Senai DEMİRCİ

Senai DEMİRCİ

Said Nursi ses yarışmasında…

Kur’ân Zifayetleri’miz vardır. Sesi güzel hafızların birbirinden özel okumalarını dinleriz. Kur’ân’ın mest edici musikisini tadarız, gözyaşı dökeriz, ürpeririz. Oysa; Kur’ân’ın sofrasında sadece ses ziyafeti yoktur! Ses, söz hatırına konulur sofraya. Ses sadece kulak ararken kendine, söz can kulağı ister, anlaşılmayı umar. Ses ziyafeti, söz ziyafeti içindir.

Güzel bir konuşmanın hem sesi vardır hem sözü. Hem kulağa doluşur hem kalbe dokunur. Sadece seslerin yükseldiği yerde, söz yitirilir, anlam gözden düşer.

Sultan-ı Ezeli’nin konuşması, insanın yeryüzündeki yalnızlığına nezaketli eğilişidir. Mütekellim-i Ezeli’nin insana seslenmesi, insanı önemsemesidir. Rahman-ı Rahim’in insanı muhatap seçmesi, insana yitik cennetini hatırlatmasıdır. Latif-i Habir’in kelam serdetmesi, içinde saklı sancıları insana duyurmasıdır, gönlünde avuttuğu hasretleri göstermesidir.

Kur’ân’ın sadece yazılışını süslemekle, sadece kelimelerini seslendirmekle, sadece sesindeki musikiyi duyurmakla kalırsak, sofranın bir kısmını görürüz. “Yemesek de olur” edasıyla asıl ziyafete, lezzetin iliğine müstağni kalırız.

Kur’ân’ı güzel yazmakta, güzelce seslendirmekte bir yanlışlık yok. Yanlışlık, Kur’ân’a karşı sorumluluğumuzu bunlardan ibaret görmekte. Tekrar ediyorum “ibaret görmekte.” Güzel yazma ve güzel seslendirme Kur’ân’ın sofrasına açılan kapıdır. Kapıyı açmak güzeldir ama kapıda kalmak güzel değildir. Kapıda kalıp kapının ardında sakladığını yok saymak hem kapıya hem kapının açıldığı sofraya haksızlıktır hem de kapıyı açana hürmetsizliktir.

Said Nursî, insanın en temel ihtiyacını görerek duyurur bize Kur’ân’ın sesini. İnsan ruhu, şu dünya gurbetinde onaylanmak ister, anlaşılmayı bekler, etrafında anlam arar. İşte o anlamı gösterir bize Kur’ân “Oku!” diyerek, hem anlamanın öznesi olduğumuzu hem de varoluşun anlamaya değer olduğunu beyan eder.

Said Nursî, insanın anlamsızlıkta yandığını göre göre Kur’ân’ın pınarına koyar dudağını. İnsanın boşlukta çırpındığını göre göre, kalemine vahyin mürekkebini çeker. “Batan şeyler sevilmez!” çığlığından İbrahimî teselliler devşirir. Güllerin soluşuna eseflenirken, “her şey helak olur, O’nun vechi hariç…” ümidine tutunur. Dağların yükselmesini seyrederken, Söz’ün dağ gibi sağlamlığını okur. Dünya çölünde aciz ve fakir olarak seyahat eden biz biçare yolcuların ağzına ‘Bismillah’ı dayanak ve sığınak diye koyar…

İşte o Said Nursi, Kur’ân’ın telkin ettiği anlamın peşinde kara sevdalılar gibi koşarken, Kur’ân’ın güzelce seslendirilmesini de sever. Ses kapısını aralayıp anlamın evine buyur eder bizi. Şöyle anlatır meselâ: 

İşte o zamanda, İstanbul'un Bayezid Cami-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte ihlâslı hafızları dinlemeye gittim. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, semâvî yüksek hitabıyla beşerin fenâsını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette “külli nefsin zâikatü’l mevt” [her nefis ölüm tadıcısıdır] fermanını, hafızların lisanıyla ilân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti.”

Kulağına gireni, kalbinin içine alıyor Said Nursî. Kulaktan kalbe doğru genişletiyor Kur’ân ziyafetini. Kalbin içine yerleşerek, gaflet ve sarhoşluk kabuğunu parçalayacak ‘anlam’ın yolu kulaktan geçer demek istiyor. Ne anlam adına sesi küçümsüyor ne ses hatırına anlamı göz ardı etmek ediyor.

Makalenin tam burasına geldiğimde, eşim Semine Hanım Onikinci Söz’ün temsilini hatırlattı.

Hani “gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki, Kur'ân-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için, bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü'lü' ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev'ini altın ve gümüşle yazdı. (…) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. [E]mretti ki, ‘Her biriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.’ (…) [F]eylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder, mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam, Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir.”

On İkinci Söz’ün bu paragrafını ‘ses’ ekseninde de yazabiliriz. “Kur’ân-ı Hakîm kelimâtındaki i’câza şayeste bir sesle seslendirilsin, o muciznümâ [güfteye] harika bir musikî libası giydirilsin” elbette…  İyi ama bu seslerin nakışlarından, münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve müziğinin tınısından öte bir bakış ödevi verir aklı başında, kalbi yerinde olana.

Sesleri yarıştırmakla mı yetinelim, yoksa o güzel Sesi kalbimize doğru koşturalım mı? Ezcümle, anlamı taşıyan sesi ve sesi taşıran anlamı aynı safta yürüteceğiz. Bu yarışmada herkes her zaman kazanır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum