikası'nda; "Meşrebimiz münakaşa ve münazara olmadığından ve kusurumuzu hakikî olarak gösterenlerden memnun olduğumuzdan. Münakaşa, münazaa ve mesail-i dîniyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahese” olmaz denir.
İman hizmeti önce ve özellikle; halis temsil, telkin ve tebliğdir.
Propaganda ve siyaset dili olan; münakaşa, karşılıklı atışmak anlamında münazara ve niza etmek, yani kavgacı konuşmak değildir.
Ayrıca iman hakikatları, dünyevi, siyasi, ırki bir tarafta bulunarak anlatılmaz ve anlaşılmaz.
İman gerçeğinin, kendine has ve özgün bir ağırlık merkezi, bir eksen ve yörüngesi vardır.
O odakta sabitlenip, dönülmez yola girmeden, herkesi bir yörüngede görüp hitap etmek şarttır. İman aksiyonu, uydu değil çekim merkezi, çevre değil merkezdir ve şanına da yakışır.
Müminler elbette, bu ince gerçeğe dikkat etmeli.
Madalyonun öteki yüz ise, kusurumuzu göstermekten memnun olmak hali ki, ancak müsbet tenkitle olabilir.
Müspet, insaflı eleştiri, otokontrol ve gelişmeyi sağlar.
Eleştirinin asıl saiki, gerçeği bulmak olmalı.
“Eğer tenkidi insaf işletirse, hakikatı parlatır. Gurura dayanan tenkit ise, müthiş bir hastalık ve musîbettir." (Hutbe-i Şâmiye).
Eleştirmeden önce; ince eleyip sık dokumalı. Eleştirilecek kişiyle yüzyüze ve yalnızken, kısa basit açık bir üslup kullanmalı.
Hakikaten kusurlu kimse ise; üslup ve anlatım hatasını dikkate almamalı.
“Benim boynumda veya koynumda, bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir” uyarısını esas almalı." (Mektubat)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.