Risale’den beslenen bir yazarın ana hatları

Risale’den beslenen bir yazarın ana hatları

Bu güne kadar Risale-i Nur’dan hareketle yapılan çalışmalar çoğu kere ya çok içeriden veya çok dışarıdan bir bakış açısını yansıttı

Risale Haber-Haber Merkezi

Sarp yokuş, bilir misin nedir?’
 
Mustafa Oral Zaman Gazetesinde yayımlanan yazısında Metin Karabaşoğlu’nun  ‘Batılı’ ve ‘Turanî’ bir hayata karşı Kur’anî bir medeniyetin inşasına dikkati çektiğini belirterek ‘ihlas’ın holding adı, ‘vahdet’in ayakkabı markası olduğu bir dünyada Beled suresinde belirtilen ‘sarp yokuşu’ tırmanmanın zorluğunu vurguluyor…

Bu güne kadar Risale-i Nur’dan hareketle yapılan çalışmalar çoğu kere ya çok içeriden veya çok dışarıdan bir bakış açısını yansıttı. Bir kesim tarafından Risale’ye onun cemaat tarafına bakan yanlarıyla daha fazla yönelindiği için, Risale’nin temel unsurları ve referansları çok fazla tetkik edilemedi. Sentezci ve bütünlükçü bir bakış açısı yeterince yakalanamadı. Risale’nin gelenekle olan ilişkisi üzerinde durulmadı. Öte yandan Risale’nin modern bilim ve düşünceyle uyumlaştırma gayretleri de zaman zaman yanlışlara neden oldu. Bu gün –sayıları son zamanlarda artsa da- Risale’den hareketle Risale dinamizmine yakışır nitelikte düşünce üreten entellektül sayısı olması gerekenden çok altında.

Yakın dönemde Risale ile ilgili entelektüel düzeyde çalışmalar biraz daha artmaya başladı. Akademik çalışmalarda gözle görülür bir artış var. Risale’nin metninden hareketle özgün eserler ortaya koyan yazarlar var. Metin Karabaşoğlu bu yazarlardan birisi.

Karabaşoğlu 47 yaşında. 1990’lardan bu yana yazı, kitap ve çeviri çalışmaları ile yayın dünyasının içinde. Köprü, Karakalem ve Zafer dergileri ile İz Yayıncılık ve İnsan Yayınlarında editör olarak görev yapmış. 2001- 2002 akademik yılında Hartford Seminary’nin davetlisi olarak “misafir ilim adamı” statüsüyle ABD’de bulunmuş. Kurucusu olduğu Karakalem yayınlarının editörlüğüne devam ediyor.  İbrahim M. Abu Rabi’nin editörlüğünde hazırlanan “İslam on theCrossroads: On the Life andThought of Bediüzzaman Said Nursi” adlı İngilizce eserin  yazarları arasında. BlaisPascal’ın “Düşünceler”ini Türkçe’ye çevirmiş. Mütercimleri arasında yer aldığı Marshall G.S. Hodgson’ın üç ciltlik “TheVenture Of İslam”ını Türkçe yayına hazırlamış. M.Asım Köksal’ın sekiz ciltlik “Hz. Muhammed ve İslamiyet” isimli eseridahil ikiyüz elli civarında kitabın yayınına editör olarak katkı sağlamış.

Kur’an medeniyeti

Karabaşoğlu bir kısmı Kur’an, Hadis ve Risale Okumaları şeklinde bir dizi olmak üzere 30 kitabı ile özelde Risale camiası içinde, genelde de Türkiye entelektüel hayatında dikkat çeken bir isim. Risale’ye getirdiği özgün bakış açısı Risale metnine ciddiyetle yönelen okurlar ve yazarlar için ufuk açıcı oldu.

Karabaşoğlu Risale’nin Kur’an, Resülallah ve sahabe ile ilişkisini gerçekçi bir şekilde hatırlatıp, “Said Nursi-Risale-Nur Talebeleri” üçgenindeki gibi bir durumun, "Kur’an-Resülallah-Sahabe-Risale” dörtgenine taşınmasına vesile oldu. “Said Nursi-Risale-Nur Talebeleri” üçgeninde Nur Talebeleri lehine değişen algı dengesini, özüne, yani Risale lehine dönüştürülmesine büyük katkı sağladı. Böylece Nur talebeleri ile Said Nursi arasındaki kan dolaşımının daha sağlıklı işlemesi imkanı doğdu. Risale-i Nur hareketinin ilk elden nakli, rivayeti ve vaazi (kelami) bir hal arz etmediğini, bilakis akli, dirayeti ve kalemi bir hal arz ettiğini ilk gösteren kalemlerden oldu. Best-seller kitaplar yayınlayan Nur Talebeleri dışında, gerçekten de İslam tefekkür ve birikimini çok iyi kavramış ve bunu eserlerinde dillendirilmiş Nur talebelerinin de bulunduğunu gösterdi. Özelde Said Nursi, Risale ve Nur Talebeleri konusunda, genelde de hayatın geniş dairesindeki ezberleri bozdu, olaylara tahkiki bir gözle bakmaya vasıta oldu. Algıları değiştirdi. Okurunu teyakkuza ve tefekküre sevk etti.

Karabaşoğlu kısa süre yine bu minvaldeki kitabı ile okurunun karşısına çıktı: Medeniyetin Arka Sokakları.
Kitaptaki yazılar geniş bir zaman diliminde değişik yayın organlarında yayımlanmıştı. Geçen zamana rağmen kitapta belirtilen durumların devam ettiğini görmek hepimiz adına üzücü. Bununla beraber kitapta yapılan tespitlerin ve çözüm önerilerin ve bu tespit ve önerilerin sunulduğu üslubun hala geçerli olduğunu görmek ise ne kadar uzun soluklu bir yazar ile karşı karşıya bulunduğumuzu göstermesi açısından sevindirici.

Karabaşoğlu kitabında ‘Batılı’ ve ‘Turanî’ bir hayat ve medeniyet kurgusuna karşı Kur’ânî bir medeniyet inşasında zihin ve gönül açıcı bir hizmet görmeyi hedefliyor.Hikmetin yerini bilginin, bilginin yerini malumatın, malumatın yerini verinin aldığı bir dünyada, eline düşen ‘veri’lerle ‘hikmet’e ulaştığını sanan, ‘yaşantı’sınabakıp, ‘hayat’ını yaşadığını düşünen insanların olduğu bir çağda bırakın her hangi bir insanın, her hangi bir müminin, Risale okuyanların bile boşluğa düşebildiği bir dünyada insanın nisyanına, isyanına, yargılarına, alışkanlıklarına, kabullerine,ezberlerine vurgu yapıyor.

Teknolojinin ilerlemesi, yeni iletişim araçlarının devreye girmesi, şehirlerin “kentleşmesi”, milletlerin “uluslaşması”, dinin “dünyevileşmesi”, insanın his,heva,heves, nefis sarmalında kendini kaybederek modern medeniyetin çarkları altında ezilmesi karsında yaşadığı kaosu aşmasının yolunun insanın fıtrata uygun şekilde kalbine dönmesinden geçtiğine işaret ediyor. 

Karabaşoğlu Said Nursi gibi aklına geleni değil, aklına geleni kalbine indiğinde yazıyor. İnsanın batini duyguları ile zahiri varlıkları arasındaki uyumu önemsiyor. Edebiyat ürünleri için kullanılan ‘dil işçiliği’ Karabaşoğlu’nda ‘kalbi diri olan akıl işçiliği’nin ölçüleri içinde gerçekleşiyor. Nursi’nin ‘numunesi’ olmaya çalışıyor. Risale’ye içerden bir bakışla ama muhakkikine muhatap oluyor, derinlemesine okumalar yapıyor.

Karabaşoğlu kitaba ismini veren Medeniyetin Arka Sokakları yazısını yitik hikmet adına bir şeyler bulmak umuduyla gittiği ABD’den döndükten sonra İstiklal caddesinde yürürken yazmaya karar vermiş.  Küçük küçük lambalar, ışıltılı vitrinler, renkli kaldırım taşları, film afişleri, bindirimden sonra indirim levhaları, fiyat listeleri, kimin ne yediğini yemeyenlerin de gördüğü lokantaları, gösterişli binaları, sanat galerileri, sinemaları, tiyatroları, banka şubeleri ile, “medeniyet”ten haberler taşıyan İstiklal “istikbal” vaat etmemektedir. Bu durum karşısında yazar kalbinin daraldığını, karardığını hisseder.Kendini hemen 100 metre arkadaki sokaklara vurur.

“Medeniyet” timsali caddenin çok değil, 100 metre uzağında bambaşka bir tablo sergilenmektedir: Karanlık sokaklar, yıkık-dökük binalar, çukurlar, güneşsiz yüzler, bodrumların soluk benizler, ezilenler, izbe mekânlar, gün boyu güneşsiz çalışanlar, bekar odaları, dökülen “daire”ler, sefil yüzler, çöp, gürültü, kir, sefih yüzler, acı, eziklik, keder, hüzün, isyan, fakirlik… Üzülür yazar. Bu durumu genellediğinde daha da üzülecektir yazar. Zira bu iki yüzlü hal sadece İstiklal ve arka sokakları ile sınırlı değildir. Bu hal İstanbul’un, Türkiye’nin hatta dünyanın birçok yerinde hüküm sürmektedir. En üzücü olanı ise insanın kendi içinde hükmetmesidir. Evet, insan kendi içinde de medeniyetin iki yüzü ile karşı karşıyadır. İşte o zaman karar verir Medeniyetin Arka Sokaklarını yazmaya yazar. Evet, insanın iki yüzü vardır. Ve bu yüzler birbirine o kadar yakındır ki… Hayır ile şer, güzel ile çirkin, doğru ile yalan arasındaki uçurum kalkmış, her şey İstiklal gibi düz bir ovada buluşuvermiştir. Böyle bir çağda insanın imanını ve insanlığını muhafaza etmesi zordur. Karabaşoğlu bu açmazdan kurtulmak için kişinin kalbine, fıtratına dönmesini tavsiye ediyor. İnsanın imanını ve insanlığını ancak böyle muhafaza edebileceğini iddia ediyor.

Kitabın en dikkat çeken yazılarından birisi Karabaşoğlu’nun İslami kesim dışında tanınmasına sebep olan Camide Dans Var isimli yazısı. 1920’lerin başında Ankara’ya davet edilen Bediüzzaman’ın dönemin en muktedir ismi ile yaptığı görüşmede karşımıza çıkan bir imge ‘camide dans’. Sözkonusu muktedir isim kendi zihnindeki toplumsal projeyi gerçekleştirme yolunda bir İslâm âlimi olarak ona beraber çalışma teklifinde bulunur. Bediüzzaman’ın Ayasofya Camii üzerinden verdiği cevapta, başta müminlerin kalpleri olmak üzere bu ülkenin ve bütün âlem-i İslâm’ın bir cami hükmünde olduğunu, kendisinin insanları bu camide namaza ve Kur’ân’a çağırdığını, o muktedir şahsın ise camide ‘dans’ı kurguladığını belirtir.Camide Dans Var yazısı bugün de bu topraklarda devameden bu iki damara işaret ederek; ‘camide dans’a çağıranların iç dünyalarımızda ve hayatlarımızda yol açtığı etkilere dikkat çekiyor.

Beled suresindeki “sarp yokuş”

Beled Suresindeki “sarp yokuşu” hatırlatan yazar, sarp yokuşu tırmanın zayıfın hakkını korumak, zayıfa ve fakire merhametle muamele etmek, kuvvete bedel hakkın yanında durmak, merhamet etmek ve merhameti tavsiye etmekle mümkün olduğunu belirtiyor. Bununla beraber bu gün örtülü kapitalizmden ‘başörtülü kapitalizm’e doğru bir yönelişin olduğunu, ekonomizmin devam ettiğini, iktisat ve ihlas prensiplerinin zedelendiğini belirterek, ‘ihlas’ın bir holding adı, ‘tekbir’in ceket, ‘vahdet’in ayakkabı markası olduğu bir dünyada sarp yokuşu tırmanmanın zor olduğunu ifade ediyor.

Kur’ân’ın bine yakın âyetinde Yahudileri anlattığına işaret eden yazar, Yahudiliğin salt bir ırk olmadığını,  Kur’ân’da lanetlenenlerin  Yahudi “gen”i taşıyanlar değil, Yahudi “ben”i taşıyanlar olduğunu, Yahudilerden değil, Yahudileşmekten korkmamız gerektiğini ifade ediyor.

Risale mesleğinin ‘acz, fakr, şefkat, tefekkür’ üzerine kurulduğunu belirten yazar Cenab–ı Hakka vâsıl olmanın, O’nun rızasına varmanın en kısa, en selametli yolunun  karşılıksız sevgi olduğunu,  her şeyi sevmenin, bizi herşeyle, her insanla, her canlıyla, her mevcutla, kısacası tüm kâinatla alâkadar kıldığını,  tüm kâinatla alâkadar olup, etrafımızdaki herşeyi sevdiğimizde, ne kadar âciz ve fakir olduğumuzu anladığımızı, bu durumun yeryüzünde adaletin tesisine imkan verdiğini söylüyor.

İnsanımızın kendini “milli” temeller üzerinden tanımlama eğiliminde olduğuna dikkat çeken yazar milliyetçiliğin şeytan ile başladığını, milli din anlayışının Kur’an’daki dinden uzaklaştırdığını, iman ehli içinde dahi ‘Türkiye’nin İslâm âleminin lideri olduğu’, ‘en iyi Müslümanlığın bizde olduğu’, ‘İranlıların huysuz ve riyakâr, Arapların pis ve mağrur, Afrikalıların vahşi, Hintlilerin uyuşuk olduğu, yine en iyisinin  Türkler olduğu” şeklindeki ifadelerin uluorta dillendirildiğini, bu durumun diğer İslam  milletlerini küçümsemek anlamına geldiğini, asıl olanın iman ve İslam kardeşliği olduğunu, bir an önce imanî dile dönmek gerektiğini belirtiyor.

Zeyl: Karabaşoğlu kitabında içerik doğrultusunda sade bir üslup tercih etmiş. Eliot’dan Goethe’ye, Mevlana’dan Gazali’ye uzanan geniş bir atıf dünyası üzerine kitabını çatmış. Elbette bu dünyanın çatısını Kur’ân ve ondan beslenen Nursi oluşturuyor. Kitap ilk elden Nursi’nin İhlas ve İktisat Risalesi ile milliyetçilikle ilgili görüşlerinin şerhi olarak da okunabilir.

Zeylin Zeyli: Karabaşoğlu bu kitabıyla bir boşluğu dolduruyor. Risale’den beslenen bir yazarın muhakeme, tefekkür ve teyakkuzunun ana hatlarını veriyor. Okuyucuya düşen de bu izleği takip etmek...

Zaman