Habibi Nacar YILMAZ
Said Nursi ile helalleşmek
Ahmet Akgündüz Hocanın "Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmî Şahsiyeti" adlı altı ciltlik bir eseri var. Elli bini aşkın belgenin toplandığı bu devasa eserin bir cildini inceleme imkânımız olmuştu. Bir insan bu kadar tarassut altında bırakılır mı, takip edilir mi, diye hayretler içinde kaldım. Said Nursi Hazretlerinin tarihçesini okumuşuz, önemli ve dönüm noktası diyebileceğimiz tevkif, sürgün, tazib ve takipleri kısmen biliyorduk. Fakat bu takibin gün gün kaydedilerek, hem de resmî yazı ile valilikler arasında; valiliklerden de tâ bakanlıklara, oradan reislik makamlarına kadar iletişim kurularak yapıldığını, yeni öğrenmiş olduk.
Risalelerin hem mahkeme hem de bilirkişi raporlarına yansıyan "idareye, siyasete, hükümete temas eden veya ilişen bir yönünün olmadığı" bilgisine rağmen, bu zulmün ısrarla sürdürülmesi ve bazı mahallerde hapishane şartlarından daha ağır hale getirilmesi, devrin gözü dönmüşlüğünü gösteriyor. Fakat bu ağır şartlara hem kendisi hem talebeleri müspet hareket tavrıyla, sabırla, metanetle, kavl-i leyyinle mukabele etmişler. Özellikle mahkemelerde, hukuk tarihinde görülmemiş ikna metotları ile mukabele etmişler.
Geçenlerde bir arkadaşımız, üstadın Kastamonu hayatıyla ilgili olarak, yukarıda mezkûr eserde yer verildiğini düşündüğüm, üstadın Kastamonu'ya gelişinden iki sene sonra, 12/7/1938'de Kastamonu Valiliği tarafından, Dahiliye (İçişleri) Bakanlığı'na gönderilen bir yazıyı paylaştı. Bakanlığa gönderilen yazının girişinde "Said Nursi'nin karakolun karşısında ahşap ve dışarıdan gözlemlenebilmesi için kasten perdesiz bırakılan, korunaksız bir evde ikâmet ettiği" belirtiliyor. Hükümetin icbariyla Kastamonu'ya yerleştirildiği için, İskân Dairesinin verdiği aylık üç liranın da kesileceği haber verilmiş. İki senedir dışarıdan bir yardım, giyecek almamış; ziyaretçisi de olmamış. Komşusu Zühtü'ye dört beş günde bir ekmek aldırdığı da son cümlede anlatılmış.
Böyle bir hayatın hapishaneden ne farkı var? Hiçbir suçu, menfi hareketi, idareye bakan bir fiili olmayan bir insana reva görülen bu bed muameleyi, nasıl izah edeceksiniz? Helalleşeceklermiş güya. Buyurun helalleşin de bu nasıl olacak? Mezarında dahi rahat bırakmadığınız bir insanla helalleşmek kolay mı? Ama bunun bir kolay yolu var. O, zaten hayatı ona "zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle zindana" çevirenlere sağlığında "Benim idamıma çalışanlar dahi, eğer Risale-i Nur'la imanını kurtarsalar, nurlara sarılsalar, kardeşlerim siz şahit olunuz, ben onlara hakkımı helal ediyorum." diye ilan ederek hakkını helal etmişti.
Said Nursi'nin meselesi, çektiği eziyet ve karşılaştığı meşakkati nazara vermek, bunu bir kin davasına dönüştürmek değil ki arkadaş. Dünyanın mahiyetini keşfeden, ahiretini bilen, yüzünü ebedî hayata, gözünü ve özünü rıza-yı İlahiye çeviren bir insan, geçici sıkıntıları dert ve konu etmesi, ne mümkün? Said Nursi'ye düşmanlık edip eziyet çektirenler, aslında onun davasına, yaşamak ve ilan etmek istediği İslam'a, Kur'an'a düşmanlık ediyorlardı. Onun şahsını çürütmeyi esas aldılar. Fakat onların bu eziyeti, onun imana hizmet davasını büyüttü. Davanın ispatını yaptığı eserlerinin kök salmasına vesile oldu.
Buraya kadar anlattıklarıma, üstada Kastamonu hayatında hizmet eden Mehmet Feyzi ve Çaycı Emin abilerin, üstad Emirdağ'da iken ona yazdıkları, Kastamonu hayatının anlatıldığı şahsen çok önemli görüp bulduğum bir mektup vesile oldu.
Mektup, üstadın hayatında sünnet-i seniyyeyi tatbikte ne kadar hassas ve örnek bir hayat yaşadığını çarpıcı misallerle anlatıyor. Devir olarak, çok yakınımızda yaşadığı, yeni şartlara göre örnek bir hayatı nazarlarımıza sunduğu için, üstadın hayatı, hem hizmetin selameti hem de sıkıntılı hallere mukabelede örnek olması gibi birçok yönden önemli. Böyle bir hayatı yansıttığı için Son Şahitlerin özellikle Birinci Cildini ilk çıktığında okuduğumda, çok etkilenmiş, asrımızda bir Asr-ı Saadet müslümanı olarak örnek bir hayatın nasıl yaşanabildiğine şahit olmuştuk.
Mektubun girişindeki "Bediüzzaman Hazretleri, ahlak-ı Muhammediye(ASM) ile tahalluk etmiş; nefis ve heva berzahlarından geçmiş, mekarim-i ahlakın müstesna bir timsali olarak bu asırda bulunmuş." cümlesi özet olarak veriliyor. Devamında ise bunun örnekleri yazılmış. Sünnet-i Seniyye tarzı, hayatını özetlediği için, o kısımları kısmen aktarmak istiyorum.
"....Tevekkül ve kanaati harikulade, maişet ve kıyafeti pek sade.... Dünyaya zerre kadar meyil ve muhabbet etmez."
"... İzzet-i İslamiyet'i muhafaza etmekte asla kimseye arz-ı iftikâr etmemek (fakirliğini gösterip anlatmama) hayatının en mühim bir düsturu olmuş." Bunun ispatı için, çok hazin bir satışı da örnek vermişler. ".... Oturdukları evin icarını(kira) vermek için, yorganını sattılar da yine hiçbir surette hediye kabul etmediler."
İhlası ve amel-i uhreviyi zedeleyen, insanın manevi dengesini bozan tekellüf (yapmacık hal ve hareket) için, üstadın "Tekellüf, Şer'an ve hikmeten fenadır." ifadesi ise, belki hakiki insanlığı özetliyor.
Günlük hayatı içinde alması yönüyle de önemli olan "Mübarek yüzlerinde...heybetle beraber asar-ı üns ve ülfet (dostane ve sevimli hal) dahi görünür. Daima mütebessim bulunurlar." Mütebessim bulunmanın hem de daimi olarak, ne kadar önemli olduğunu hayatımızdan da biliriz. Belki de saadet ve rahatın, dostluk ve güvenin anahtarıdır tebessüm. Daimi tebessümün hiç bir zararını görmedik hiç duymadık. Aksi ise, hem faydasız hem de zararı muhtemel.
Üstadın söylemek adabı ise, "...Az söylemek adetidir. Fakat söylediğini veciz söyler; herhalde düstur-u hikmet olarak pek manidar ve pek şumullü birer cami-ül kelimdirler.' cümleleri ile verilmiş.
Abdullah Yeğin abiden dinlemiştim. Yanına yani evine lise arkadaşları ile gidip yerde serili basit bir kilim üzerine oturduklarında, sadece "Kardeşim, kabir var, ahiret var, unutmayın." cümlelerinden başka bir şey söylememiş. Söz tesirini, söyleyenden aldığını o zaman tamam anladım. Bu söz Abdullah abiye bir ömür süren bir düstur oluveriyor.
Uzun süren mektuptan iki hususu da nazara verip yazıyı bitirelim. "Üstadımız ne kimseyi zemmeder (kötüler, ayıplar) ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hataları setreder" "....Hatta kendi hakkında bir naseza (uygun olmayan söz) tebliğ edene karşı, bu yalandır, bu sözü söyledi dediğin zat öyle söylemez, buyururlar." Sadece bunu hayatımıza uygularsak bile yeter.
Tefekkür ibadetini izahla bitirelim. "Cenab-ı Hak ona, kâinatı bir kitab-ı semavi ve arzı bir sayfa gibi keşif ve şuhutla bihakkalyakin okuyacak bir iktidar vermiş."
Evet dostlar, Kur'an'ın gösterdiği nazarî düsturları ilk yaşayan ve bize gösteren Hz. Peygamber Aleyhisselatü Vesselam olduğu gibi, her asırda o Kandil'den nurunu alan zat-ı nuraniler de birer küçük kandil olarak bulundukları asırları nurlandırmış ve örnek bir hayat yaşamışlardır. Örnek alabilsek keşke.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.