Afife ARTIK
Risale-i Nur’a ekmek gibi ilaç gibi ihtiyaç(ı) olduğunu fark etmek
Kastamonu Lâhika düsturları 29–3-Risale-i Nur’a ekmek gibi ilaç gibi ihtiyaç(ı) olduğunu fark etmek
Kastamonu Lâhikasının işlemekte olduğumuz beşinci mektubunda neden Risale-i Nur’a ekmek gibi, ilaç gibi ihtiyaç olduğu izah ediliyor. Evliya divanlarını ve ulemanın kitaplarını çok mütalaa eden zâtlar, neden Risale-i Nur’un onlardan daha ziyade zevk ve şevk verdiğini, iman ve iz’an aşıladığını sual ediyorlar. Cevaben deniliyor ki; o zâtların zamanında imanın erkanına saldırı olmadığından o eserler de has mü’minlere hitap ediyorlar. Bu zamanda imanın esaslarına olan şiddetli taarruzu def edemiyorlar. Mektubun devamında Risale-i Nur’un mümeyyiz vasfı böyle izah ediliyor: “Risaletü'n-Nur ise, Kur'ân'ın bir mânevî mu'cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlarla imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar…. Hem Risaletü'n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez; ve evliya misilli yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” [i]
Risale-i Nur, dikkatle bakan herkesin kolaylıkla görebileceği bir şekilde hakikatlere ulaştırırken sair divanlar belli bir mertebeye gelerek hakikatlere ulaşabilmenin yollarını gösteriyor. Bu nedenle de sadece has mü’minlere değil hakikati arayan herkese hitap ediyor.
Bu zaman sadece akılla veya sadece kalble yol almaya müstaid olmadığından ikisinin imtizaç ettiği bir yol açıyor Risale-i Nurlar.
“Risale-i Nur, hem aklı, hem kalbi tenvir eder, nurlandırır; hem nefsi musahhar eder. Bunun içindir ki, yalnız akılla giden ehl-i mektep ve ehl-i felsefe ve kalb yoluyla giden ehl-i tasavvuf, Risale-i Nur'a sarılıyorlar. Ve ehl-i mektep ve felsefe anlıyorlar ki, hakikî münevverlik, akıl ve kalp nurunun mezciyle kabildir. Yalnız akılla gitmek, aklı göze indiriyor. Bu hal ise, bir kanadı kırık olanın mahkûm olduğu sukutu netice veriyor. İhlâslı, hâlis ehl-i tasavvuf idrak ediyor ki, demek zaman eski zaman değildir; böyle bir zamanda, hem kalble, hem akılla bizi hakikat yolunda götürecek ve hakikata vâsıl edecek Kur'ânî bir yol lâzımdır ki, biz zülcenaheyn olabilelim. İntibaha gelmiş olan ehl-i medrese vâkıf oluyorlar ki, eski zamanda medrese usulüyle on beş senede elde edilebilen imanî ve İslâmî netice, bu zamanda, Risale-i Nur'la on beş haftada elde edilebiliyor. Üstadımız buyuruyorlar ki: ‘Bir sene Risale-i Nur derslerini anlayarak ve kabul ederek okuyan kimse, bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olabilir." [ii]
Bediüzzaman; Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerini söylüyor. Tasavvufsuz Cennete gidenler çoktur ama imansız Cennete gidemez diyen Bediüzzaman, tasavvufu meyveye hakaik-i İslamiyeyi ise ekmeğe benzetir ve ‘Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir’ der. Eskiden kırk günden kırk seneye kadar süren bir ceht ile ancak imanın hakâikine çıkılabilirken Risale-i Nur’un kırk dakikada o hakâike çıkılabilecek bir yol açtığını söylüyor ve buna Risale-i Nur’u dikkatle okuyanlarında şahit olduklarını ekliyor. Ve devamen diyor ki:
“Esrar-ı Kur'âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım. Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bunlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda, i'câz-ı Kur'ân'ın mânevî lemeâtından olan malûm Sözleri, şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.” [iii]
Risale-i Nur’un nasıl bir yarayı tedavi ettiğini mânevi bir muhaverede Üstad müşahade ediyor, dinliyor:
"Risale-i Nur'un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?
Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kal'ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor. Belki, bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü 'minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur'ân'ın i'câzıyla ve geniş yaralarını Kur'ân'ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânın i'câz-ı mânevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır" [iv]
***
Nurlara ekmekten ziyade ihtiyaç olduğunu gösteren bir delil de maişet için en ziyade çalışması gerekenlerin Risale-i Nur’a çalışmayı her şeye tercih etmeleridir:
“Risale-i Nur'un câzibedar dairesine giren ümmî ihtiyarların dahi kırk-elli yaşından sonra Risale-i Nur'un hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk elli parça, iki üç mecmua içinde derc edildi. Bu ümmî ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin, bu zamanda, bu acip şerait içinde, herşeye tercihan Risale-i Nur'a bu surette çalışmaları gösteriyor ki, bu zamanda Risale-i Nur'a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki, harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri, hâcât-ı zaruriyeden ziyade bir hâcât-ı zaruriyeyi, Risale-i Nur'un hakaikini görüyorlar.” [v]
Zübeyir Gündüzalp’in Ankara Üniversitesinde verdiği konferanstan:
“Dünyevî meşgalemiz ne kadar fazla bulunursa bulunsun, ders ve imtihanlarımız ne derece sıkı olursa olsun Risale-i Nur'a çalışmaya ve hizmete yine vakit buluyoruz ve bulabiliriz; zaman ayırıyoruz ve ayırabiliriz. Zira nasıl ki, hergün ekmek, su ve havaya ihtiyaç var. Aynen öyle de bunlardan daha fazla olarak hergün Kur'ân ve iman hakikatlarından mânevî gıdalarımızı almaya muhtacız.” [vi]
Madem ki Risale-i Nur’daki ilimdir, bir defa okunsa elde edilse yetmez mi sualine gelen cevap:
“…ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşaallah o cümledendir.” [vii]
Herkes Risale-i Nur’daki hakikatlere ekmek gibi ilaç gibi muhtaç olmakla beraber bazılarının ihtiyacı daha şiddetlidir. Birinci Emirdağ Lahikasının 67. sayfasında izahı bulunan bu konuya uzun gitmemek için giremeyeceğiz. Çocukların, hanımların, hastalar ve yaşlıların Risalelere herkesten daha fazla ihtiyacı olduğu burada nedenleri ile izah ediliyor.
Mahpuslar da Risalelere şiddetle muhtaçtır:
“Risale-i Nur'daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.” [viii]
Hasan Feyzi Ağabey’in, Risale-i Nur’a hitaben yazdığı uzun mektubundan:
“Açtığın bu yeni ve yakın yolda, sırat-ı müstakim olan bu evliya ve asfiya caddesinde yol almağa çalışan hasta ve bîçare, ihtiyar, ma'lul ve masum, garib ve bîkes, dul ve yoksullar şimdi hep şifahane-i feyz-i hikmetinde muayene ve tedavi olup lâyık oldukları mevki ve hâmiyi bulurlar. Körlere göz, sağırlara kulak, dilsizlere dil veriyor. Dertlilere derman, imansızlara iman sunuyorsun. Kîl u kâl ile mâlî ve hak ve hakikatten hâlî olan âsâr-ı muhtelifeyi tedkik ve mütalaa ede ede yorulup usanmış ve hâlâ aradığını bulamamış olan ve şimdi Hak'tan bir nur, bir huzur isteyen kimselere müjdeler verip Nur'a çağırıyorsun. Ben bütün bilgilerin kaynağı ve bütün fenlerin kaymağıyım. Ve her şeyin zübde ve hülâsası ve gönül şehrinin cilâsıyım diyorsun…” [ix]
***
Risale-i Nur başta imansızlık ve iman zayıflığı olmak üzere pek çok manevi hastalıkları tedavi ettiği gibi maddi hastalıkların dahî tahfifine vesile oluyor. Maddi hastalığın devamına vesile olan evham, merak ve ölüm korkusunu, hastalığın hikmetlerini ve faydalarını göstererek ve ölümün güzel yüzünü müşahede ettirerek izale ediyor.
Nur talebeleri, Risale-i Nur’a çalıştıkları zaman hem kalblerinde ferahlık hem maişetlerinde suhulet hem de bedenlerinde sıhhat hissettiklerini söylüyorlar.
“Risale-i Nur şakirtleri, Risale-i Nur hizmetini her belâya, her derde bir çare, bir ilâç bulmuşlar; biz her gün hizmet derecesinde, maişette kolaylık, kalpte ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz, görüyoruz. Elbette bu dehşetli yeni belâlara, musibetlere karşı da, yine Risale-i Nur'un hizmetiyle mukabele etmemiz lâzımdır.” [x]
Nur talebelerinin ekseriyetle kendi nefislerinde tecrübe ettikleri bu duruma dair bir numune de Üstadın yaşadığı bu hâdisedir:
“…Feyzi'nin güzelce ciltlettiği çocukların tevafuklu mecmuasını getirdiği vakit kuluncum ziyade ağrıyordu. Dedim: "Aman kardeşim, benim kuluncumu tut, pek ağrıyor." Birden o mecmuayı açtık; baktım, birden öyle bir şifa oldu ki, kuluncumu unuttuk. Sonra tahattur ettik, hayret ettik.” [xi]
Zekai Ağabey de Hüsrev Ağabey gibi Risaleleri nehirlere benzeterek diyor:
“O Sözler ki, her biri ayrı ayrı mecralardan cereyan ederek büyük bir deryaya dökülen berrak ve saf ırmaklar gibi çağlıyorlar. İşte bendeniz, bu çağlayan ırmakların lâtif ve ulvî seslerinden hayli derece istifade ediyor ve sonlarında, beşeriyetin başta âcizlerinin iptilâ olduğu emrâza şifa verici eczalar istihsal ediyorum.” [xii]
Hacı Osman Ağabey’in mektubundan:
“Risale-i Nur'ları yazmak, okumak ve dinlemek için herkesin ihtiyacı var. Onun için, ey Müslümanlar, mânevî yaralarınıza ilâç ararsanız, Risale-i Nur'da vardır. Yazın, okuyun, imanınız o kadar teâli edecektir. Hiç şüphe etmeyiniz.” [xiii]
Risale-i Nur’un bu asrın yaralarına tam bir deva olduğuna dair daha pek çok parçalar var. Bu kadar numune ile iktifa edelim.
Risale-i Nur manevi hastalıklara mücerreb (tecrübe edilmiş) ilaçlar sunuyor. Elbette ilacı arayanlar hasta olanlardır. Bizim de bu nâfi ilaçlardan faydalanabilmemizin şartı manevi hastalıklarımızı fark etmemiz ve manen bu hakikatlere ne derece muhtaç olduğumuzu hissetmemizdir. Hem kendimizin hem de herkesin bu hakikatlere olan şiddetli ihtiyacını fark etmek, bu hakikatlerin neşrine şevkle çalışmayı netice verecektir. Elbette bizzat nefsimizi muhatap alarak okumakla matlub neticeler hâsıl olacaktır.
Halil İbrahim Ağabey’in bir cümlesiyle tamamlayalım:
“Risale-i Nur hastalara şifahane-i hikmet ve mâ-i zemzem, sağlara maişet-i hakikat ve rih-ı reyhan ve misk-i anberdir.”
[i] Kastamonu Lâhikası s.11 (Envar N. 1995)
[ii] Tarihçe-i Hayat s. 857-858 (erisale)
[iii] Mektubat s. 38 (erisale)
[iv] Şualar s. 240 (erisale)
[v] Emirdağ Lâhikası 1, s.95 (erisale)
[vi] İlk Dönem Eserleri s. 143-144 (erisale)
[vii] Barla lâhikası s.363 (erisale)
[viii] İman ve Küfür Muvazeneleri s.64 (erisale)
[ix] Konferans s. 96 (Envar N.)
[x] Kastamonu Lâhikası s.290 (erisale)
[xi] Kastamonu Lâhikası s. 147 (erisale)
[xii] Barla Lahikası s. 122 (erisale)
[xiii] Barla Lahikası s.422 (erisale)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.