Said Nursi’nin eşitlikçi söylemi unutulmasın

Said Nursi’nin eşitlikçi söylemi unutulmasın

Taraf yazarı Hilal Kaplan, demokratik açılımla ilgili görüşlerini Risale Haber’e anlattı

Röportaj: Nurettin Huyut/Özkan Erdem-Risale Haber
 
Hilal Kaplan kimdir? Bize kendinizi biraz tanıtır mısınız?
 
Ağustos 1982’de İstanbul’da doğdum. İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden 2004’te mezun oldum. Psikolog olarak çeşitli yerlerde görev yaptım. 2006’da Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans yapmaya başladım. Öğrenimim devam ederken hem okulumda hem de sivil toplum örgütlerinde siyasi faaliyetlerde bulundum.
 
2008’in Şubat ayında başörtüsü yasağının üniversitelerde kaldırılması arifesinde yayınlanan pek çok bildirinin açtığı tartışma ortamına biz de iki başörtülü arkadaşım ile “Söz konusu özgürlükse hiçbir şey teferruat değildir: Biz henüz özgür olmadık” başlığı ile yayınlanan manifesto niteliğinde bir metinle dahil olduk. Kısaca Türkiye’de devletin zulmettiği toplumsal grupların hakları iade edilmeden ‘özgür’ olmayacağımızı beyan eden diğergam bir metindi. Beklediğimizden fazla ses getirdi. En önemlisi de o vakte kadar üzerinden konuşulan başörtülü kadınlara kendileri adına konuşma imkânı sağlamış olmasıydı sanırım.
 
Ardından başörtüsü yasağını merkeze alan “Henüz Özgür Olmadık” isimli bir kitap çalışmamız Hayy Yayınları tarafından basıldı. Geçenlerde “Türkiye’nin ‘Ölmeyen’ Babası üzerine: Atatürkçü Gençliğin İmkansız Yası” isimli yüksek lisans tezimi tamamlayıp mezun oldum (yakında kitap olarak neşredilecek inşaallah). Hâlen pek çok sivil toplum inisiyatifinde gönüllü olarak çalışıyorum, gelen talepler doğrultusunda çeşitli kuruluş ve derneklerde ders veriyorum. Yaklaşık beş aydır da Taraf Gazetesi’nde yazıyorum. Yasaksız bir ülkede akademisyen olma hayali kuran bir faniyim. Evliyim. Üç çocuk ablası, iki çocuk teyzesiyim.
 
TEORİ VE PRATİĞİ VARLIĞINDA MECZEDEN SAİD NURSİ ÖRNEĞİ
 
“Demokratik açılım süreci” hayli tartışmalara konu oluyor. Problemler çözülmedikçe de tartışmalara konu olmaya devam edecektir. Katkı sağlamak amacıyla size göre açılım nasıl olmalı? 
 
Açılım sürecinin vesile olduğu en büyük hayırlarından biri de pek çok farklı çerçeveden Kürt meselesini değerlendiren, bakış açılarının ortaya özgürce konulması oldu. Hayatını iktidarın baskılarına aldırmadan hak bildiği yolda istikamet üzere bir muhalif olarak geçiren, teori ve pratiği varlığında meczeden Said-i Nursi örneğinden çıkarılacak muhtelif hikmetler olduğu kanısındayım.
 
Üstadın sıklıkla vurguladığı İttihad-ı İslam meselesi aslında Kürt meselesi dahil pek çok sorunumuza şifa olabilecek bir kuvveyi kendinde ihtiva ediyor. Ancak bu kuvvenin fiile dönüşebilmesi için yazılarımda altını çizmeye çalıştığım “Müslüman siyaseti”nin ‘ne’liği üzerine kafa yormak gerekiyor. “Müslüman siyaseti nedir?” sorusu Cumhuriyet’in kuruluşundan beri önemi inkar edilen ve bastırılmaya çalışan bir soru (“Herkese Müslüman” başlıklı yazımda bu soruya naçizane kısaca cevap vermeye çalışmıştım). Bu yüzden de Müslümanların kendilerini Müslümanca ifade etmelerinin yollarını tutmuş olan iktidarın mütehakkim siyasetinden bir çıkış yolu arayıp durdular. Ve neticede kendilerine bir ifade alanı açacaklarına inandıkları seküler bir dile ve bu dille/ dilde tebarüz eden seküler ideolojilere temayül etmek durumunda kaldılar. Hatta bazen bu seküler ideolojileri sadece iktidara muhalefet etmenin getirdiği bir taktik olarak değil, inançları ile ters bile olsa, içselleştirerek sahiplendiler. Seküler bir ideoloji olan milliyetçilik bu noktada Müslümanları en çok ele geçiren ve ‘hasta’ eden akım oldu.
 
Bir Kürt alimi olan Üstadın talebeleri de milliyetçiliğin ne tür bir ‘hastalık’ olduğunu iyi teşhis edip onu bertaraf edecek söylemler kurabilirler. Zira açılımın yumuşak karnını milliyetçiliğe karşı çıkamamak oluşturuyor. Bu karşı çıkmayışı tetikleyense milliyetçiliğin kimi zaman müsbet bir mefhum olarak telakki edilmesidir. Milliyetçi söylemi yeniden ve daha tehlikeli bir noktadan kuran “müsbet milliyetçilik” gibi söylemler de nihai tahlilde milliyetçiliğin bütün menfi yönlerini yeniden üretiyor.
 
MÜSLÜMANA DİĞERGAM VE HAKPEREST OLMAK YARAŞIR
 
“İslam’da hükümferma olanın hak ve adalet olduğunu” beyan eden Üstad’ın talebelerinin de bu ülkede Kürt, Ermeni, Alevi, vb. toplumsal grupların haklarının tesisi için “ama onlar da…” diye başlayan cümleler kurmadan çaba göstermeleri gerekir diye düşünüyorum. Müslümana diğergam ve hakperest olmak yaraşır. Merkeze Kur’an’ı koyan bir Müslüman önce kendi nefsinde sonra da yaşadığı toplumda adaletin ve hakkın tesisi için çaba göstermek zorundadır. Ve “Hak”, ‘benim haklarım’dan çok daha fazlasını kapsar.
 
Hülasa, İslam esaslarına aykırı olmamak kaydı ile tüm toplumsal grupların hak ve taleplerinin karşılık bulması için çabalamayı gerektiren bir bakış açısını, Müslümanların tüm ‘hastalık’larına şifa olacak biçimde yayan bir süreç olmalıdır. Bu açılımın içine mazlumun yanında olmak mânâsında “Hepimiz Hrant’ız” demek de girer, zalimin diline karşı çıkmak mânâsında “Ne mutlu Türküm diyene” demeyi reddetmek de girer, ‘laik’ devletin cemevlerine ibadethane statüsünü iade etmesine destek olmak da girer, vb.
 
NUR TALEBELERİ YENİ SİVİL İTAATSİZLİK ÖRNEĞİ GÖSTEREBİLMELİ
 
Türkiye’de cemaatler henüz net bir şekilde sivil toplum kuruluşları olarak kabul edilmiyor olsa da cemaatlerin oluştuğu günden buyana Türkiye’nin siyasetinde etkin rol oynadıkları geçmişte bazı siyasetçiler tarafından da dile getirildi. Mutlaka bu süreç içinde bir şeyler yapabilirler veya yapıyorlar. Sizce “Demokratik Açılım Sureci” devam ederken cemaatlere, Nur Talebelerine düşen bir görev var mı? Varsa nelerdir?
 
Cumhuriyet elitleri istedikleri kadar inkar etsinler, hem cemaatler hem de tekke ve zaviyeler bu toplumda her dâim toplumsal süreçlere müdahil olmuş, muhtelif meşreplere sahip, ‘sivil’ örgütlenmelerdir. Bu anlamda onların devletin gerçek anlamda dinden elini çektiği bir ülkede tamamen ‘sivil’lerin denetimine geçmesi için mücadele etmek çok önemli.
 
Hususi olarak Nur Talebeleri üzerine konuşacaksak Üstad’ın örneğini takip eden bir inisiyatif oluşturmak şarttır diye düşünüyorum. Bence Nur Talebeleri “yüce devletimiz” diye beyni yıkanmış bir toplumda asıl yüce olanın Allah olduğunu hatırlatan bir muhalafet tarzı ortaya koyabilirler.
 
Üstad’ın söylediği gibi “haksızlığa, zulme ve kanunsuzluğa karşı muhalefet, hiçbir hükümette suç sayılmaz, bilakis muhalefet, meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur.” Müslüman’ın hakka tecavüz eden iktidar odaklarına karşı her dâim muhalefetini temsil eden misallere ne yazık ki Türkiye Müslümanlarında pek rastlayamıyoruz. Nur Talebeleri bu anlamda özellikle sivil itaatsizliğin yeni örneklerini gerçekleştirerek taze bir nefes sunabilirler diye düşünüyorum. Üstad da hayatını bir nevî ‘sivil bir itaatsiz’ olarak yaşamamış mıydı zaten? Bence bu soru üzerine düşünülmesi ve cevabı üzerine ‘eylenmesi’ gereken bir soru. Ancak kendimi tabiri caizse ‘oturduğu yerden’ nasihat verebilecek biri olarak görmüyorum. Dolayısıyla ‘eyleme’ noktasındaki mahiyetin tesbitini Nur Talebeleri’ne havale ediyorum.
 
TÜRKÇÜLÜK BİTTİ, YAŞASIN TÜRKİYELİLİK
 
hilal_kaplan2.jpgKürt halkının çoğunluğunun dindar ve İslamiyet’e bağlılığı düşünüldüğünde dinin bölge için ne gibi bir önemi var?
 
İslam’ın sadece bölge için değil, tüm Türkiye için büyük bir önemi var. Din, bu topraklardaki en önemli toplumsal olgudur. Toplamda 25 yılı aşkın bir iç savaş, Türk milliyetçiliğini pompalayan devletin ideolojik aygıtlarına rağmen, hâlâ kitlesel facialara yol açmıyorsa bunun en büyük sebebi İslam’dan neşet eden kardeşlik bağıdır şüphesiz. Ancak ne yazık ki açılım sürecinde liberaller ne diyor, sosyalistler nasıl konumlanıyor, feministler nasıl söylemler üretiyor biliyoruz da Müslümanların ne dediği hâlen pek de umursanan ve gündeme getirilen bir husus değil. İşin daha da vahimi, Müslümanların çoğunluğu da egemenlerin ‘uslu durmamıza’ dair arzusunu içselleştirdikleri için İslam’ı tam İslami olmayan ideolojiler üzerinden (liberalizm, sosyalizm, vb.) temsil etmeye çalışıyor. Hem söylemsel hem de pratik olarak esas elden kaçan fırsatlardan biri de budur sanırım.
 
Türkiye’deki son durumu şöyle okuyorum: “Türkçülük bitti, yaşasın Türkiyelilik.” Bence ortak payda budur. Cumhuriyet kurulmadan önce başlayan ve Türkçülükle İslam’ı meczeden söylem, Cumhuriyet’in kuruluşu ile beraber tamamen seküler bir yerden üretildi. 12 Eylül darbesi sonrasındaysa “Türk-İslam sentezi” söylemi her ne kadar paradoksal bir durum teşkil etse de bir şekilde Müslümanlara nüfuz etmeyi başardı. Ancak açılım süreci bu sentezin ‘devlet’ katında da artık iflas ettiğini gösterdi. Şimdi önümüzdeki esas soru biraradalığımızı nasıl sürdüreceğimizdir. Sanırım bu soruya vereceğimiz cevap da bu topraklarda yaşayan herkesin Türkiyelilik ortak paydasında -Üstad’ın hep vurgu yaptığı müsavat kavramını da unutmadan- adil ve hakkaniyetli bir düzen içerisinde yaşamaya dair beklentilerini karşılayacak çapta olmalıdır.
 
Hükümetin ilk yapması gereken, yasa değişikliği, vb.den önce, söylemsel bir değişikliğe gitmektir. Herkesin Türkiyelilik paydasında kendi varlığını inkâr etmeden birleşebileceği bir söylemden taviz vermemektir. Hükümet temsilcilerinin söylemlerinde bu minvaldeki söylemsel savruluşlara sık şahit olduğum için artık bu noktada kafa karışıklığına yol açmaktan vazgeçilmesinin önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. İkincisi ise Kürt meselesinde cesur adımlar atmaktır. Ki bunun bir ucunda sivil anayasanın yürürlüğe girmesi dururken diğer ucunda da PKK ile barışın nasıl sağlanacağı meselesi durmaktadır. Şunu kabul etmeliyiz. Eğer barış gelecekse barış yapması gereken taraflar var. Hükümet PKK ile toplum da her dâim dışladığı, aşağıladığı, ötekileştirdiği PKK sempatizanları ile barışacak. Bunun kolay ve daha ‘hazmedilir’ bir yolu yok ne yazık ki ama İslam paydasından neşet eden kurbiyyetin halkların barışması anlamında deva olacağına inanıyorum. Üçüncüsü, Osmanlı Döneminde de 1971’e kadar Cumhuriyet Türkiye’sinde de açık olan Ruhban Okulu’nun tekrar açılması, halkı inciten sokak ve cadde isimlerinin değiştirilmesi, vs. gibi azınlık statüsündeki vatandaşlarımızı memnun edecek adımlar olabilir.
 
Dördüncüsü, Ergenekon davasının salim bir biçimde yol almasını sağlayacak koşulları tesis etmektir. Hrant Dink’in davası da bu anlamda merkezi öneme haizdir. Son olarak Alevi Meselesi’nde de ivedilikle atılabilecek adımların geciktirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela AİHM’in zorunlu din derslerine dair verdiği kararlar nazarı itibare alınmalı artık. Kaldı ki zorunlu din dersleri devletçi/milliyetçi bir ideolojiyi meşru kılmak için İslam’ı araç olarak kullandığından Sünnilerin de bu noktada itirazlarını daha yüksek sesle dillendirmeleri gerektiğine inanıyorum. Eğer çocuklarımızın İslam’ı okullarda verilen din derslerine göre öğrenmelerine müsaade ediyorsak, vay halimize… Ayrıca Madımak’ı yürekleri kanırtıcı bir mekân olmaktan çıkarıp orada alınan canları temsilen bir anıt ve bahçe tesis edilebilir mesela.
 
ANAYASAL VATANDAŞLIK TANIMI ELZEM
 
Yeni bir anayasa yapılacaksa ilk göze çarpan özelliği sizce ne olmalıdır?
 
Mevcut anayasa Türkiyelilerin taleplerini karşılamaktan fersah fersah uzak. O yüzden yeni bir anayasaya, yeniliğinden çok sivil olması anlamında, ihtiyaç var. Yoksa mesela eski olmasına rağmen 1921 anayasasının ruhu örnek alınarak bir sivil anayasa da pekâla oluşturulabilir. Mezkûr anayasanın ilk göze çarpması gereken özelliği hangi din, inanç, mezhep, etnisite, vb.den olursa olsun vatandaşların kendilerini bulabileceği ve gönül rahatlığıyla altına imzalarını atabilecekleri bir toplumsal sözleşme niteliğinde olmasıdır. Esas meselelerden birisi de Türkçülük değil Türkiyelilik ufkuna vatandaşını ‘çağıran’ bir anayasa olmasıdır. Dolayısıyla anayasal vatandaşlık tanımı getirilmesi sadece doğru değil, aynı zamanda elzemdir.