Misafir Kalem
Risâle-i Nur’un yazım kurallarına yapılan itirazlara cevaplar-2
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün yazısı
Risâle-i Nur Külliyâtının yazım kurallarına (Usûl-i Tahrir) uygunluğu ve yapılan itirazlara cevaplar (II)
Bakalım Bediüzzaman kelâmın lafızlara ait şartlarına uymuş mu? Tenkid edenler iyi okusunlar…
1-KELÂMIN ŞARTLARI
Kelâmın şartları ikiye ayrılır:
2.1 Lafızlara Ait Şartlar
Kelâmın lafza ait şartları, beyân ve bedî ilimlerinde ayrıntılı olarak anlatılmış ve Risâle-i Nur Külliyâtından misâller verilerek, Nurlarda bunlara tam olarak ri’âyet edildiği ortaya konmuştur. Bazılarını özetleyelim:
Birinci Şart: Kelâmda çirkin lafızlardan ve laubâli kelimelerden kaçınmaktır ki, Bedîüzzaman, Kur’an ve Hadis’in kullanmadığı hiçbir kelimeyi kelâmında zikretmemeye gayret göstermiştir.[1] “Üstâdımızın dedigi gibi, "Fena şeylerle meşguliyet fena tesir eder. Fena iz bırakır." Hususan böyle bir asırda "Bâtılı iyice tasvir etmek, safî zihinleri idlâldir." Evet menfîlikleri öğrenerek mücadele edeceğim gibi saf bir niyetle başlayıp, menfî şeylerle meşgul ola ola dinî bağları ve dinî salabet ve sadakati eski hâline nazaran gevşemiş olanlar olmuştur.” [2]
“Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâubaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; şerî’at-ı garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü.” [3]
“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına muğalatalara ve diyânette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, Vilâyât-ı Şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu'nun dağlarında tam ma’nâsıyla hükümfermadır.
Bildiğime göre edibler edebli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa; şahid olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yani Başit başındaki ecrâm ve elvah-ı âlemi, gazetelere bedel mütalaa edeceğim.” [4]
Ayrıca Bedîüzzaman, bir takım kaba ve soğuk tabirlerden dahi kaçınmıştır. Hatta talebelerine “Eşeğe eşek demeyin, işlek deyin” diye tavsiye ederdi.
İkinci Şart: Kelâmda garib kelimelere yer vermeden meramı ifade etmektir. Bedîüzzaman hep kaçınmış ve bu problemi çözmek için çoğu kere anlaşılması zor bazı kelimelerin eş anlamlılarını zikretmeyi ihmal etmemiştir. Ancak bunu yaparken sadece kelimelerin ma’nâlarını vuzuha kavuşturmak değil, farklı nüanslarıyla, mes’eleyi açıklamak için yapar; kelâmda isrâfa gitmez. [5]
“Onu (insanı) bütün mahlukatının en bedbaht, en bîçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp; en mübarek, nuranî ve âlet-i tes'id bir hediye-i hikmeti olan aklı o bîçareye en meş'um ve zulmanî bir âlet-i tazib yapıp, hikmet-i mutlakasına büsbütün zıd ve merhamet-i mutlakasına külliyen münafî bir merhametsizlik etsin.” [6]
“Hâkeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delâil, bil'ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum'un hayatına delâlet, şehadet, işâret ediyorlar.” [7]
Bir diğer önemli nokta da, lügatın farklı telaffuzlarına bakarak farklı farklı zikretmek yerine, hangi dile mensup ise ona göre doğrusunu kullanmak.
Bilindiği gibi, Arapça’da bâblar vardır. Bu bâblardan bir çeşidi de mezîdün fih bablardır. Üçlü (sülâsî) fillere eklenen her fazla harf, mutlaka bir ziyade ma’nâ ve maksad içindir. İşte mezîdün fih masdarları kullanırken bunlara dikkat etmek gerekir. Bedîüzzaman bu noktalara azami dikkat eylemiştir.[8] İşte misâller:
“Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?
Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. {(Haşiye): Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.} Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki'dir. İrade bir sıfattır; onun şe'ni, böyle bir işi görmektir.” [9]
“İncelerini sen kendin istihrac et.” [10]
“Ehadîs-i Şerîfe râvilerinin bazı kavilleri veyahut istinbat ettikleri ma’nâları, metn-i hadîsten telakki ediliyordu. Halbuki insan hatadan hâlî olmadığı için, hilaf-ı vaki' bazı istinbatları veya kavilleri hadîs zannedilerek za'fına hükmedilmiş.” [11]
“Diğer kısmı âhâdî ise de, ilm-i hadîsin müdakkik İmâmları tashih ve tahric ettikleri için, kanaat-ı ilmiye verir.” [12]
Üçüncü Şart: Terkiplerde ve uzun cümlelerde, Osmanlıca Gramerine göre atıf harf ve edatları kullanılır. Bu yüzden Nurları tenkid edenler, maalesef, Ahmed Cevdet Paşa’nın Belâgat-ı Osmaniye kitabını okumalıdırlar. Ancak eğer, atıf harfleri ve edâtlarının kullanılması, çok fazla vuku bulacaksa, bundan kaçınmak da yazım kurallarındandır.[13] Bunlara misâl verelim:
Bedîüzzaman bazan bu harf ve edatları terketmiştir:
“Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en latif mayesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası.. hem en mükemmel meyvesi.. hem en yüksek kemâli.. hem en güzel cemali.. hem en güzel zîneti.. hem sırr-ı vahdeti.. hem rabıta-i ittihâdı.. hem kemâlâtının menşei.. hem san'at ve mahiyetçe en hârika bir zîruhu.. hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikatı.. hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcûdatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu'cize-i kudrettir.” [14]
Aynı parağrafta atıf harfi olan “ve” kelimesini kullanması da kelâmın güzellığıne halel vermemektedir. Neden virgül yok diyen münekkidler, Osmanlıca usûl-i tahriri bilmeyenlerdir:
“Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-u Kayyum'un vücûb-u vücûduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden burhânların en parlağı, en kat'îsi ve en mükemmeli.. hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafîsi ve en zâhiri, en kıymetdarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en mânidar bir nakş-ı san'at-ı Rabbaniyedir.” [15]
Dördüncü Şart: Kelâmın selâsetine dikkat edilmesidir ki, Risâleler, baştan başa buna misâldir.[16] Bedîüzzaman Kur’an’i selâsetinî açıklarken de buna riayet ederek cümlelerini kurmuştur.
“Demek, herbir nevi mevcûdatın, hattâ yıldızların da bir ser-zâkiri ve nur-efşan bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en e’amm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semâvâtın bütün mevcûdatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev'-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî-Âdemin bülbül-ü zül-Kur’an’ı: Muhammed-i Arabî'dir.” [17]
“Meselâ: Makam-ı terğîb ve teşvikte hadsiz misâllerinden, meselâ Sure-i هَلْ اَتَى عَلَى اْلاِنْسَانِ de beyânatı, {(Haşiye-1): Şu üslûb-u beyân, o surenin mealinin libasını giymiş.} âb-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, cennet meyveleri gibi tatlı, huri libası gibi güzeldir.” [18]
Beşinci Şart: Yazılacak şeyin konusuna göre lafızların rikkat ve cezâletine dikkat edilmesidir ki, bu da metânet-i kelâm ve letâfet-i kelâm ile mümkündür. Bu konuda Ali Ulvî ağabeyi dinleyelim:
“Letâfet-i Kelâm: Kelâmın ihtivâ ettiği kelimelerde cezâlet yani fesâhat ile akıcılığın bulunması ve kelâmda zorlamaların yer almaması demektir. Metânet deyince ağza tat ve kulağa lezzet vermesi akla gelmelidir. Tehdit ve korkutma gayeli olarak, ağır sözlerin kullanılması, kelâmın letâfetine aykırı değildir.[19] İkisine de misâl verelim:
Kur’an’daki bu hâlin güzelliklerini şöyle anlatıyor: “Meselâ: Sure-i ق وَ الْقُرْآنِ الْمَجِيدِ de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir beyânla haşri isbat eder ki, baharın gelmesi gibi kat'î bir surette kanaat verir. İşte bak: Kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek "Bu acibdir, olamaz" demelerine cevaben اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ ilh... كَذلِكَ الْخُرُوجُ ya kadar ferman ediyor. Beyânı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızk oluyor.” [20]
Kur’an’daki bu letâfeti anlatırken aynı kaideye kendisi de riayet eylemektedir: “Meselâ: هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ suresinin başında beyânat-ı Kur'aniye ehl-i dalaletin sımahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damagında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran cehennem gibi, midesinde acı, dikenli dari' gibi tesir eder. Evet bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ söylemesi, söyletmesi, o zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.” [21]
Letâfet-i Kelâm: Bu öyle bir keyfiyettir ki, kendisinde kalbi neşelendiren ma’nâlar bulundugu gibi kelimeleri de yumuşak ve hoş olur. Bedîüzzaman buna azami derecede riayet etmiştir. [22]
“Hem madem güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumî rahmet ve ihatalı bir şefkat ve kerem gözümüzle görüyoruz. Meselâ o rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları Cennet hurileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp "Haydi alınız, yiyiniz" dediği gibi; bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyât zahîresi olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, elbette hiç şübhe olamaz ki; bu derece nazeninane beslediği bu sevimli ve minnetdarları ve perestişkârları olan mü'min insanları i'dam etmez. Belki onları daha parlak rahmetlere mazhar etmek için, hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder diye "Rahîm" ve "Kerim" isimleri sualimize cevab veriyorlar; "El-Cennetü Hakkun" diyorlar.” [23]
Altıncı Şart: Sözlerde umumî bir âhenk bulunmak ve genellikle uzun fıkralarda aynı vezinleri kullanmaktır. [24] Buna Risâlelerden örnek verecek olursak:
“Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük...” [25]
“Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu'cizane yapmış, kulagımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, agzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esma-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince ta‘rifeleri o âletlere yardımcı vermiş.” [26]
Yedinci Şart: Nesirlerde seciler zorla irad olunmamalı ve mümkün olduğu kadar tabii olmalıdır. [27] Bediüzzaman diyor:
“Ey nefsim! Deme: "Zaman degişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur." Çünki ölüm degişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî degişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolcUluğu kesilmiyor, sür'at peyda ediyor.” [28]
"Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdatı umumen isterim." [29]
Bilindiği gibi, Osmanlı Devletinde Tanzîmât Hareketinden sonra edebî tarz ve üslublar tartışılmaya başlanmıştır. Biz bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ancak şunu ifade edelim ki, Osmanlı Edebiyatçıları, yukarıdaki şartlara riayet edilerek ortaya konan tarzları ikiye ayırmışlardır. Eski Tarz (Usûl-i Atîk) ve Yeni Tarz (Usûl-i Cedid).
Usûl-i Atîk ikiye ayrılıyor; tarz-ı mevsûl ve tarz-ı mefsûl.
Tarz-ı mevsûl de ikiye ayrılıyor: Birincisine tarz-ı atîk-i âlî ve digerine de âdî denilmektedir. Tarz-ı Atîk-i Âlî ile kaleme alınan yazılarda kelâmı birbirine baglayan izâfetler az olmakla birlikte kullanılan lafızlar da akıcıdır ve belâgat ilmine mutabakatı cihetiyle âlimâne yazılan şeylerdir.[30] Gerçekten Kur’an’da bu görülmektedir:
“Kur'an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyanın risâlelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham u şübehâtın zulümatından musaffa ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüşâhede saadet-i ebediye.. içi, bilbedahe hâlis hidayet.. üstü, bizzarûre envâr-ı iman.. altı, biilmelyakîn delil ve burhân.. sagı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan.. solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz'an... Meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan... Makamı ve revacı, bilhads-is sâdık makbûl-ü melek ve ins ü cânn bir Kitab-ı Semavî'dir.” [31]
Tarz-ı Atîk-i Âdî denilen ve makbûl olmayan kısımdır ki, Risâle-i Nur Külliyâtında mevcûd değildir. Tarz-ı Mefsûl-ı Atîk ise, sec’ili kelâmlardır.
[1] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 686 vd.
[2] Sözler, sh. 87-88.
[3] Tarihçe-i Hayat, sh. 56.
[4] Tarihçe-i Hayat, sh. 77.
[5] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 687.
[6] Sözler, sh. 77.
[7] Sözler, sh. 108.
[8] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 687 vd.
[9] Sözler, sh. 468.
[10] Sözler, sh. 37.
[11] Sözler, sh. 342.
[12] Mektûbât, sh. 138.
[13] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 688 vd.
[14] Lem’alar, sh. 329.
[15] Lem’alar, sh. 329 vd.
[16] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 686 vd.
[17] Sözler, sh. 356.
[18] Sözler, sh. 380.
[19] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 690 vd.
[20] Sözler, sh. 382.
[21] Sözler, sh. 380.
[22] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 692 vd.
[23] Asây-ı Musa, sh. 28.
[24] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 693 vd.
[25] Sözler, sh. 724.
[26] Şu’âlar , sh. 67.
[27] Bkz. Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 694 vd.
[28] Sözler, sh. 170.
[29] Sözler, sh. 221.
[30] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 695 vd.
[31] Sözler, sh. 367.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.