Sadık Yalsızuçanlar Yeni Romanı "Birdenbire" İle Okurlarıyla Buluştu.
İlkay Balkanlı'nın yazısı.
Öykü ve roman yazarı Sadık Yalsızuçanlar’ın yeni romanı, Timaş Yayınları’nca yayınlandı. Kendine özgü dili ve ele aldığı özgün konularıyla, Türk Edebiyatında özgün bir yere sahip olan Yalsızuçanlar’ın yeni romanı, bir dervişin hayatını konu ediniyor.
Mustafa adlı üniversite hocasının, Kızılcabölük’te başlayan yaşam öyküsü, vahdet eğitimi ile öylesine duraklara uğruyor ve güzel bir yere doğru varıyor ki, Yazar; akıcı üslubuyla okuyucuyu bir deryaya taşıyor.
Yazarın romanda da belirttiği gibi, ‘kırk haneli bir köyde bir arif bulunurmuş’. Bu gerçeği romanın ilerleyen bölümlerinde içine girerek görüyoruz.
Yalsızuçanlar, bu nefes kesen hikayesiyle, edebiyatımızda pek alışılmadık bir dünyayı başarıyla yansıtıyor. Bir dervişin gönlünün nasıl dokunduğunu günbegün görebiliyoruz romanda. Önceki romanlarında olduğu gibi, hikayenin kişilerinin ruh dünyasına nüfuz edebiliyoruz. Yalsızuçanlar, Cam ve Elmas’ta, Dem’de, Gezgin’de ve Anka’da tutturduğu dili daha da geliştirmiş görünüyor.
Timaş Yayınları’nın yayınlamış olduğu Birdenbire’den kısa bir bölümle sizi baş başa bırakıyoruz :
Şimdi sensin sensin sensin, diyorsun. Yarın, benim benim benim, diyeceksin. Burası benlik değildir. Benim, dersin, yani aradığımı sende buldum. Sonra, ne sensin ne benim, dersin. Bir Hakk vardır, bilirsin. Gönülden bilirsin. Kırk yaşına ermeden olmaz. Kırktan aşağısı bana gönülden söz ederse, ‘yuh’ derim. Alıp satıyordur o. Okuyor, dinliyor, kulakta kalanı satıyor. Gönülden inmiyor. Gönülden inmeyene marifet denmez. Diğeri kuru bilgidir, ondan bir şey olmaz…
Nereye baksan o güzel Allah’ı bul, diyor şair. İşte doğru yolu göstermek diye ona derim. Biz onu buldurmak için çaba sarfediyoruz…’
* * *
Kemali Baba uykularımı kaçırmıştı. ‘Aşkının derdi canıma öyle tesir etti ki deniz kadar kanım olsa ağlayan gözlerime yetmez’ diyordu. Ama idi. Baş gözü kapalıydı. Lakin gönlü o kadar güzeldi ki. ‘Aşkına karşılık, sahip olduğum bütün varlık elimden alındı, malım mülküm yağma oldu. Buna karşılık, yoksulluk içinde sonugelmez bir güzellik bağışlandı’ diyordu. Özlem ciğerini yakmış, var...lığını ateşe vermişti, ahının dumanı onu daha da harlandırmıştı. Dibi yosun tutan denizlerle ilgilenmiyordu. Dağları seyrediyordu. Özlemlerine yenik düşüyordu evet ama aldırmıyordu, kalbindeki o uçsuz bucaksız sevgiyi hissediyordu sadece. Dışardaki ışıklar sönmüştü fakat o ayışığını seyrediyor, sabrediyordu.
Sabrediyordu ki her şey gönlünce olsun. Canını sevgiliye feda etmişti, can tasası çekmekten de kurtulmuştu. Ama kırk yılına mal olmuştu bu. Yunus gibi. Yıllarca gözüyaşlı dolaşmış, gitmediği yer kalmamıştı. Kulağına bir kez çiğ tanesi kaçmıştı, duramazdı. Diyar diyar dolaştı. Necef, Kerbela, Bağdat, Şam, Mekke, Medine, İstanbul, dünyanın en acılı ve en güzel şehirlerinde gezdi. Sırrı bulunca da susmuştu. Biliyordu ki o, kendinden kendine aktarılan bir şeydi. Kağıda küreğe sığmazdı. Ama ararken aşkla anlatmıştı öyküsünü. Sonunda dileğine erişmişti. Yıllar önce düşünde gördüğü Hak adamına bir cami avlusunda rastladı. Muradını terk etti, mürit oldu. ‘Benden benliği gider, içime senliği doldur’ diyerek eşik olmayı seçti. İçeri girdi bir daha hiç çıkmadı. Öyle bir hale büründü ki bir tel zayıf ibrişimle kendisini gökten assalar, bir fırtına gelip ağaçları, dağları ve binaları yerinden koparsa, her şeyi yerle bir etse, onu yerinden oynatamazdı. Kemali babanın hicranlı bir hikayesi var. Düşünde arkasından koşan bir ayı görüyor ilkin. Gelip sırtına yapışıyor. Bir türlü ondan kurtulamıyor. Ne yapsa boş. Bir gün pirine erişiyor. ‘Evladım korkma’ diyerek, ayırıyor onu bedeninden. Oh be diyerek rahat bir nefes alıyor. Hayatı boyunca o mürşidini aramış durmuş. Aşk içinde. İçi alev alev. Abdulkadir Belhi’ye, o güzeller güzeline nasibi erişince ikinci kez doğmuş, dünyaya yeniden gelmiş. Bütün aşıklar gibi, yolu Necef’e uğramış. Kerbela’da kalmış, bela çölünde aylarca yanmış yakılmış. Aşk Sızıntıları’nı içim acıyarak okuyorum.
Kapı çalıyor. Kemal. Ne güzel bir rastlantı.
‘Gel Kemal gel… Biz de Kemali Baba’dan okuyorduk.’
Arif efendinin torunu, Bafra’da doktor.
Gözlerim iyice bozulmuş anlaşılan.
‘Kapıda durunca tanıyamadım.’
‘Babam da burada’ diyor.
‘Nerede?’
‘Aşağıda.’
‘İyi seslen de gelsin.’
‘Rahatsız etmeyelim.’
‘Hayır hayır, biz de hocayla Kemali Divanı’ndan okuyorduk.’
Odadan çıkıyor… Kerbela diyordum.Ver canı, bul cananı makamı. Aşıkların kanı satılır bu pazarda. Arifler pazarından söz ediyor. İmam Hüseyin efendimizin yazgısı bu. Bütün aşıklar bunu yaşar. Kerbela’ya mutlaka yolları uğrar. Ruhun eğitimi savaşta gerçekleşiyor, dedesinin öngörüsü böyle. Canını tasadduk ediyor. Acıyı seyrede seyrede yürüyor. Ey Niyazi, eremezsin ölmeyince vuslata, diyor şair. Yar ilinde can alırlar hüsne baç. Yarin diyarında her şeyin yağmalanır.
Yasa böyle. Hem bedel ödemeyeyim hem de irfana erişeyim, yok öyle yağma. ‘Bana seni gerek seni…’ diyorsun. Talip olduğun kim? Bedeli ne?
‘Yav hocam, başlık parası anlamında bir kelimeye rastladım.’
Mustafa Sever hoca.
‘Doğrudur, Hakk’a talip olanın her şeyi elinden alınır.’
Kendi kendimle konuşuyor gibiyim. Huzuruna eriştikten sonra hep böyleyim. Tuhaf bir hal bir melalde yıllar geçip gitti. Karım, çocuklarım, annem, arkadaşlarım, yakınlarım, yolda belde karşılaştığım insanlar hep kendileriyle konuştuğumu sanıyorlar. Oysa garip bir biçimde hep kendimle konuşuyor gibiyim. İçim içim deyip duruyorum ya, bazen zihnim, bazen gönlüm, kalbim diyorum ya, insanın kendini keşfetmeye başlaması halinde, içinde nasıl muazzam bir dünya olduğunu hissettiğimden beri hep kendimle konuşuyorum. Kemal’le babası giriyor içeri. Selam sabah derken bugün de akşamı ediyoruz. Akşam ne çabuk oluyor. Sabah okula geliyorum. Taşıtlar, trafik yoğunluğu, öğretim üyeleri, öğrenciler, fakülte çalışanları, merdivenler, odalar, koridorlar, kağıtlar, evraklar, telefonlar, kitaplar, divanlar, mesneviler, menakıpnameler, kelimeler, terkipler, dersler derken akşam oluyor. Zamanı unutmuşum. Günahı da. Otuz yıldır günah sözcüğünü unutmuşum. Zihnimden silinmiş. Hep O’nunlayım.
‘Yüzgörümlüğü diye bir kelime de var hocam.’
‘Vermeyen sana can, bulmaz hayat-ı Cavidan, diyor ya, aynı şey. Hüseyin efendimiz öyle işte, mübarek başını verdi, yolculuk bitti.’