Said Nursi ve 31 Mart vakası, olayı, hadisesi

31 Mart 1325 Rumi - 13 Nisan 1909 Miladi

Mesut Zeybek-İttihad

Son asır müslümanlarını derinden derine yaralayan 31 Mart hadisesidir. (Rumî Takvim'e göre 31 Mart 1325'te (Miladi: 13 Nisan 1909) başladığı için bu adla anılmıştır.) Yüzyıl boyunca mü’minler üzerinde kılınç gibi sallanan “irtica” suçlaması maalesef müslümanları devamlı suçlu ve savunma durumunda bırakmıştır. Mason ve azgın din düşmanları devamlı aynı konuyu tekrar tekrar itham mevzuu yapmışlardır.

Bu meselede itham ettikleri en mühim şahsiyet de Bedüzzaman Said Nursi Hazretleridir ki onu “sâbıkalı bir mücrim-i siyasî..” olarak takdim etmeye çalışmışlardır.

Buraya alacağımız bahislerde de anlaşılacaktır ki, o menhus hadisede kendisi devamlı yatıştırıcı bir rol oynamış elinden geldiğince zararı azaltmaya çalışmıştır. Buna rağmen mahkemeye çıkarılmış ve o meşhur müdafaasını yaparak hakikat-ı hali ortaya koymuştur. Hak ve hakikatın müdafaacılarına her zaman için, her zeminde rehber olmuştur.

Meşhur ve menhus 31 Mart 1325 hadisesinde (13 Nisan 1909 mi.) göstermiş olduğu cesaret ve hakkın müdafaasından bir bahis:

“Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: “Sen de şeriat istemişsin?…”

Bediüzzaman cevap verir: Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!

Bediüzzaman’ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kütlesi mevcut olduğu halde: "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidalariyle ilerlemiştir. (Tarihçe-i Hayat:60)”

ll. Meşrutiyetin ilanını mütakip teşekkül eden meşrutî idare tarzını; dinimize, örfümüze, milletimize uygun hale getirmek için, evvela “Hürriyete Hitap” başlığıyla nutuk îrad eden Bediüzzaman Hazretleri, devamla gazetelere makaleler yazmış ve çeşitli mahfillerde milleti irşad etmiştir.

Bu mevzuda hemen Üstad Hazretlerinden tefsir ve izahlar getirelim. Birincisi:

“…Ben Mart hadisesinde (31 Mart 1325 Rumî) şuna yakın bir hal gördüm; Zira İslâmiyetin meşrutiyetperver ve hamiyetli fedaileri cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti Şeriata tatbik ile, ehli hükümeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes-i Şeriatı meşrutiyet kuvveti ile; ila ve meşrutiyeti Şeriat kuvveti ile ibka; ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i Şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra sağını solundan fark etmeyen “haşa” Şeriatı istibdada müsait zan ederek, Tuti taklidi gibi: “Şeriat isteriz!” demekle maksat, ortada anlaşılmaz oldu. “(Asar-ı Bediiye, sh: 352)

Meşruti sistemin dinimiz ile mutabakatını anlayamayanlar meşrutiyeti reddederek din adına ortaya çıkmışlardır. Zaten gizli din düşmanlarının istediği de bu idi. Meşrutiyeti kollama adına ihtilal yapmışlar, hem “ahrar” yani hürriyetçi denilen siyaset adamlarını devirmişler, hem de onlara destek veren hakiki şuurlu müslümanları asmışlardır.

Maalesef o zaman yapılan bu oyun yine 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 de tekrar sahnelenmiştir. Zaman mekan ve şahıslar farklı, fakat oyun aynı oyun, suçlanan mağdur edilenler yine şuurlu müslümanlardır.

Bediüzzaman Hazretleri o zaman meşrutiyet, daha sonra da o kelime yerine “O zaman meşrutiyet, şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş.” (Divan-ı Harb-i Örfi – 57) diyerek aynı manada Cumuriyete de, sonra Demokratlığa da dinimize ve ananemize dokunmayacak şekilde terbiye ederek sahip çıkmıştır.

İŞTE 31 MART HAKKINDA BEDİÜZZAMAN’IN BEYANLARI

31 Mart hadisesi denilen menhus ve meş’um vak’anın sebepleri hakkında tarihçiler çeşitli yorumlarda, beyanlarda ve ifadelerde bulunmuşlardır. Herbir tarihçi kendi karakter ve düşüncesi doğrultusunda onu yorumlamış, şekiller vermiştir. Bu sebepten, 31 Mart Hadisesi bir hayli garabet arz eden bir öcü şeklinde görünmektedir. Bütün bunların yanında, bu vak’anın mahiyetini ve sebeplerinin esaslarını, tabir caiz ise, o hadisenin oluş şeklinin ve sebeplerinin yağını çıkararak dile getiren, gerçeği ortaya koyan; aynı zamanda o hadisenin tâ içinden çıkıp gelen Bediüzzaman Hazretleri’nin bu baptaki beyan ve izahlarıdır. Bunları dinledikten sonra, birkaç tarafsız tarihçinin beyanlarını da araştıracağız. Bu konuda tarafgir ve din düşmanı bazı dinsiz yazarların sözleri dinlenmez ve geçersizdir. Meydan Laros (Meydan Larousse) ansiklopedisi ve benzeri kitaplar gibi…

1‑ Aynı hadisede sevk edildiği Divan‑ı Harb‑i Örfî’deki müdafaatında şöyle der:

“Hakkın hatırını kırmıyacağım, hakikatı söyleyeceğim. Zira hakkın hatırı âlidir: Hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız Hak sağ olsun. şöyle ki;

31 Mart hadisesi denilen o saika ve müthiş fırtına, esbâb‑ı âdide tahtında öyle bir isti’dad‑i tabiîyi mûheyya etmişti ki; neticesi hercü merc olduğu halde, minindillah ehl‑i kıyamın lisanına, daima mu’cizesini gösteren ism‑i şerîat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden; Nisanın nısfından sonraki umum cerideleri indallah mahkûm ediyor. Zira o hadiseye sebebiyet veren yedi mes’ele ve onunla beraber yedi hal nazar‑ı mütalâaya alınsa, "hakikat" tezahür eder. Onlar da bunlardır:

Birincisi: Yüzde doksanı İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin tahakkümü aleyhinde bir hareket idi.

İkincisi: Fırkaların meydan‑ı münakaşatı olan vükelayı tebdil idi.

Üçüncüsü: Sultan‑ı mahlu’u sukût‑ı müsammemden kurtarmaktı.

Dördüncüsü: Hissiyat‑ı askeriyenin ve âdâb‑ı dindaranelerinin, muhalif telkinatın önüne sed çekmekti.

Beşincisi: Pekçok i’zam edilen Hasan Fehmî Bey’in(*)katilini meydana çıkarmaktı.

Altıncısı: Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.

Yedincisi: Hürriyeti sefahete şümûlünü men’ ve âdab‑ı şeriatla tahdid.. Ve avamların siyaset‑i şerî’ bildikleri yalnız "Kısas ve kat‑ı yed" haddini icra idi.

Fakat zemin bataklık ve dâm ve plan serilmişti.. Ve en mukaddes olan itaat‑ı askerî feda edildi. Üss‑ül‑esas esbâbı fırkaların tarafdârane ve garazkârane keşmekeşleriydi.” (Asar-ı Bediyye sh: 453)

Hz. Üstâd, sıraladığı şu sebepleri, 31 Mart hadisesinin patlak vermesinin asıl sebep ve gerçek illetini teşkil ettiğini kabul etmektedir. Amma bu sebeplerin de sebebi; partilerin hudut tanımayan tarafgirlik içindeki münakaşaları ve her partinin organı olan gazetelerin güzel yazı yazmak ve gerçeği dile getirmek yerine, aşırılıklar ve yalan ve haddi aşan taşkınlık içindeki çekişmeleri idi diyor.

Fakat bütün bunlarla beraber, Bediüzzaman Hazretleri, yedi sebepli beyanının başında şunu ehemmiyetle kaydeder ki: 31 Mart hadisesi, birçok sebeplerin te’siri altında olarak, tabiatı itibariyle öyle bir isti’dat, öyle bir dolduruş ile hazırlanmış tı ki; paramparça, herc ü merc olmak sonucunu vermesi lâzım gelirken, fakat o harekete katılanların lisanına Allah tarafından, her zaman mu’cizeler gösteren “şeriat” ismi geldi. Yani herkes, hatta o hareketi planlayıp hazırlayan İttihâdçıların gizli şubesi, mitingde, İslâm’a darbe vurmak için onlar da “şeriat isteriz. şeriat isteriz” şeklindeki bağrışmalarla ortalıkta duyulan ses, yalnız “şeriat” kelimesi oldu. Yukarda sıralanan yedi sebebin günümüz Türkçesiyle birazcık izahı gerekir tahmin ederim. şöyle:

Birinci Sebep: O hareket, o ayaklanma yüzde doksan nisbetiyle İttihad‑Terakki Cemiyeti’nin zulüm, zorbalık intikam ve tahakkümü aleyhinde bir nümayiş, bir red hareketiydi.

İkincisi: Partilerin münakaşa meydanı olan vekiller heyetinin (Bakanlar) seçimlerindeki su‑i isti’male karşı olan münakaşaları durdurmanın çaresi o vekilleri(158) değiştirmekti.

Üçüncüsü: 2. Meşrûtiyetin i’laniyle bir nevi azl ve bilahere hal’ edilen Padişah Abdülhamid’i bütün bütün yetkisizlik ve sağırca sükût ve te’sirsizlik içerisinde bırakmamak gerekirdi.

Dördüncüsü: Dindarane edeb ve terbiye içinde yetişmiş ordu ve askerlerin hislerine ters düşen telkinatları yapmamak veya durdurmak lâzımdı.

Beşincisi: Çok büyütülen ve herkesin dilinde dolaşan gazeteci, muharrir Hasan Fehmi Bey’i öldürenleri ortaya çıkarmak icab ederdi.

Altıncısı: Kadro dışı edilen askerleri ve alay subaylarını mağdur etmemek lâzımdı.

Yedincisi: Hürriyetin ve Meşrûtiyetin her türlü rezâlet ve sefahetlere müsaid birşey olmadığını i’lân etmek; ve onu şeriâtın âdâb ve ahlâkıyla hududlandırmak gerekmekteydi. Avam halkın da, şeriatın siyasetinden bildikleri şey olan, kısas ve el kesme hadlerini icra etmek gerekli idi.”

Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade tarzındaki şu acîb orijinalliğe dikkat edilsin ki, asıl ve gerçek sebepler anlatılırken, “şu, şu işler yapıldığı için, şu hadiseler, şu sû‑i isti’maller vücuda geldiğinden ötürü bu hadise vücuda geldi” demiyor. Belki “şunlar yapılmasaydı, şunlar da yapılmazdı, o fırtına vücuda gelmiyebilirdi”.. tarz‑ı beyaniyle kendisine hâs bir izah tarzını kullanarak geleceğe de bakan ve geçmişden ders alınarak, bir daha öylesi hataya düşmemenin çare ve tedbirlerini, nasihat ve ikaz içinde birbirine sararak ifade ediyor.

Bediüzzaman Hazretleri bu sayılan yedi sebebi kaydettikten sonra, der ki: Bu yedi sebep, gerçi o hadisenin patlak vermesinde asıl rol oynayan şeylerdi. Bunlar ilk başta nazar‑ı itibara alınmış olsaydı, hadise patlak vermiyebilirdi. Lâkin bu sebeplerin te’siriyle vücuda gelen hadiseyi, asıl hazırlayanlar tuzaklarını, öyle bir zemin oluşturduktan sonra serpmişlerdi. Hatta mukaddes olan askerî itaatı da bu emellerine feda etmişlerdi. Bu sebepler ve bu tuzaklar böyle plânlı şekilde tezgâhlandırılıp kurulduktan sonra, artık çâre ve tedbirlerin o anda faidesi olmazdı, iş işten geçmişti.

Yukarıda metin ve izahları ile kaydedilen yedi küllî sebebin yanı sıra, bir de o sebepleri işleten yedi hal ve durum da, aynı eserinde şöylece sıralamaktadır:

“(1) Sekiz dokuz ayda ceridelerin neşriyat‑ı müteheyyicaneleriyle..

(2) Ve fırkaların cemiyetlere fedaî yazmakla..

(3) ve inkılâbı vûcuda getiren zevâatın tahakkümâtiyle..

(4) Ve itaat‑i askeriyeye münafi olan hürriyet‑i mutlaka, efrâda sirayetiyle..

(5) Ve âdâb‑ı dinîyeye muhalif şeyler, bazı dikkatsizlerin efrâda telkinatiyle..

(6) Ve itaât bozulduktan sonra, müstebitler, mürteciler(159), dinde hassas, muhakeme‑i akliyede noksan olanlar, iyilik zanniyle o bataklık zeminde tohum ekmeğe başlamasıyla..

(7) Ve devletin umum siyasâtı cahil efrâdın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişek havaya atmakla.. ve dâhil ve haric müddeiler parmak vurmakla;

ortalık anarşilik haline girdiğinden, bu hadisenin isti’dad‑ı tabiîsi herc ü merc ve müdahale‑i ecnebî iken, minindillah ‘İsm‑i şeriat’ o esbâb‑ı müteaddideden çıkan ervah‑ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca’ ile, on üç asırdan sonra bir mu’cize daha gösterdi. Hem geçen inkılâb‑ı azimde ordu ve ülemanın sadası ki: ‘Meşrutiyyet şeriata müsteniddir’ diye umum ehl‑i İslâm’ın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılâb, inkılâbların kaide‑i tabiiyyesini hark ile şeriatın te’sir‑i mu’cizesini gösterdi ve daima da gösterecektir.” (Asar-ı Bediyye sh: 454)

İşte bu sıralanan yedi hal ve davranışların da, şimdiki Türkçe ile yazılmasında bir beis görülmezse, şöylece olabilir:

1‑ Hürriyet’in i’lânı olan 23 Temmuz 1908’in başından 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) tarihine kadar geçen sekiz‑dokuz ay zarfında gazetecilerin yaptıkları neşriyat, hep tahrik ve kışkırtmalı neşriyattı.

2‑ Cemiyet ve partilerin fırkaları, gizli‑gizli cemiyetlere fedaî kaydetmeleri ile gelişen durum bunun bir hazırlığı idi.

3‑ Meşrûtiyet inkılâbını vûcuda getiren zâtların, muvaffakiyet sarhoş luğuyla, işi tahakküm ve zorbalığa dökmeleri idi.

4‑ Ordu ve askerliğin disiplin ve itaâtine tamamen zıt olan, mutlak bir hürriyet düşüncesi, asker neferatına kadar sirayet ettirilmesiydi.

5‑ Dinin edeb ve ahlâkına zıt olan bazı haller, dikkatsiz bazı acemiler tarafından asker neferatına anlatılmakla, ordu ve askeri heyecanlandırıp, askerlik disiplinini sarsan duruma getirilmesiydi.

6‑ Ordu içinde disiplin ve itaat sarsıldıktan sonra da, din ilminde müstebid, yani kendisini en iyi bilen, âlim zanneden, lâkin hakikatte ise dinin küllî nizam ve düsturlarını kavrayamayan gericiler, her ne kadar dine ait mes’elelerde titiz ve hassas idilerse de, fakat aklî muhakemeleri dinin küllî kanunlarında noksan olan o kimseler “iyilik yapıyorum, dine hizmet ediyorum” zanniyle o bataklık zeminde fesat ve anarşiyi türetecek tohumları ekmeleriydi.

7‑ Bütün bu davranışlar neticesinde, bilhassa hürriyeti yanlış tatbik ve telkinden gelen netice ile, devletin her çeşit idaresi, siyaseti ve gizliliği câhil ve bilmezlerin elinde kalması sonucu; herkes kendi başına hareket ile, bir milyona yakın fişenkler havaya atılmış oldu. Aynı hadisede hem hariçteki, hem de dahildeki fesat komitelerinin müddeileri o baruta ateş atmak kabilinden parmaklamaları da olmuştu. Ortalık anarşi ve fesat halini almasıyla, hadisenin hazırlanış proğramı mucibince, aslında bir herc ü merc olması ve ecnebî devletlerin müdahalelerine bir bahane olmaya müsait bir zemin olmuşken; Allah tarafından herkesin dilinde “şeriat isteriz, şeriat isteriz” sloganı olmuş… Ve bu istek ve slogan ilk yukarıda sıralanan yedi sebeb ve hallerin korkunç neticesini bekleyen fesat komitelerinin habis ruhlarını yuvalarına döndürmeye mecbur eylemesiyle; şeriat’ın mübarek ismi ve mu’cizekâr mahiyeti onüç asırdan sonra bir mu’cize daha göstermiştir.

BAŞKA BİR İZAH ŞEKLİ

31 Mart Vak’asıyla ilgili olarak, Bediüzzaman Hazretleri o hadiseden bir sene sonra kaleme almış olduğu “Münâzarât” isimli eserinde, onun başka bir yönünü ele alarak bir ders‑i ibret olsun için şöyle izah eder, der ki:

“…Faraza bazılarının altında büyük bir fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça, ondan tegafül edildikçe; mahdud ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde‑i hicab ve haya altında ıslâhına çalışır. Lâkin vakta ki, perde yırtılsa, haya atılır. Hücum gösterilse fenalık fena tevessü’ eder.

Ben Mart hadisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyet’in meşrûtiyetperver ve hamiyetli fedaîleri cevher‑i hayat makamında bildikleri ni’met‑i meşrûtiyeti şeriata tatbik ile, ehl‑i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad; ve nâm‑ı mukaddes‑i şeriatı meşrutiyyet kuvvetiyle i’lâ; Ve meşrûtiyeti şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat‑ı sabıkayı muhalefet‑i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra sağını solundan farketmeyen ‑hâşâ‑ şeriatı istibdada müsait zannederek; tûtî taklidi gibi ‘şeriat isteriz’ demekle maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o vakit yalan olarak, hamiyet maskesini takan bazı herifler o ism‑i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cay‑ı ibret bir nokta‑i siyah!..” (Asar-ı Bediyye sh: 352)

Üstâd, Otuzbir Mart hadisesinin içyüzünü ve fezlekeli haritasını böyle çizdikten sonra; aynı bahsin devamında onun neticesini çok dikkat çekici bir noktaya çekerek acip bir üslup ile, Arapça ibareli şu cümleler ile bitirmektedir:

ÜSTTEKİ TÜRKÇE İBARENİN BİR ŞERHİ

Yazıda Bediüzzaman Hazretleri ‑görüldüğü üzere‑ 31 Mart hadisesinin çok mühim sebeplerinden birisini de, hürriyetçi, meşrûtiyetçi ve gerçek hamiyetperver zâtların bir yanlış tatbiklerinin sonucuna bağlamaktadır. Hamiyetperver ve meşrûtiyetçi zâtlar, şeriâtı meşrûtiyet kuvvetiyle ibka ettirmek, meşrûtiyeti de ona dayandırarak ayakta tutmaya gayret sarfederken, yanlış bir tatbikin eseri olarak, lûzumsuz bazı telkinat ve tatbiki çok sonra icab eden teferruatın tatbikatına girişmeleriyle birlikte; sağını solundan ayıramayan bazı kimseler ise, başka bir mecrada harekete geçtiler. Bunlar adeta sanki şeriat, istibdat ve mutlakiyete müsaidmiş gibi ve meşrûtiyet, tamamen şeriata ve dine muhalif imişcesine, papağan taklidi misillü, “şeriat isteriz!” sloganıyla, hamiyetperverlerin asıl maksad ve gayelerinin kaybettirilmesine sebep olmuşlardır. Hatta muhtelif maksat ve gayeler peşinde hareket eden bazı grubların da bir ağızdan “şeriat isteriz” sloganını atmalarıyla; hükûmet ve İttihâdçıları hizaya getirmeye çalışanların maksadları büsbütün ortadan kaybolmuş oldu. Aynı zamanda bu karışık durumdan istifade etmeye çalışanlar ise, zaten tuzaklarını, plânları mucibince serpmişlerdi.

Bu hadisenin neticesinde yalancı bazı hamiyetçi namı altındaki münafıklar, fırsatı ganimet bilerek doğrudan doğruya şeriata ve şeriat isteyenlere hücuma giriştiler. İşte acîb ve garîb, tarihin yüz karası, ibret verici bir siyah nokta!.. Ve anlaşılmaz, açılmaz kör bir düğüm!..

ARAPÇA İBARE TERCEMESİ

Bediüzzaman Hazretleri bu izahlarının sonundaki üstte iki satırlık Arapça ibaresinde ise şöyle diyor:

"İşte o siyah nokta, o kör düğüm sebebiyle ehl‑i hamiyet ve himmeti bilmecburiye yerlerine oturmaya mecbur eyledi. Hiçbir harekete de çareleri kalmadı. Çeşitli garaz ve maksadların vızıltıları da, hürriyet musikasının sesini müşevveş edip boğdu. İşte o zaman meşrûtiyetperverlik ve hamiyetkârlık, sadece yalancı, münafık az bazı kimselerde, yalnız isimden ibaret kaldı. Asıl meşrûtiyeti getiren, hürriyet için mücadele vermiş olan hamiyetkâr fedaî zâtlar, meşrûtiyetten bilmecburiye ‑ayrılmış gibi göründüler‑ ve hakezâ…!”

Bediüzzaman bu ahirki Arapça parağrafı ile, tarihî çok mühim hadiselere bakıyorsa da, makam tafsilat yeri olmadığından okuyucunun zekavetine bırakıyoruz.

BAŞKA BİR İZAH

Bundan başka, aynı senede telif etmiş olduğu “Hutbe‑i şamiye” eserinin zeylinde Arapça olarak, 31 Mart ve 11 Nisan Vak’asının başka bir yönünün haritasını şöyle çizmektedir:

(Arapça tercümesini veriyoruz)

“Sual: Nefisperest ehl‑i garazın dillerine dolayarak, onunla durmadan vızıltı yaptıkları 31 Mart Hadisesi hakkında siz ne dersiniz?

Cevab: Evvelen, eğer 11 Nisan* saikası hakkında soruyor isen, onu ben Divan‑ı Harb‑i Örfî’deki müdafaatımda şerh etmişim. (“Onbir Nisan saikası” Rumî 11 Nisan 1325 Miladi 25 Nisan 1909 tarihidir ki, Hare­ket Ordusunun Edirne’den kalkıp, gelip İstanbul’u kuşatmasıdır.)

Saniyen: Bütün kuvvetimle derim ki: O hadisede muhaliflerle muvafıklar kendi hatalarını, o işte hiç medhalı olmayan sâkit ve mütevekkil yerinde oturan bazı masumların üstüne atmalarından ibaret olmuştur.

İşte ey kendilerini o hadiseden tebrie etmeye çalışan mağrurlar!? Siz kendi kusur ve hatalarınızı başkalarının üstüne attınız. Sizin misaliniz, şöyle bazı müfsit insanlara benzer ki, onlar yeryüzünde iki grup halinde birbirleriyle mukatele ve fesat çıkarmakla meşgul oldukları bir hengâmda, bunların arasına bazı temiz kalbli salih insanlar girerler ki onların arasını bulsun, fesat ve kötülüklerini def’ etsin. Hem onları iyi hale ve salâha davet etsin. İşte bu arabulucu zâtlar, bunların arasına girdiklerinde onlara bazı mukaddes şeyleri hatırlatmak isterler. Ta ki onunla belki bunların müthiş desiselerini izale etsin. Cenab‑ı Hak da bu iyi niyetli aracı zâtları o mukaddesatın bereketiyle muvaffak eder. Müfsitlerin fesatları yüzden bire inmeye sebep olurlar. Fakat tam böyle bir sırada birbirleriyle boğuşan ve fesat çıkaran her iki grub müfsitlerin; kötülük ve fesatları ortada görünmeğe başlamasıyla; hemen bu defa başka bir oyun tezgâhlamaya koyulurlar. Kendilerini halk nazarında o dehşetli hatadan kurtarmak için, her iki taraf birbirlerine karşı müdahane ve yaltaklanmaya başlayıp, yekdiğerlerinin enaniyetlerine rüşvet vermek suretiyle; aralarına ıslâh ve irşadları için girmiş o masum insanlara fesat oklarını çevirerek hücum etmeye başlarlar. Ortaya çıkmış bütün günah ve kötülüklerini de bu masumların üstüne atarlar.

Evet aynen bu misal gibi; her ne kadar 31 Mart hadisesinde ıslâhcı, ara bulucu, nasihatçı zâtlardan ba’zıları da, ister istemez ba’zı hücumlarda bulunmuştur; O da müdakkik ve akibetbîn nazarlarıyla, şimdi bir zakkum ağacı halini almış olan o zamanki o hadise çekirdeğinde onu keşfedip gördükleri içindir. Demek ıslâhcı zâtların o hûcumu sırf Allah rızası için bir cihad idi. Herhangi bir kötülük niyetleri yoktu.” (Asar-ı Bediyye sh: 428)

Bediüzzaman’ın bu ahirki izah tarzına dikkat edilirse, 31 Mart Vak’asının, aslında İttihad ve Terakki Cemiyeti içinde veya ondan ayrılan grubların siyaset ve idare için birbirleriyle boğuşarak o yolda her türlü fesadı çıkarmayı meşru’ gören grupların planlayıp ihdas ettikleri bir oyunları olduğu anlaşılmaktadır. Lâkin onların o menhus oyunları umum memleketi alâkadar ettiği için, saf kalbli, iyi niyetli bazı zâtlar, bu durumun ıslâhı için onlara şeriat’ın mukaddesatını hatırlatmak suretiyle, fesadın önünü almak istediler ve arabuluculuk için aralarına girdiler. Lâkin o mağrur, aynı zamanda şeytan gibi dessas insanlar, bir anda birbirleriyle barışarak, hadisenin akibetini bazı ma’sum insanların başına patlatırdılar. Yani bütün suçları, hataları o masum insanlara yükleterek cezaya çarptırdılar. Karşılıklı olarak da birbirlerini tebrie etmeye koyuldular. Hakikaten tarihin unutulmaz yüz karası bir siyah noktası!..

HATIRALI BİR İZAH

Yine bu münasebetle Bediüzzaman Hazretleri Mektubat’tan “Hücumat‑ı Sitte” risalesinde 31 Mart hadisesinden şöyle bahsetmektedir:

“…Eskide 31 Mart hadisesinde çendan onu da (Yani kendisini de) karıştırdılar. Bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyûn etti ki: mes’ele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden belâ gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı…”

Bu ifadeden de fehmediliyor ki: Bediüzzaman Hazretleri’ni ezmek için kast‑ı mahsusla onun düşmanı olan İttihâdçılardan mason kısmı onun ismini de ona karıştırdılar. Fakat az sonra hakikat meydana çıktı ki, Bediüzzaman’ın ne uzaktan ne de yakından 31 Mart olayıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bundan dolayı da kayıtsız ve şartsız olarak mahkemede berat ettiği gibi, yaptığı müdafaalarla da birçok dostlarını kurtarmıştır…

TARAFSIZ TARİHÇİLERİN ANLATTIKLARI

(Mufassal Tarihçe-i Hayat Abdülkadir Badıllı)

31 Mart Hadisesi’nin diğer yönlerini anlatan tarafsız birkaç tarihçiyi dinleyelim:

1‑ Sultan Abdülhamid hatıra defterinde, zamanın padişahı olarak, 31 Mart Vak’asını şöyle değerlendirmektedir:

“31 Mart’ın gerekçesini ‘İttihad ve Terakki Cemiyeti’ ile bu cemiyete dayanan hükûmetin tecrübesizliği ve tedbirsizliği hazırladı. Başta Kâmil Paşazade Said Paşa ile İsmail Kemal Bey oldukları halde, bir takım İttihad ve Terakki muhalifleri bu durumdan yararlandılar. Basın, bilmiyerek ve tehlikeyi hissetmiyerek ateşi körüklüyordu. Nisanın birinci günü yayınlanan gazeteler genellikle ayaklananların şakşakcısı olmuş ve Murat Beyin Mizan’ı çok ileri giderek subaylarını öldüren erlere gazîlik dağıtmıştı.”

Sultan Abdülhamid, hatıralarında şunları da anlatır:

“31 Mart olayları ile benim kesinlikle ilişkim yoktur. Hatta kendiliğinden gelmiş bu fırsattan yararlanmaya bile tenezzül etmedim. Eğer olaylara girmek isteseydim ve yararlanmayı düşünseydim, bugün Beylerbeyi’nde değil, Yıldız Sarayı’nda bulunurdum.”

2‑ Ahmed Bedevî Kuran “İnkılâb Tarihimiz ve Jön Türkler” adlı eserinde; 31 Mart Vak’ası içinde olduğu ve o hadise kendisine de bulaştığı halde, hadiseyi şöyle izah etmektedir:

“31 Mart hadisesinin içyüzü henüz tamamen aydınlanmamıştır. Bu faciayı ‘İttihad ve Terakki’ liderlerinin takip ettiği siyasetin bir aksülameli olarak telâkkî edenler çoktur. Her ne olursa olsun, şurası muhakkaktır ki; hükûmetin idaresizliği ve hürriyeti kendi görüşüne göre tahdide kalkışması bu hadisenin vücuda gelmesinde mühim te’siri olmuştur. İsyan, Hürriyet ve meşrûtiyetin bekçileri (Nigehban‑ı Meşrûtiyet) olarak Rumeli’den getirilen avcı taburlarından çıkmıştır…”

3‑ “Hilâfet Nasıl Yıkıldı” kitabında, Sultan Abdülhamid’in 31 Mart Vak’ası sıralarında, Tevfik Paşa’yı sadrazam tayin ettiğini, ta ki, mevcud anayasayı ilga edip yerine şer’î hükümleri vaz’ etsin diye, onu vazifelendirdiğini, Hareket Ordusu’nun Selanik’ten gelip, İstanbul’u kuşatmasının esas hedefi bu tedbire karşı olduğunu kaydeder.

4‑ Tarihçi Ahmet Refik Bey, 31 Mart hadisesinin İttihad ve Terakkicileri düşürmek için bu cemiyete muhalif olanlar tarafından tertip edildiğini söylemektedir.

5‑ Eski şeyh‑ül İslâmlardan Cemaleddin Efendioğlu ise: “O hadisenin, İttihad ve Terakki tarafından tertip edildiğini” ifade etmektedir.

6‑ İsmail Hamî Danişmend ise, bu vak’a hakkında şunları kaydeder: “İttihad ve Terakki komitesinin İstanbul’da tertip etmiş olduğu siyasî cinayetlerin şehirde bir tedhiş havası hasıl etmesi, hususan İsmail Mahir Paşa’nın yolda öldürülmesi, ‘Serbestî’ gazetesinin İttihad ve Terakki Cemiyeti’ni şiddetli tenkid eden baş muharriri Hasan Fehmi Bey’in köprü üzerinde vurulması ve buna rağmen katilin yakalanmaması, ve alay zâbitlerinin ordudan çıkarılmasına karar verilmesi ve ordudan çıkarılmaları, devlet dairelerinde yapılan tensikat üzerine çok me’murun açıkta kalması garb menbalarında bile tenkid edilmişti.

Buna göre, 31 Mart hadisesi, halkın ruhî temayül ve maneviyatına karşı İttihad ve Terakki komitesinin lüzumsuz bir laubalilik ile hareket etmesi, İttihâd ve Terakki müessisleriyle kumandanlarının halk arasında şayi’ olan masonluğu, Bosna‑Hersek ve Bulgaristan felâketleri gibi buhran sebebiyle, halk arasında bütün bu vilâyetlerin İttihad ve Terakki Cemiyeti tarafından satıldığına dair şayialar çıkması; ve Paris’te Jön Türklerle bir müddet çalıştıktan sonra İstanbul’a gelip şûra‑yı Devlet âzâsı olan Muverrih (tarihçi) Murat Bey’in o sırada ‘Mizan’ gazetesini tekrar neşre başlatarak, İttihad ve Terakki’ye karşı çok şiddetli hücumlarda bulunması ve İngiliz entelijans servisinin ve İttihad ve Terakki’nin Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek için bahaneler araması gibi, çeşitli sebeplerin te’siri altında meydana gelmiştir”) diyor.

7‑ Târihçi Yazar Münir Süleyman Çapanoğlu ise, özellikle Bediüzzaman ile ilgili olarak şunları kaydeder:

“…O zat (Üstâd Bediüzzaman) o hadiselerde daima yatıştırıcı rol oynamıştır. Ben bunu ‘Sosyalist Hilmî’ isimli eserimde yazmıştım. 31 Mart’ı destekleyen, kuran, hazırlayan İttihad ve Terakki Cemiyeti’dir. Ben o hadiselere yetişmiş bir insan sıfatıyla, o günleri görmüş ve yaşamış bir kişi olarak, millet ve tarih huzurunda söylüyorum: O zat isyanları daima bastıran, kavgaları yatıştıran, dargınları barıştıran, memleketçi ve vatansever bir insandı. Onun hakkındaki bu şekilde söylenen sözler ve yazılan yazılar pek ihticaca salih değildir. (Yani delil ve hüccet tarafları yoktur.)”

8‑ Doç. Dr. Sina Akşin “31 Mart Olayı” adlı eserinde şunları söylemektedir:

“31 Mart hadisesi aslında İttihad ve Terakki partisinin baskı, zulüm ve siyasî cinayetlerine karşı muhalefetin çeşitli hissiyatlı grub ve şahısların ayaklanmasından ibarettir”

Sina Afşin aynı eserinde Bediüzzaman hakkında da şunları kaydeder:

“Bediüzzaman da, asakire; ululemr’e (yani subaylara) itaatın farz olduğunu hatırlatıyordu. Bediüzzaman’ın diğer yazısında ‘cem’iyyetlere ihtar‑ı mühim’ cemiyet ve fırkaların çeşitli zararlarını saydıktan sonra, siyasete karışan kuruluşların ya birleşmesini, ya da toptan ortadan kaldırılmasını öne sürüyordu.”

Yine Sina Bey, aynı eserinde Bediüzzaman’ın o sıra neşrettiği yazıları hakkında da şöyle der:

“…Bundan sonraki iki yazısı imzasız, üçüncüsü Said‑i Kürdî’nin imzasını taşıyordu. Amma ikinci yazı, yedinci gün Mizan’da çıktığı için, onun da Said‑i Kürdî tarafından yazıldığını biliyoruz.”(174)

Yine Sina Bey, aynı eserinin 253’ncü sahifesinde “Bediüzzaman’ın Divan‑ı Harb‑i Örfî Mahkemesi’nden beraat ettiğini ve bu vesileyle onun 31 Mart hadisesinde hep yatıştırıcı rol oynadığını” yazmaktadır.

9‑ Araştırmacı yazar Ahmet Nezih Galitekin ise: “31 Mart olayı hakkında birçok kitaplar, sayısız makale yazılmakla beraber, hala karanlıktadır. Olayı derinlemesine araştıran Divan‑ı Harb‑i Örfî tutanakları hâlâ araştırmalara açılmamıştır. Sebep olarak, birçok şey ileri sürülüyor. Araştırmalar, Üstâd Bediüzzaman’ın teşhis ettiği sebeblerini doğruluyor.” (şifahen ve mektupla bizzat bana (A.B.) söylemiştir.)

31 MART VAK’ASI NASIL BAŞLADI

Yukarıda gerek Bediüzzaman’dan, gerekse diğer tarihçilerden nakledilerek sıralanan bütün o sebep ve hallerin verdiği reaksiyon neticesinde, gele gele, Rumî 31 Mart 1325 salı günü (13 Nisan 1909) Meşrûtiyet muhafızları olan avcı taburlarının kendi zabitlerini kışlalara kapattıktan sonra, gece yarısına doğru Sultan Ahmed ve Ayasofya camileri meydanında kalabalık bir insan yığını toplattırmaya başlarlar. Bilâhare de o zamanki, meclis binasına doğru yürüyerek meclisi kuşatırlar. Zamanın sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa ile Meclis‑i Meb’usan Reisi Ahmet Rıza Bey‘in istifalarını ve İttihadçıların nefyini ve alay zabitlerinin vazifeye iadelerini istemişlerdir. Bu arada Adliye Nazırı Nazım Paşa, Ahmet Rıza Bey zannedilerek öldürüldüğü gibi, Lazkiye meb’usu Emir şekib Arslan da, muharrir Hüseyin Cahit sanılarak vurulur.

Bu isyan ve ayaklanmaya; 31 Mart hadisesinin tekevvününe sebep olan davranış ve hallerin her sınıf insana verdiği umumî bir reaksiyon neticesinde, askerden, zabitten, ulemâdan, halktan her çeşidi katılmışlardır. Bu isyan ve kargaşa 31 Mart 1325’den başlayıp, ta 11 Nisan 1325 gününe kadar (24 Nisan 1909) devam etmiştir. Bu kargaşa esnasında daha evvel Yıldız Sarayı’nı topa tutmak hevesinde bulunan Âsâr‑i Tevfik Süvari Reisi Ali Kabulî Bey, onun kendi bahriyelileri tarafından Yıldız Sarayı’na yakın bir yere götürülerek orada öldürüldü. Bu arada “Tanin” ve “Şûra‑yı Ümmet” gibi gazetelerin idarehâneleri de tahrib edilmişti. Onbir gün devam eden bu kargaşa ve anarşi, nihayet Selanik’ten hareket edip gelen, Hareket Ordusu ve başında bulunan Mahmut şevket Paşa İstanbul’u kuşatarak duruma hâkim olmasıyla son bulmuştur.

31 Mart hadisesinin isyanını bastırmaya gelen Hareket Ordusu’na karşı direnen isyancı kuvvetler ile, ordu arasında çıkan çatışmalarda ne kadar insanın öldüğü veya yaralandığı hakkında maalesef bir bilgimiz yoktur. Amma Hareket Ordusu’nun herhalde kısa bir zaman içinde şehre hâkim olduğu ve isyanı bastırdığı kesindir.

31 MART GÜNÜNDE BEDİÜZZAMAN

Bediüzzaman Hazretleri, 31 Mart gününde müşahede ettiği çok acı manzara üzerine “Makri” köyü (Bakırköyü) tarafına çekildiği hakkında, bilâhare Divan‑ı Harb Mahkemesi’nde şöyle der:

“Martın 31’inci gününde dehşetli hareketi iki‑üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi (istekleri) işittim. Fakat elvan‑ı seb’a (yedi renk) sür’atle çevrilse, yalnız beyaz göründüğü gibi, sair fesadatı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrâd elinde kalan umum siyasatı mu’cize gibi muhafaza eden lafz‑ı ‘şeriat’ yalnız göründü. Anladım ki; iş fena, itaat muhtell, nasihat te’sirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin itfasına teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim Kürdler gâfil ve safdil… Ben de bir şöhret‑i kazibe ile görünüyordum. Üç dakikadan sonra çekildim. Makri köyüne gittim. Ta beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı; zaten elbisem beni i’lân ediyor, şöhret de beni büyük gösteriyor. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos’a kadar tek başıma olsun mukabele ederek ispat‑ı vücud edecektim. Merdane ölecektim. O vakit dahlim bedihî olacaktı, tahkike lüzum kalmazdı.

İkinci günde ukde‑i hayatımız olan itaat‑ı askeriyeden sual ettim. Dediler ki; Askerin zâbitleri asker kıyafetine girmiş, itaat çok bozulmamıştır: Tekrar sual ettim: ‘Kaç zabit vurulmuş?’ Beni aldattılar, dediler: Yalnız dört tane, onlar da müstebit imişler. Hem de şeriat’ın âdâbı ve hududu icra olunacak. Ben de gazetelere baktım, onlar da o kıyamı meşru’ gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihetten sevindim. Zira en mukaddes maksadım, şeriat’ın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat‑ı askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede me’yus ve müteessir oldum ve umum gazeteler ile askere hitaben neşrettim ki:

“Ey Askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefsine zulmediyorsa, siz o itaâtsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon nüfus‑ı İslâmiye’nin birer birer haklarına da zulmediyorsunuz. Zira umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet ve saadet ve bayrak‑ı tevhidi, sizin itaatınızla kaimdir. Hem de şeriât istiyorsunuz, fakat itaatsizlikle şeriat’a şiddetli muhalefet ediyorsunuz.

Ben onların hareketini ve şecaatlarını okşadım. Zira efkâr‑ı umumiyenin yalancı tercümanı olan cerideler nazarımıza hareketlerini meşru’ göstermişler. Ben de takdir ile beraber nasihati bir derece te’sir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı. Ben ki bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım. Böyle işler nemelâzım, âkıller düşünsün demediğimden cinayet ettim.”

İşte Bediüzzaman Hazretleri’nin Divan‑ı Harb‑i Örfî Mahkemesi’ndeki müdafaasının bu bölümünden anlaşılmaktadır ki: 31 Mart hareketinin üçüncü gününde, umum gazetelerde, isyan etmiş askerlere hitab eden nutkunu neşrettirmiştir. Ayrıca da isyanın dördüncü günü olan 3 Nisan 1325 (16 Nisan 1909) Cuma günü ulemâ ile birlikte Harbiye Nezareti’ne giderek aynı yazılarını nutuk suretiyle bizzat askerlere hitab etmiştir. Bu nutkun iradından iki‑üç gün sonra da, isyan etmiş sekiz tabur askerin isyandan vazgeçerek teslim olmalarını sağlamıştır.

Sekiz tabur askeri itaate getiren ve sair fesatların önünü alan Bediüzzaman Said‑i Kürdî’nin Serbestî, Mizan ve Volkan gazetelerinde birkaç gün üst üste neşredilen “Kahraman Askerlerimize, Asker Kardeşlerime, Umum Zabitlerimize, Asakire Hitab ve Ey Asakir‑i Müvahhidîn,” başlıklı makaleleri Asar-ı Bediyye eserinde yayınlanmıştır.

BEDİÜZZAMAN’IN TUTUKLANMASI, TAHLİYESİ VE BERAETİ

Son derece dikkat çekici ve hayret verici bir husustur ki: Bediüzzaman Hazretleri 31 Mart arefesinde ve sonrasındaki, son derece kıymetdar hizmetleri meydanda iken ve 31 Mart, meş’um hareketinin patlamasında, onun ne yakından, ne uzaktan hiç bir dahli, hiç bir ilgisi yokken, tam tersine onun nasihatleri ve mevizalarıyla o fitne ateşinin yüzden ona düşmesine vasıta olmuşken, İttihad ve Terakki’deki onun hasm‑ı canı olmuş mason ve dinsiz ve farmason kimselerin oyunlarıyla(178) onu ezmek ve vücudunu ortadan kaldırmak için, Hareket Ordusu kumandanı Mahmut şevket Paşa nezdinde iftira ve yalanlarla girişimde bulundular. Tabiî Bediüzzaman’ı da suçlu sanılan kimselerin arasına aldılar ve Divan‑ı Harb’te idam talebiyle yargıladılar. Ama planları tutmadı. Bediüzzaman suçsuz görüldü ve beraet etti.

Evet, Bediüzzaman’ın tevkif edilip nazarete alınması ve isticvab hadisesi hakkındaki bilgi için ‑ Divan‑ı Harp dosyalarına ulaşamadığımızdan ‑ tek kaynak “Ceride‑i Sofiye” gazetesidir. Bu gazetenin 18 Nisan 1325 Rumî, 1 Mayıs 1909 Miladî Cumartesi tarih ve 6. sayısında şu haber geçmektedir: “Bediüzzaman‑ı Kürdî” İttihad‑i Muhammedî Cemiyeti âzâsından bulunan “Kürd Hoca” denmekle maruf Bediüzzaman Said, dün(*)İzmit’te tevkif edilerek şimendiferle Dersaadet’e gönderilmiş ve Daire‑i harbiyeye i’zam (yönlendirme) kılınmıştır.”

Ayrıca, Bediüzzman’ın duruşma günleri ve tahliye günleri hakkında ise “Tanin” gazetesi, 10‑11 Mayıs 1325 (23‑24 Mayıs 1909) tarihli nüshaları ve 260 ve 261’inci sayılarında şu malûmatı vermektedir:

A‑ 23 Mayıs 1909 pazar günkü nüshasında:

“Bediüzzaman Said‑i Kürdî’nin evrakı hey’et‑i tahkikiyeden (alt komisyon) Divan‑ı Harb’e verilmiştir.”

B‑ 24 Mayıs 1909 Pazartesi günkü nüshasında ise:

“Bediüzzaman Said‑i Kürdî mukaddemen (başlangıçta) vaki’ olan ihbaratın sanîâdan (uydurmadan) ibaret olduğu ve bilâkis mûma‑ileyhin (kendisinin) te’sis‑i Meşrûtiyet’te hidemat‑ı ber‑güzidesi (üstün ve seçkin hizmetleri) sebk eylediği (geçdiği) tahakkuk eylemekle, tahliye edilmiştir” demektedir.

“Tanin” Gazetesi, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Avrupaî ve lâik fikrini savunan grubun nâşir‑i efkârı durumunda olduğu gibi, onun baş muharriri Hüseyin Cahid’de bu fikrin lideri, müdafii ve mürevvicidir. Dolayısıyla dinin inkişaf ve hareketlerine karşı bir kişidir.

Nitekim Hüseyin Cahid, Türkiye Cumhuriyeti döneminde “Yalçın” soyadını alarak “Hüseyin Cahid Yalçın” olmuş ve kafasındaki Avrupaî fikir dokusunu daha iyi bir zeminde örmeye devam etmiştir.

“Tanin” gazetesini 1926 yılına kadar devam ettirip, daha sonra Ulus gazetesi baş muharrirliğini üstlenen Hüseyin Cahid Yalçın, aynı fikir etrafında yazılar yazmıştır. Hatta 1 Aralık 1954’de 80 yaşında iken, bir yazısından dolayı tutuklanmış, Fakat 17 Mart 1955’te Celal Bayar onu afv ederek serbest bırakmıştır. Nihayet Hüseyin Cahit Yalçın, 17 Ekim 1957’de seksen üç yaşında iken vefat etmiştir. Allah kusurlarını afv etsin.

İşte böyle bir insan ve o zaman öyle bir gazete (Tanin gazetesi), o hay u hûy içinde ve hergün birkaç kişinin i’dam olduğu günlerde, insaf ve hakperestliği ifadeden geri kalmamış, onun gazetesi Bediüzzaman’ı layık olduğu şekilde sena ederek masumiyeti hakkındaki haberi yaymıştır.

Ceride‑i Sofiye ve Tanin gazetesinin bu haberlerine göre, Bediüzzaman Hazretleri 31 Mart olayında sadece 23 gün hapis ve nezaratte kalmış oluyor. Çünki, 31 Mart hadisesi, Miladi 13 Nisan’da başlamış, onbir gün isyan hareketleri devam etmiş, onbirinci gününde, yani 24 Nisan’da Hareket Ordusu müdahale etmiş ve bastırmıştır. Bediüzzaman ise, Ceride‑i Sofiye’nin haberine göre, 30 Nisan 1909 Cuma günü tutuklanmış.. Ve Tanin gazetesinin haberine göre, 23 Mayıs 1909, pazar günü baraet ederek serbest bırakılmıştır.

Bundan sonraki durum, Bediüzzaman’ın Divan‑ı Harb mahkemelerindeki müdafaalarından anlaşıldığı vechile,(179) tahliye olduğu tarihten bir gün sonra, yani 25 Mayıs 1909 salı günü Divan‑ı Harb‑i Örfî 1 nolu mahkemesinde yaptığı müdafaalarından sonra da beraat etmiştir.

Buna göre, 31 Mart vak’asının Bediüzzaman’la ilgili genel bir durumu şöyle tasvir edilebilir:

1909 senesi Nisanı sonunda isyanın bastırılmasıyla başlayan yakalamalar, tevkifler ve sonra da İstanbul’da üç yerde kurulan Divan‑ı Harb mahkemelerince yapılan muhakemeler, idamlar ve tecziyeler sürerken, Bediüzzaman Hazretleri kısa bir zaman zarfında beraat almış, işine gitmiştir.

BEDİÜZZAMAN’IN MÜDAFAALARI

Bediüzzaman Said‑i Kürdî ismiyle o zamanlar sît ve şöhreti afakı kaplamış olan Said‑i Nursi Hazretleri’nin 31 Mart Divan‑ı Harb‑i Örfî Mahkemesi’nde yaptığı müdafaalarına; ve Hilafet‑i İslâmiye ve Osmanlılığın, hatta dinin ve mukaddesatın yok edilmesini planlayarak bataklık bir zeminde tuzaklarını kuran gizli münafıkların plân ve desiselerini tek tek meydana koyan merdane, kahramanane ifşaatına geçmeden önce, aynı hadisede koyulduğu nezarethane ve hapishanenin durumu hakkında, mahkeme huzurunda söylediği söz ve beyanlarına atf‑ı nazar etmek isteriz. şöyle diyordu:

“Sizin işkenceli hapishanenin hali; zaman müthiş, mekan müvahhiş, mahbusîn mütevahhiş, cerideler mürcif, zâbitler şematatlı, efkâr müşevveş, kalbler hazin, vicdanlar müteessir ve me’yus.. Bidayet‑i halde zabitler şematatlı, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber; vicdanım beni ta’zib etmediği için, o hal bana eğlence gibiydi.. Ve musibetlerin tenevvu’u, musikînin tenevvü‑ü nağamatı gibi bana gelirdi. Hem geçen sene Tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam ettim. Musibet zamanının uzunluğundan uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn‑i ma’sumane ve mazlumaneden ‘zaife şefkat, ğadre şiddet‑i nefret’i istifade eyledim.

Ümidim kavîdir ki; çok masumların kalblerinden hararet‑i hüzün ile tebahhur eden ay, vay ve ahlar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir.”

Hapishane durumunu ve kendisinin orada vicdanen müsterih bir halde, insanlık aleminin acîb zulümkârane manzaralarını ibretlerle seyrettiğini bildiren bu sözleri, Divan‑ı Harb Mahkemesi’ne karşı söylenen sözlerdir. Hapishane vaz’iyyetini anlatmakla beraber, yapılan zulüm ve gaddarlıkları pervasızca gözler önüne sergilemektedir.

Bu cümlelerden bazılarının şimdiki Türkçe ile karşılığı şöyle olur:

“Zaman itibariyle 31 Mart vak’asının ardından, Hareket Ordusu’nun dehşetli yakalamalarla doldurulan hapishane ve zindanlar müdhiş bir vakitte idi. Hapishanelerin o günki manzaraları korkunç, ürkütücü karanlık zindanlardı. İçine doldurulan mahpuslar, pür‑telâş bir ürkeklik içerisinde idiler. Basın da durmadan korkunç haberler neşrediyordu. Efkâr‑ı amme ise, keşmekeş ve karışıklık içindeydi ve hakeza..:”

Bediüzzaman’ın tıkıldığı bu hapishanede, tasvir edilen manzarayı seyrederek beklemekte olduğu sıralarda, rütbeli bazı subaylar, hem tedhiş havası vermek, hem de keyf çıkarmak için arada sırada hapisteki mazlumları şemata ile hakaret ve tezyif etmekle eğlenirlerdi. Bir defasında bu zabitlerden iki mühim rütbelisi, gelip aynı muameleyi Bediüzzaman’a da yapmak isterler. Bediüzzaman’ın bulunduğu koğuşa gelen bu rütbeli subaylar, ondan öyle şiddetli bir mukabele ve şetm yerler ki, gerisin geri kaçmaya mecbur olurlar.

Bu hadiseyi, bilâhare 1935 senesi baharında Eskişehir mahkemesi olayının tertiplenmesiyle yakalanmalara başlanacağı aynı günün sabahında, Üstâd Hazretleri bir iki talebesiyle Isparta’nın etrafında gezintiden dönerlerken, birdenbire hiç sebebsiz ehl‑i dünyaya hiddet ve şiddetle bağırdı ve (o tarihten) 25 sene önceki 31 Mart hadisesinden dolayı konulduğu mezkûr hapishanede i’damını beklerken; sırf tahkir için, iki kalpsız rütbeli subayın koğuşuna girmesi ânında, onların yüzüne karşı sarfettiği şetmi savuruyordu” diye merhum Ispartalı Süleyman Rüştü (Rüştü Çakın) Ağabey Üstâd’dan duyduğunu anlatmaktadır.

31 Mart Olayı ve Bekir Ağa Bölüğü

31 Mart Vaka’sında tevkifhane olarak kullanılan yer, halen İstanbul Üniversitesi Beyazıt tarafındaki büyük kapısından girildiğinde sağ tarafa düşen kırmızı boyalı binadır. Bu bina, Osmanlı harbiye nazareti iken, bu kısmına “Bekir Ağa Bölüğü” denilirdi.

31 Mart vaka’sında adı geçen “Bekir Ağa Bölüğü” tevkifhanesine “Kanun muhafızı olarak” tayin edilen “Cellat Hasan” ismindeki adamın 15 sene sonra yayınlamış olduğu “Resimli Perşembe” adındaki mecmuanın 3 Mart 1927 den 21 Nisan 1927’ye kadarki sayılarında bu tevkifhanenin halinden, manzarasından birçok şeyler anlatılır. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri az üstteki Divan‑ı Harb‑i Örfî Mahkemesi’nde yaptığı müdafalarından olan hapishane vaziyeti va başındaki memurların durumunu tasvir eden parçayı tasdik eden mezkûr Cellat Hasan’ın yazdıklarını kaydediyorum.

“Ben buraya getirildiğimde isyan henüz yeni bastırılmıştı. Bütün koğuşlar getirilen insanlarla dolmuştu. Hergün yüzlerce insan getirilir buraya tıkılırdı. Binanın camii bile dolduruldu. Buraya getirilenler; Kumandandır, neferdir, paşadır, gedadır tefrik edilmeden koğuşlara dolduruluyordu. Yüz kişi alan bir koğuşa ikiyüz kişi koyuyorduk. Her taraf, koridorlar bile hıncahınc dolmuştu. Üçbin insan bu daracık koğuşlara dolduruldu. Tevkifat, altı ay devam etti. Tevkif edilenlerden 62 kişi idam edildi..

Tevkif edilenler arasında Abdulhamid’in (Sultan 2. Abdulhamid) kurenasından (yakın adamlarından) Cevher Ağa, Nadir Ağa, Kabasakal Çerkes Mehmet Paşa, Derviş Vahdetî, Miralay Ramazan Bey, Bahriye Nazırı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğulları Cemal ve Kemal Efendiler, Miralay Mustafa Sadık, Bediüzzaman Said‑i Kürdî, Sabık merkez kumandanı Sadeddin Paşa, Serasker Ali Rıza Paşa ve saireler vardı.” (Resimli Perşembe 3 Mart 1927)

Daha sonraki sayılarında, bazı idamların tarz ve şeklinden sözeder. Mesela Kabasakal Çerkes Mehmet Paşa’nın ve Sultan Abdulhamid’in Tüfekçibaşısı Arnavut Halil Ağa’nın (paşanın) idam ediliş şekillerinden bahseder. Lâkin yazarın karakteri düşük seviyeli bir durumda olduğu için yapılan bu zulümlere diş bileyerek anlatır.

Cellat Hasan’ın Resimli Perşembe adındaki mecmuasının aynı sayılarda Üstâd Bediüzzaman Said‑i Nursi Hz.leri’nden 11 defa sözedilmekte, ama her defasında adının tekrarında “Bediüzzaman Said‑i Kürd‑î, Bediüzzaman Şeyh Said‑i Kürdî, Şeyh Said, Bediüzzaman Kürd Said, Said‑i Kürdî” ad ve lakablarıyla anılıyor. Bediüzzaman Hazretleri’nin isminden bahis yapıldığı bir yerde “Abdülhamid’in kurenasından” diye geçmekte ise de, bu da yazarın bilgisizliğini gösterir. Çünki Bediüzzaman Hazretleri Sultan Abdulhamid’le hiç görüşmüş değildir. Sair yerlerinde, Bediüzzaman Said‑i Kürdî’ye hususî bir oda tahsis edildiğini ve onun bu hususi odasına Cevher Ağa’yı, sonra Kabasakal Çerkes Mehmet Paşa’yı, en sonunda da Sultan Hamid’in Tüfekçibaşısı Arnavut Halil Ağa’yı onun rızasıyla verdiklerini kaydeder.

HÜLASA

31 Mart Vak’asını hulâsalandırmak gerekirse; bize göre şöyle bir netice çıkar ki:

İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin mason, ya da farmason gürûhunun 2. Meşrûtiyet’i i’lan ettirmeleri ve ehemmiyetli mevki’leri elde etmeleriyle beraber; kendilerinden ayrılan Ahrar gurubu ve diğer siyasî rakiblerinin varlığından; istedikleri gibi tam bir hâkimiyet kuramadıkları ve tâsârladıkları tüm planları fiilî mevkiye ‑ mezkûr engeller yüzünden ‑ koyamamaları sebebiyle, 31 Mart’ı planladılar diyebiliriz.

Evet, özellikle “Resimli Perşemebe” dergisinde yayınlanan “Bekir Ağa Bölüğü” başlıklı yazı sahibi Cellat Hasan’ın yazdıklarına bakılırsa; Hareket Ordusu’nun hedefi, doğrudan doğruya Sultan Abdulhamid’in halifeliğini ilga ve hükûmet kadrosunu bertaraf etmektir, bilfiil de bunu icra etmiştir. Buna göre, bence başka bir sebeb aramaya gerek yoktur. İsteyen “Resimli Perşembe”deki Bekir Ağa Bölüğü yazısını ve Sultan Hamid’in Hatırat Defteri’ni dikkatle okusunlar, şu neticeye kolaylıkla varacakları kat’idir. A.B.

MÜDAFAALARININ MUKADDEMESİNDE

Az üstte kaydettiğimiz “Tanin” gazetesinin verdiği haber ile, Bediüzzaman Hazretleri 31 Mart hadisesinde, hapiste sadece 23 gün bekletildiğini ve inceleme komisyonu tarafından evrakı tamamlanıp 2 nolu Örfî idare Mahkemesi’ne gittikten bir gün sonra tahliye olup çıktığını yazmıştık. şimdi de kendi beraat gününü bildiren müdafaasının mukaddemesini okuyoruz. Bu müdafaanın bir bölümünde şöyle denilmektedir:

“…İleride gelen sözler, Harbiye Nezareti’nde feveran etti. Müteferrik zamanlarda, nutkun iki sülüsü, mukadder suallere cevaben, ikinci Divan‑ı Harb’te birden söyledim. Sualler kısmı tahliyemin ikinci gününde birinci Divan‑ı Harb Reisi Hurşit Paşa‘ya bir defa ve başkasına mükerreren masum mahpusları müdafaa için irad ettim.. Ve bir parçasını da başka yerlerde münakaşa suretinde söyledim.”

Evet, mukaddemenin bu parağrafı mevzuumuza gerçekten hayli aydınlıklar getirmektedir. Yani, şimdi kitap halinde elimizde mevcut “İki Mektebi Musibetin şehadetnâmesi” eseri içindeki müdafaaların bir kısmı, ilk başta isticvab için Harbiye Nezareti’ndeki sorgulaması sırasında verdiği cevablar ve konuştuğu sözlerdir. Müdafaanın üçte ikisini teşkil eden kısmını da 24 Mayıs 1909 pazartesi günü ikinci Divan‑ı Harb Mahkemesi’ndeki duruşmasında; bir sürü düğümlü, istifhamlı; fakat etraflıca aydınlatıcı cevablar bekleyen mukadder suallere cevablar teşkil eden müdafaasından sonra, tahliye edilmesine karar verildiğini söyler. Aynı müdafaanamesinde yer alan ve “onbir buçuk cinayet” ismi altındaki “istifham‑ı inkarî‑i taaccübî” ta’bir edilen mânâ’ ile, yani: en büyük ve en değerli hizmetleri, en menfaatli, en uygun ve en gerçek davranışları, kötülük ve cinayet addeden bir zihniyetin hareketine karşı taaccüb ve şaşkınlıkla karşılanan halleri sıralamasından sonra; onbir buçuk sualler bölümünü tahliyesinin ikinci günü, yani 25 veya 26 Mayıs 1909 salı günü birinci Divan‑ı Harb’teki duruşması sırasında, hapisteki masumları kurtarmak için yaptığı müdafaadır. Bediüzzaman’ın bu müdafaası üzerine kendisine beraat verildiği gibi, elli kadar mazlum mahpusların tahliyeleri de takip etmiştir.

İşte Bediüzzaman’ın bu ifade ve beyan tarzından da onun hapiste uzun bir müddet bekletilmiş olmadığını anlıyoruz. Zaten Üstâd’ın “tahliyesinin ikinci gününde, birinci Divan‑ı Harb reisi Hurşit Paşa’ya bir defa..:” şeklindeki ifadesinden; Birinci Divan‑ı Harb‑i Örfî duruşmasına gayr‑ı mevkuf olarak gittiği görülmektedir.

Buna göre, Bediüzzaman Hazretleri’nin sadece iki defa Divan‑ı Harb mahkemelerinde duruşmasının yapıldığını anlıyoruz. Bir üçüncü duruşması yapılıp, yapılmadığını bilememekle beraber, herhalde beraat kararını Hurşit Paşa’nın reislik yaptığı birinci Divan‑ı Harb Mahkemesi’nden almış olduğuna kat’î nazarıyla bakabiliriz. Amma beraet kararı, şu ikinci duruşmasında mı, yoksa başka gün ve tarihlerde yapılmış bir başka duruşmada mı verildiği hakkında kesin malûmata sahip değiliz. Bununla beraber başka bir tarihte ayrı bir duruşması yapıldığına dair de hiç bir delil, bir emare yoktur.

MÜDAFAATI

Bediüzzaman’ın Divan‑ı Harb mahkemelerinde ve mahkemeden evvel Harbiye Nezareti’nde yaptığı merdane, pervasız, mümaşatsız, hak ve gerçek müdafaaları gelecek tarzdadır. Onun o müdafaaları, kendisine Divan‑ı Harb Mahkemesi’nce beraat kazandırdığı gibi; mahkeme heyetinin ilk baştaki katı, hırçın ve zalûm davranışını da itidale getirerek yumuşamasına sebeb olmuştur. Ondandır ki; on bir buçuk sualler bölümü mahkemeye tevcih edilmesinden sonra, zindanlarda bekliyen elli kadar mazlum ve ma’sum insanın tahliyeleri takib etmiştir. Belki denilebilir ki; Divan‑ı Harb Mahkemesi’nin astırdığı onca insanları, astırmadan önce, Bediüzzamanı dinlemiş olsaydı, birçok gerçekleri öğrenir, durumu müsbet yönde değişebilirdi.

Evet, Hurşit Paşa’nın riyasetindeki birinci Divan‑ı Harb Mahkemesi, Bediüzzaman’ı ikinci kez duruşmasında muhakeme ederken, şimdiki İstanbul Üniversitesi bahçe kısmında on beş tane din âlimi hocalar darağacında asılı vaziyetteydi. Bediüzzaman da pencereden o dehşetli manzarayı görmekteydi. Kimbilir belkide, ona dehşet ve korku verdirmek ve onu mağlub etmek, konuşturmamak için kasd‑ı mahsusla bir plan idi. Lâkin heyhat!…

İşte Bediüızaman’ın o dehşetli manzara ortasında mahkemeyi hayret ve takdirlerle dinlettiren müdafaatından bazı bölümler sunuyoruz:

Mahkeme reisi Hurşit Paşa, Bediüzzaman’a soruyor:

‑ Sen de şeriat istedin mi? İşte şeriat’ı isteyenler böyle asılırlar!. Bediüzzaman:

“şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb‑i saadet ve âdalet‑i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil.”

“Ahiret’e gitmeye kemal‑i iştiyakla müheyyayım. Bu asılanlar ile beraber gitmeye hazırım!.. Nasıl ki bir bedevî garaib‑perest, İstanbul’un acaib ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş. Nasıl kemâl‑i hahişle görmeyi arzu eder!. Ben de ma’raz‑ı acâib ve garâib olan Ahiret’i o hahiş ile görmek istiyordum. şimdi de öyleyim. Beni oraya nefy etmek ceza değil, sizin elinizden gelirse beni vicdanen muazzeb ediniz. Ve illa başka suretle azab, azab değil, benim için bir şandır.

Bu haydut hükûmet, zaman‑ı istibdatta akla husumet ederdi. şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa, Yaşasın Cünûn! Yaşasın Mevt! Zalimler için yaşasın Cehennem!..”(189)

Hem de dediler:

“İttihad‑ı Muhammedî’ye dahil misin?” Dedim:

“Maaliftihar en küçük efrâdındanım. Fakat benim ta’rif ettiğim veçhile… Ve o ittihattan olmayan dinsizlerden başka kimdir? Bana gösterin?”

Evet, Bediüzzaman Hazretleri Divan‑ı Harb’in 1 nolu mahkemesinde

“Birinci cinayet, ikinci cinayet, ila onbirbuçuk cinayet” namları altında sıraladığı müdafaasında büyük hizmetlerini tek‑tek anlatır. “Yedinci cinayet” bölümünde İttihad‑ı Muhammedî’nin ta’rifini; 31 Mart hadisesinden evvel gazetelerde neşrettiği şekliyle anlatmasından sonra, mahkeme hey’etinde şaşkınlık emareleri belirmeye başlar. Hatta bir rivayette Bediüzzaman Hazretleri, İttihad‑ı Muhammedi’nin kuruluş gayesini ve ta’rifini yaptıktan sonra, mahkeme hey’etine soruyor:

“Siz buna dahil değil misiniz yoksa!?” Bu sual üzerine mahkeme hey’eti birbirine zıt iki cevabın taht‑ı te’sirinde kalarak, yalnız susmayı tercih ederler. Çünki, “dahil değiliz” deseler, İslâm dinini reddetmiş olacaklar. “Dahiliz” deseler, İttihad‑ı Muhammedî kurucularını astırmışlar ve astırmaya devam niyetindedirler. Yahut da bununla vazifelendirilmişler…

Bediüzzaman Said‑i Kürdî Hazretleri Divan‑ı Harb Mahkemesi’ne karşı müdafaasını şöyle sürdürüyordu:

“Dedim: Ey paşalar, zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerimin icmali: “ ”

“Yani medar‑ı iftiharım olan mahasinim şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl i’tizar edeyim mütehayyirim:” diyerek müdafaatının giriş kısmını sürdürürken şöyle diyordu:

“…Merd olan cinayete tenezzül etmez. şayet isnad olunsa, cezadan korkmaz. Hem de haksız yerde i’dam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Zira, başka şehid yarı mükâfatını dünyada nâm ve şöhretle mûbadele eder. şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır:

Bunu da derim ki: Bazı kabahatli adam, kabahatini setr için başkasını jurnal veya buranın hali gibi müdahane eder. şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimad olunur. Hem de cerbeze ile insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat zaman‑ı medid (uzun zaman) ve efrâd‑ı kesire içinde ve tahallül‑i mehasinle (kusurların arasına iyiliklerin girmesiyle) ta’dil olunan, müteferrik kusurları cerbeze ile cem’edip, bir zaman‑ı vâhidde, bir şahs‑ı vâhidden sudûrunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu bir zulm‑ü azimdir.

İşte Bediüzzaman Hazretleri, müdafaatının giriş bölümünü böylece bitirdikten sonra, “onbirbuçuk cinayet” ismi altında sıraladığı pek büyük, cihan değer dinî, vatanî ve millî hizmetlerini delil ve ispata dayandırarak, istifham‑ı inkarî‑i taaccübî mânâsı ile; Birinci Divan‑ı Harb Mahkemesi reisi Hurşit Paşa’nın yüzüne karşı anlatmaya başlar. Mahkeme hey’eti dehşet ve hayret içinde Bediüzzaman’ı dinler.

Biz buraya o “onbir buçuk cinayet” başlığı altındaki büyük hizmetler manzumesinin yalnız meallerinin bir fihristesini alıp, tafsilatını esere ve zaman zaman vesikalık itibariyle bu kitaba alınan parçalarına havale edeceğiz:

Her bir “Cinayet” başlığı altındaki azim hizmetlerinin yâdından sonra “demek cinayet ettim” şeklinde bağlanmıştır.

Birinci Cinayet: Hürriyetin i’lânının ilk günlerinde, şark vilâyetlerine çektiği altmış adet telgraflar mevzuudur. Hürriyetin i’lânı ile birlikte, ba’zı ulema ve meşayih arasında, özellikle şark vilâyetlerinde, Hürriyet ve Meşrûtiyet’in dine tamamen zıd ve şeriate aykırı zannedilmesi neticesi, memleketin içinde muhtemel karışıklıkların ve isyanların önlenmesi, teskin edilmesi gayesiyle, bir Bediüzzaman Molla Said‑i meşhur olarak onlara o telgraflarla Meşrûtiyet’in şeriat’e ‑asıl itibariyle‑ aykırı tarafının olmadığını, hüsn‑i telâkki ile onu meşruiyyet şeklinde kabul etmelerini telkin ederek, heyecan ve hiddetlerini teskin etmesi hizmetidir. Nitekim, aslında Hürri‑yet’e karşı olup, bilahare bazı idarecilerin kötü hareketini bahane ederek 1913 baharında patlak veren Hizanlı şeyh Selim’in Bitlis civarındaki isyan hareketi bunun bir tezahürüydü.

İkinci Cinayet: İstanbul’daki ulemâ ve talebeyi meşrûtiyet hakkında ikna ederek, mutlakiyet ve istibdadın şeriat’a mugayir taraflarının çok olduğunu, fakat meşru’ bir meşrûtiyet ve hürriyetin ise, şeriat’a uygun olup zıddıyetinin mevzu‑ı bahis olmadığını câmilerde mevizalarıyla irşad etmesi hizmetidir.

Üçüncü Cinayet: İstanbul’daki şarklı yirmi‑otuz bini aşkın işçi ve hammalları aynı mevzuda irşad ve ikaz edip, anarşik hareketlere katılmamalarını te’min etme hizmetidir.

Dördüncü Cinayet: Avrupalıların, İslâm şeriati’ni istibdada müsait bir nizam şeklinde zannedip, öyle bilmelerine karşı; bütün kuvvetiyle bu zannı çürütmek için meşru’ olan meşrûtiyeti öven makale ve nutuklarıyla hizmetidir.

Beşinci Cinayet: Gazeteciler, ortalığı çeşitli fikir akımlarını savunan yazılarıyla karıştırmalarına ve fikirleri allak bullak eden yazı ve neşriyatlarına karşı; onları edebe, istikamete ve Hakk’a davet eden yazılarıyla hizmetleridir.

Altıncı Cinayet: İçtima’lar, konferanslar ve mevlidlerdeki heyecanlara yetişmesi ile, herhangi bir hadisenin zuhurunu önlemesi hizmetidir.

Yedinci Cinayet: İttihad‑ı Muhammedî Cemiyeti’nin kuruluş gayesini zaman‑zaman basında ta’rif ettiği gibi, kendisinin bu cem’iyete dahil olmasıyle; ihtilalci, karıştırıcı kimseler tarafından bu cem’iyeti herhangi bir kötü emele alet etmelerini önlemesidir.

Sekizinci Cinayet: Ordu ve askerlerin bazı siyasî cem’iyetlere girmelerinin çok zararlı ve hatalı neticeler vereceğini gazetelerde makalelerle ve bizzat nutuklariyle yüzde doksan nisbetinde o yanlış hareketi önlemesidir.

Dokuzuncu ve Onuncu Cinayetler: 31 Mart hadisesi günündeki manzarayı tasvir ettiği gibi, bazı asker taburlarının isyanını duyması üzerine, isyan gününden iki gün sonra, isyan eden askerlere hitaben gazetelerde müessir makaleler neşrettiği gibi, isyanın dördüncü gününde de bizzat isyan eden sekiz tabur askerin içine Cuma günü bazı din alimleriyle birlikte giderek, çok müessir nutuk ve mevizalarla onları itaate getirmesi hizmetleridir.

Onbirinci Cinayet: İstanbul’a gelişinin asıl amaç ve hedefi, şark’taki cehalet, perişaniyet ve keşmekeşliliğin tedavisinin çaresi olarak, Doğu vilayetlerinde din ilimlerinin yanı sıra, yeni fen ilimlerini de ders veren medreselerin açtırılması olduğunu ve o niyetle gelip Padişah’a maksadını arz etmeye ma’tuf olduğunu, fakat şimdi dünya çapındaki o hizmetinin cinayet sayıldığını ifade ile taaccübünü izhar etmesidir.

Yarı Cinayet: Merhum Sultan Abdülhamid’e hitaben ikazkâr nasihatlerini havî açık mektup şeklinde makaleler neşrederek, bir müsalâhaya davet mes’elesidir.

Şöyle ki:

İttihad ve Terakkicilerin hükûmet başına geçmeleriyle, Padişah Abdülhamid’in eski yetki ve fermanları tamamen elinden ‑anayasaları mucibince‑ alınmış gibi bir nevi’ muattal vaz’iyette durdurulduğu bir zamanda, Bediüzzaman Hazretleri onunla hem musalâha etmek, hem de onu hilâfet makamında kaim etmek için, çare olarak ona ba’zı hizmet yollarını ve metodlarını bildiren açık mektup neşrettiğini ifade eder.

Büyük hizmetlerinin unvanı olan öteki yarı cinayeti ise, o zaman yâd etmez. Fakat bilâhare bir kumandanın; bozuk ve mason İttihâdçıların tam halefi olarak büsbütün Avrupacı, dinden ve İslâmî ananelerinden tecerrüd etme zihniyet ve hareketini hadislerle dile getiren Beşinci şua Risalesi’ni yazdığı için, kendisinin yirmibeş sene keyfi, küfrî zihniyet hesabına işkenceler altında bırakılmasına sebeb olduğundan bahseder.

Bu, “Cinayet” ile tesmiye ettiği büyük ve yüce hizmetlerinin unvanları ve gerçek milliyetperverlik ve vatanperverlik ve hamiyetkârlığın ifade ve nişanelerinin manzumesinin büyük bir bölümü, bu kitabın içinde ‑hadiseleri aydınlatıcı delil ve belgeler olmaları hasebıyla‑ yer yer kaydedilmiş olduğundan, burada bu icmalli fihristecik ile iktifa ederek, okuyucuyu “Divan‑ı Harb‑i Örfî ve Said‑i Nursi” adlı esere havale etmek isteriz.

MüDAFAATININ DEVAMI

Bu onbirbuçuk cinayetlerin sıralanmasından sonra, 31 Mart’ın Birinci Divan‑ı Harb‑i Örfî Mahkemesi’ne karşı müdafaatını şöylece sürdürmüştür:

“Ey paşalar, zabitler! Bu onbirbuçuk cinayetin şahidleri binlerce adamdır. Belki bazılarına İstanbul’un yarısı şahittir. Ben bu onbirbuçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, ‘Onbirbuçuk sualime’ de cevab isterim. İşte bu seyyiatıma bedel, bir hasenem de var, söyleyeceğim: Herkesin şevkini kıran ve neşesini kaçıran ve ağraz ve hiss‑i taraftarlığı uyandıran ve sebeb‑i tefrika olan cem’iyyat‑i avamiyeyi teşkiline sebebiyet veren meşrûtiyet‑ül isim ve mûstebid‑ül ma’na olan; İttihad ve Terakkî’nin ismini lekedar eden buradaki şu’be‑i hafiyeye muhalefet ettim.

Herkesin bir fikri var, ben de hürüm. Selâmet‑i millet için bir fikrim var: İşte, sulh‑u umumi ve afv‑i umumi ve ref‑i imtiyaz lâzım!… Ta ki biri bir imtiyaz ile, ‘başkasına haşarat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın!

Fahr olmasın, derim ki: Biz ki hakikî Müslümanız. (İlk matbu nüshasında “biz ki Kürdüz” şeklindedir.) Aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliriz ki: اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ (En büyük hile, hileleri terk etmektir.) fakat meşrûtiyet‑i hakikiyenin müsemmasına ahd u peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, isterse meşrûtiyet libasını giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille vuracağım.

Fikrimce meşrûtiyetin düşmanı, meşrûtiyeti çirkin ve hilâf‑ı şeriat göstermekle meşveretin düşmanlarını çok edenlerdir. Tebeddül‑ü esma ile hakâik tebeddül etmez.” (Âsar-ı Bediiye,s: 416)

Bediüzzaman mahkemede bu gerçekleri böylece pervasız, telâşsız bir şekilde ifade ettikten sonra, müdafalarına şöylece devam etmiştir:

“…şimdi usandığım bir hayat‑ı zaifem var, kahrolayım eğer idama esirger isem! Merd olmayayım, eğer ölüme gülmekle gitmezsem… Sureten mahkûmiyetim, vicdanen mahkumiyetinizi intac edecektir. Bu hal bana zarar değil, belki şândır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatımdaki te’siri kırdınız.

Saniyen: Kendinize zarardır. Zira hasmınızın elinde bir hüccet‑i katia olurum. Beni miheng taşına vurdunuz. Acaba fırka‑i hâlise dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsa, kaç tanesi sağlam çıkacaktır?

Eğer meşrûtiyet bir şu’benin istibdadından ibaret ise; ve yalnız ona isim ise; Zira yalanlar ile ittihad yalandır. Ve ifsadat üzerine müesses olan ism‑i meşrûtiyet fâsittir. Müsemmay‑i meşrûtiyet; Hak, sıdk ve muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.”

İşte Bediüzzaman Hazretleri Birinci Divan‑ı Harb‑i Örfî Mahkemesi’nde böyle çeşitli mes’elelere temas ederek, pervasızca gerçekleri gözler önüne serdikten sonra, müdafaatının en mühim kısmı olan son bölüm ve sualler kısmına şöylece girmektedir:

“Cemî’‑i kuvvetimle derim ki: Terakkimiz; milletimiz olan İslâmiyetin terakkîsi ile ve hakâik‑i şeriat’ın tecellisi iledir.. Yoksa (yürüyüşünü terk ile, başkasının yürüyüşünü öğrenemedi) ye masadak olacağız. Evet, hem şan u(1) şeref‑millet(2), hem sevab‑ı ahiret(3), hem hamiyet‑i millîye(4), hem hamiyet‑i İslâmiye(5).. Hem hubb‑ı vatan(6).. Hem hubb‑ı din(7) ile mütehassis olmalıyız. Zira müsenna daha muhkemdir.

Ey paşalar, zabitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime cevab isterim.

(İslâmiyet, insaniyet‑i kübra ve şeriat, medeniyet‑i fuzla (en faziletli medeniyet) olduğıından âlem‑i İslâmiyet, Medine‑i Fazıla‑i Eflatuniye olmaya sezadır.)

Birinci Sual: Ceridelerin tesvilatiyla (gazetelerin aldatmalarıyla) meşru’ bilerek, burada görenek ve adetine binaen cereyan‑ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?

İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir Velî haydut kıyafetine, yahut meşrûtiyet istibdat şekline girse, ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki hakikaten (onlar) yılan ve haydut ve istibdattırlar:

Üçüncü Sual: Acaba müstebit bir şahıs mı olur? Yoksa eşhas‑ı mûteaddide müstebit olurlar? Bence kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat münkasım olmuş olur… Ve komitecilikle tam şiddetlenir.

Dördüncü Sual: Bir ma’sumu idam, yoksa on caniyi afv, hangisi daha zarardır?

Beşinci Sual: Tazyikat‑ı maddiye ehl‑i meslek ve fikre galebe etmediği için, daha ziyade nifak ve tefrika çıkmaz mı?

Altıncı Sual: Bir ma’den‑i hayatımız olan ittihad‑ı millet ref‑i imtiyazdan başka ne ile olur?

Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamiyle tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulûm ve garaz olmaz mı? Hem tebrie ve tahliye ile ma’sumiyetleri tebeyyün eden ekser mahbusînin belki yüzde sekseni ma’sum iken, acaba ekseriyet nokta‑i nazarında bu hal hükümferma olsa, garaz ve fikr‑i intikam olmaz mı? Divan‑ı Harb’e diyeceğim yok. İhbar edenler düşünsünler.

Sekizinci Sual: Bir fırka kendine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta‑i asabiyesine daima dokundura dokundura, zorla herkesi Meşrutiyet’e muhalif gibi gösterse.. Ve herkes de, onların kendilerine taktığı ism‑i meşrûtiyet altında olan mânâ‑yı istibdada ilişse, acaba kabahat kimdedir?

Dokuzuncu Sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zayiat vuku’ bulsa, kabahat kimdedir?

Onuncu Sual: Hürriyet‑i kelâm ve fikr verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba biçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasaydı, başka bahane ile mevki‑i tatbika konulacağı hayale gelmez mi?

Onbirinci Sual: Herkes meşrûtiyete yemin ediyor. Halbuki ya musemmay‑ı meşrûtiyete ya kendisi muhalif.. veya edenlere karşı sükût etse, acaba Keffaret‑i yemin vermek lâzım gelmez mi?. Ve millet yalancı olmaz mı?. Ve masum olan efkâr‑ı umumiye yalancı, ma’tuh (Bunak) ve gayr‑ı mümeyyiz addolunmaz mı?

Elhasıl: İstibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdat ve hafiyecilik tenasuh etmiş.. Ve Sultan Abdülhamid’den istirdad‑ı hürriyet değilmiş.. Belki hafif ve az istibdadı şiddetli ve kesretli yapmakmış. Zira hürriyetle alış verişi yoktur.

Yarım Sual: Nazik ve zaif bir vücud ki, sivrisinek ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telâş ve zahmetle def’ine çalışırken; biri çıksa dese ki; maksadı bu sivri sinekleri ve arıları def’ değil, belki arkasında yarı mürde büyük ejderhayı ihya ile kendine musallat etmek ister. Acaba hangi ahmakı kandıracaktır?

Sualin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur”

İşte Bediüzzaman Hazretleri, 31 Mart hadisesine sebebiyet veren bütün düğümlü mes’eleleri esasıyla çözen ve hadisenin iç yüzünü ortaya koyan bu sualleri ile, Divan‑ı Harb Mahkeme Hey’eti’ni vicdanlarıyla istişare etmeye sevk etmiş, Adil kararlar vermelerine sâik olmuştur. Bu müdafaa ve sualler akabinde Bediüzzaman beraat aldığı gibi, elli kadar masumun tahliyesi de takip etmiştir.

Sondaki yarım sual ile, direkt Sultan Abdülhamid‘i müdafaa etmektedir. Merhum Sultan Abdülhamid, fıtratı itibariyle gerçekten hassas, hatta vesvese derecesinde müteyakkız olması sebebiyle; küçük fitnelere sebebiyet verecek hadiselerden şiddetle kaçındığı halde, İttihad ve Terakki hükûmetinin gizli hafiyeleri jurnal ile onun hakkında raporladıkları iftiraları da bu arada çürütülmüş oluyordu.

Böylece Bediüzzaman Hazretleri yaptığı bu kahramanca pervasız müdafaaları neticesinde, kendisine beraat verilerek serbest bırakılmışdır. Tarihçi Cemal Kutay’ın ‑eğer doğru ise‑ rivayetine göre, mahkemenin beraat kararı Bediüzzaman’a tebliğ edildiği zaman, yalnız beraatı kabul etmemiş, bütün fırtınalı hadiselerden masumiyetinin ve adem‑i mes’uliyetinin kararını da taleb etmiş ve almıştır.(204)

Mahkemeden (Birinci Divan‑ı Harp Mahkemesi’nden) beraat edip serbest bırakılan Bediüzzaman Hazretleri, mahkemeye teşekkür etmiyerek, şimdiki İstanbul Üniversitesi binasından Sultan Ahmed’e kadar yürümüş ve “Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!” diye bağıra bağıra ilerlemiştir.

Üstâd Bediüzzaman bu olayı, 1948 senesinde Afyon Mahkemesi’nde yaptığı müdafaalarında bir münasebetle bizzat şöyle anlatır:

“…31 Mart hadisesinde sekiz Taburu bir nutukla itaate getiren ve Divan‑ı Harb‑i Örfî’de, mahkemedeki paşaların “sen de mürtecisin, şeriat istemişsin!” diye suallerine karşı i’dama beş para kıymet vermeyip, cevaben: “Eğer meşrûtiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise, bütün cin ve ins şahit olsun ki, ben mürteci’yim.. ve şeriatin bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım!.” diyen ve o büyük zâbitleri hayretle takdire sevkedip, idamını beklerken, beraatına karar verdikleri.. ve tahliye, olup dönerken onlara teşekkür etmiyerek “Zalimler için yaşasın Cehennem” diye yolda bağıran…”

NETiCE

Az yukarda “Ceride‑i Sofiye” ve “Tanin” gazetesinin verdiği malûmata istinaden arz olunduğu veçhile, mahkemenin Bediüzzaman’a verdiği bu beraat kararı, 25 Mayıs 1909 gününde olduğuna katiyyetle hükmedilebilir. Müdafaatının en son kısmında bulunan şöyle bir ibare dahi bu meseleyi te’kid eder:

“…Ben geçen sene garîb‑üz‑zaman idim. Sonra Bediüzzaman oldum. şimdi de bid’at‑üz‑zaman oldum. İstanbul’a da şeâmet oldum. O da bana şeâmetli oldu. Beni sathında kabul etmez, batnına geçirmek istiyor. Bahusus Mart ve Mayıs ayları müstebit aylardır. Martı kadro hâricine çıkarmalı. Mayısı da tekaût etmeli, ta muvazene‑i malî husule gelsin. Çıkılmıyacak yola sapılmış bir işarettir:

Elhasıl: Ya ben İstanbul’da kalacağım, yahut da bu iki ay gitmeyecek ise, ben veda’ edeceğim.”

Evet, bu ibarenin ifade ettiği teşbihli beyanında; 31 Mart hadisesinin başlamasından onbir gün sonra, İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’nun isyanı bastırmasını müteakib, Mayıs ayında yapılan zulümlu idamlara, tenkillere bir işarettir.

Bu, şunu ifade eder ki; bu iki ayda yapılan kargaşalıklar, isyanlar ve sonra da icra edilen zulümler, tenkiller ve tecziyeleri gayr‑i vakî’ sayarak, umumî bir müsalâha cihetine gidilmeli. Millete karşı umumî bir af çıkarmalı, özür dilemeli. Ta, ki kalblerdeki kin ve adavetler izale olsun. Yoksa intikam hırsıyla zulümlere, tenkillere devam edilecek ise, ben artık İstanbul’dan veda’ edeceğim demektedir.

Nitekim Bediüzzaman Hazretleri arzuladığı umumî müsalâha ve affı görmediği için, az müddet sonra İstanbul’dan veda’ ederek şark’a dönmüştür.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum