Prof. Dr. Şadi EREN
Bediüzzaman’ın Feryadı
İslâm büyükleri kendileri için değil, toplum için yaşarlar. Bediüzzaman’da da bunun en güzel örneklerini görmekteyiz. Mesela şöyle der:
“Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum.”[1]
“Oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâtlarının, hatta masum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkat ile hissediyordum.
Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim; belki bu memleket ile ve belki âlem-i İslâm’ın kıt’asıyla hanem gibi hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum!”[2]
Bediüzzaman Muhâkemât isimli eserinin başında -tabir yerindeyse- şöyle feryat eder:
İslâmiyet’in mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zâhirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık... Ve sû-i fehim ve sû-i edep ile İslâmiyet’in hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfâ edemedik. Tâ, o da bizden nefret ederek evham ve hayâlâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi…
İslâm’ın özü
Bediüzzaman dertli bir insandır. Ama onun bu derdi “Neden evim yok, arabam yok” türünden değildir. O, “Milletin geri kalmışlığından” ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek, “Ah! Ah! Ah! Vâ esefâ!” demektedir.
Bediüzzaman’ın derdi
İnsan, normal şartlarda bencildir, egoisttir, hep kendi menfaatlerini takip eder. Ama İslâm terbiyesi alan bir kimse topluma bigâne kalamaz, “İnsanlardan bana ne?” diyemez. Zira Hazreti Peygamberin bildirdiği gibi “İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır.”[3]
İşte 20. yüzyılın başlarında İslâm âleminin Batı Dünyası karşısında geri kalmış bir görüntüde olması her hamiyet sahibi kimse gibi Bediüzzaman’ı derinden derine üzmekte, ciğerini yakmaktadır.
Bediüzzaman üstteki ifadesinde Müslümanlar olarak iki durumumuzdan feryat etmektedir:
1- İslâm’ın iliğini ve özünü terk ederek kabuğuna ve zahirine bakmak.
2-Onu yanlış anlayarak ve edepte kusur ederek hakkını ve lâyık olduğu hürmeti îfa edememek.
Dini yanlış anlamak işin bilgi yönünü, edepte kusur etmek ise işin ameli yönünü ifade eder. Bunlardan birincisi teorik, diğeri ise pratikle alakalıdır.
İslâmiyet’in mağz ve lübbü
İslâmiyet’in mağz ve lübbü, onun iliği ve özü demektir. Mesela cevizin kabuğu olur. Bir de kabuğun içinde özü vardır. İslâmiyetin meseleleri içinde işin özü ve esası olanlar olduğu gibi, aynı meselenin kabuğu da söz konusudur. Birkaç misalle buna bakmaya çalışalım:
-Hazreti Peygamber ata, deveye binmiştir. Bundan hareketle günümüzde de mutlaka at ve deveye binmek lüzumunu çıkarmak ve otomobil, tren gibi vasıtaları bid’at saymak, öz varken kabuğa yönelmek olur.
-Hz. Ömer günümüz Türkiye’sinden çok çok geniş bir alanın halifesi olmakla beraber zaman zaman yamalı elbise giyiyordu. Bunu öne çıkarıp sanki İslâm Dini yamalı elbise giymeyi teşvik ediyor gibi anlatmak, dinin ruhunu yansıtmaz. Burada vurgulanması gereken durum, üst düzey yetkililerin sade bir hayatı benimseyip lükse kaçmamaları olmalıdır.
-Kur'an Hz. Eyyub’un hastalığına yer verir. Kıssa hisse için olduğu cihetle bize düşen görev bu kıssada kendimizi görmek ve onun maddi hastalığına mukabil kendi manevi hastalıklarımız için Allaha yalvarmaktır. Ama bu kıssayı okuyup “Vah vah! Bir peygamberin başına neler gelmiş!” demek, işin özünden uzaklaşmaktır.
-Kur'an Zülkarneynin dünyanın doğusuna - batısına gittiğini, gittiği yerlerdeki mazlumları zalimlerin hücumlarından kurtardığını anlatır. Bu kıssa bize dünyanın her tarafına galibane gidip mazlumlara yardımcı olma dersi verir. Sadece “Maşaallah Zülkarneyne!” demek ise işin özünü yakalayamamaktır.
İslâmiyet’in vehim ve hayal bulutlarıyla sarılması
Gökyüzündeki o muhteşem güneş, dünyamızı aydınlatır. Ama önüne bulutlar geldiğinde, ışığı dünyaya iyi gelmez, tam aydınlatamaz. İşte İslâmiyet güneş gibidir. İslâmiyet’le alakalı birtakım vehimler ve hayali yakıştırmalar, onun her tarafı aydınlatmasına engel olur, en azından ışığının gücünü azaltır. Mesela:
1.Misal: Kur’ân-ı Kerim’de kölelerle ilgili hükümler vardır. Bunu gören biri, İslâm Dininin köleliği tasvip ettiğini zannedebilir. Hâlbuki şu esaslar çerçevesinde meseleye bakmak lazımdır:
- İslâm Dini âlemde kölelik yok iken böyle bir sistem getirmiş değildir, o devirde dünyanın hemen her yerinde kölelik fiilen zaten vardı.
- İslâmiyet, köle yapmayı emretmez. Bu konuda Kur’ân’da ve hadiste bir emir asla söz konusu değildir. Asıl olan hürriyettir, kölelik ârizidir.
- Uygulamada zaman zaman Müslümanların esirleri köleleştirmesi, günün savaş şartlarından kaynaklanan bir durumdur. Karşı taraf Müslüman esirleri köleleştirirken, onlardan alınan esirleri serbest bırakmak iyi bir siyaset olmasa gerektir.
- İslâm Dini, köleliği birden kaldırmak yerine tedricen kaldırmayı esas almıştır. Zira insanlık âleminde yerleşmiş köklü bir âdeti birden kaldırmak mümkün değildir. Hata ile öldürme, zıhar ve yemin kefaretlerinde köle azat edilmesi esası vardır. Köle azat etmek, Allah’a yaklaştırıcı bir ibadet olarak takdim edilmiştir. Zekâtın verilme yerlerinden biri, kölelerdir.
Hazreti Peygamber, kölelerle ilgili şöyle der:
"Onlara, ‘kölem, cariyem’ demeyin. ‘Oğlum, kızım’ deyin."[4]
"Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin..."[5]
Ahmet Cevdet Paşa, bu konuda şöyle der:
"Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır."[6]
2. Misal: Cihad ve savaşla ilgili âyetleri bir bütün olarak ele almayan bazı kişiler, "…Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün..."[7] gibi âyetleri dar çerçevede ele alarak yanlış neticelere varmaktadır. Onların bu hali, namaz kılmayan birinin, "İçkili iken namaza yaklaşmayın"[8] âyetindeki "Namaza yaklaşmayın" kısmını namaz kılmayışına delil getirmesine benzer. Kur’ân’ın âyetleri hakkında hüküm verecek kişiler, onun nâsihini-mensuhunu, muhkemini-müteşâbihini, evvelini-ahirini, hatta bütün Kur’ân’ı iyi bilmek zorundadır. Yoksa Kur’ân âyetleriyle ilgili verecekleri hükümler yanlış olacaktır. Bunlar, verdikleri hükümlerde Kur’ân’da olanı yansıtmak yerine kendi düşüncelerinde olanı yansıtacaktır. Düzgün bir saraya tutulan ayna, ancak düz ve şeffaf olduğunda sarayı aynen yansıtır. Eğri aynalar, düzgün sarayı eğri gösterir. Tozlu aynalar net göstermez. Renkli aynalar ise, kendi rengiyle gösterir. Kur’ân’a yönelen insanların mahiyet aynaları da böyledir.
Bahsinde bulunduğumuz âyetin evvelinde, "Haram aylar çıktığında" kaydı vardır. Bu âyetle, Hazreti Peygamber devrinde Arap yarımadasındaki müşriklere İslâm’a girmeleri, yoksa kendileriyle savaşılacağı bildirilmiş, düşünmeleri için de dört ay müddet verilmiştir.[9]
Âyetin sonunda ise, tevbe edip namazlarını kılmaları, zekâtlarını vermeleri halinde serbest bırakılacakları anlatılmakta, "Şüphesiz Allah Gafur-Rahîm’dir" ifadeleriyle bitirilerek Allah’ın affedici ve merhametli olduğu nazara verilmektedir.
Bir sonraki âyet ise şöyle demektedir:
"Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Ta ki Allah’ın kelâmını dinlesin. (Müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar, bilmeyen bir kavimdir."[10]
Bu âyette, müşrikler hakkındaki İlâhî rahmetin eserlerini açıkça görmek mümkündür. Müşriklere, bu dinin güzelliğini görmek ve Allah’ın kelâmını dinlemek fırsatı verilmelidir. Çünkü onlar bu dini bilmeyen bir topluluktur. Onlardan İslâm beldesine gelip görmek isteyenlere eman verilir, yani emniyet içinde olduğu bildirilir. Gelir, görür, dinler, isterse kabul eder. Kabul etmediğinde, "Sen müşriksin" denilip öldürülmez, emniyet içinde olacağı yere ulaştırılır.
Kur’ân’ın bütünlüğü çerçevesinde kıtal (savaş) âyetleri incelendiğinde, karşımıza çıkan tablo işte budur. Durum böyleyken, bu âyetlerden "Kur’ân’da inanç hürriyeti yok", "Kur’ân, Müslüman olmayanlardan başkasına hayat hakkı tanımaz" gibi hükümler çıkarmak hem Kur’ân’ın esaslarına hem de tarihi realiteye zıttır. Zira Hazreti Peygamber hem kitap sahibi olan Yahudilerle hem de kitapsız müşrik Araplarla barış ve saldırmazlık anlaşmaları yapmış ve bunlara sonuna kadar riayet etmiştir.
[1] Nursî, Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, İstanbul, 2002, s. 137
[2] Nursî, Lem’alar, Envar Neşriyat, İstanbul, 2002, s. 252
[3] Muhammed İsmail Buhâri, Camiu's-Sahih (Sahihu'l- Buhâri) Çağrı Yay. İst. 1981, Mağâzî, 35
[4] İbn-i Haccac Müslim, Camiu's-Sahih, (Sahihu Müslim), Çağrı Yay. İst. 1981, Elfaz, 13-15
[5] Müslim, Eyman, 38
[6] Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi, Diyanet Yay. Ankara, VII, 466-467
[7] Tevbe, 5
[8] Nisa, 43
[9] Bkz. Tevbe, 1-3
[10] Tevbe, 6
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.