Said Nursi’nin TV-sinema yaklaşımı

Said Nursi’nin TV-sinema yaklaşımı

Sadık Yalsızuçanlar “Hüve Nüktesi” yazısı

Risale Haber-Haber Merkezi

Sadık Yalsızuçanlar'ın yazısı:

Hüve Nüktesi

Otoriter, gelişmeci, demokratik, katılımcı vesair medya kurumlarının anlam çerçevesi dışında gösteren, gösterilen ve anlamlandırma sürecini yeni baştan düzenleyen bir tavra ihtiyaç duyduğumuz kesin. Medyanın kodlarını gözeterek işe koyulduğumuzda aktaracağımız muhtevanın berhava olmasını da göze almamız gerekiyor. Berhava olmasa bile, manipüle edilebilir veya tanınmayacak hale gelebiliriz. Diksiyonu mükemmel, giyim kuşamı düzgün, görünümü pürüzsüz bir sunucu, sunduğu metnin ruhuna girmeden hatta hiç inanmadan ve yüreğindeki bir tel titreşmeden işini yapa¬bilir. Aynı metni onu üretmiş veya üretimine kaynak olan ama pejmürde kılıklı sözgelimi şaşı, cildi bozuk, kötü resim veren bir başkası sunduğunda izleyicinin anlamlandırması nasıl gerçekleşecektir?

Bu yazının sınırlarını zorlayacak biçimde konunun ayrıntılarına dalmadan, başlıktaki göndermeye dönmek istiyorum.

Hüve Nüktesi’yle Emirdağ Çiçeği arasında hep bir yakınlık duyarım. Birinde sinemadan, ötekinde radyodan söz edilmesine karşılık, ikisinde de Tevhid ilkesinin batıni boyutu olan vahdet-i vücud rüzgârının taşıdığı İlahî kokular ve renkler devşiririm. Hüve Nüktesi “Varlık birdir. Birden başka değildir. O da Allah’tır” diyen İbn Arabi’nin tasavvuf anlayışından ziyade, İmam-ı Rabbanî ekolüne yakın duran Bediüzzaman’ın aynı Semavi Gerçeklik örtüsünü radyoya sermesidir.

Emirdağ Çiçeği’nde ise prometheci/trajik dünya görüşüne yol açan Yaratıcı’dan sözümona bağımsız bir kainat tasavvuru¬nun çürük temeli yerle bir edilir. Bu metinde de niyet ve nazar kavramlarının öne çıkması şaşırtıcı değil.

Medyanın birincil kodlarını da, ikincil kodlarını da bu kavramlardan hareket ederek oluşturmadıkça, sütûn, mikrofon ve ekranı bu kavramların süzüldüğü Göksel Gerçeklik’ten beslenerek yeniden tanımlamadıkça verili ortam içinde kalarak atılımcı bir rüzgâr estirebileceğimize inanamıyorum.

Bediüzzaman’ın Süleyman Aleyhisselam’ın Belkıs’ın Tahtı’nı göz açıp kapanıncaya dek yanına getirtmesi mucizesiyle ilgili yorumuna, ‘dinin aklîleştirilmesi’ deyip geçmekle de sorun çözülmüyor. Sorunun çözümsüz bir doğaya sahip olduğunu papağan gibi tekrarlamak da bir anlam ifade etmiyor. İslami sembolleri yeniden üretirken Bediüzzaman’ın tıpkı Moğol istilasıyla kültürel coğrafyası zir ü zeber olan Eski Anadolu Müslümanları’na Ahmed Yesevi’lerin yaptığı gibi dinî ve dindışı sözlüğü birarada kullanması amaçsız değildir.

Geleneksel kodları yeni ku¬şaklara iletirken müteradif sözcüklerin yanyana geldiği bir sözlük üretiyor. Üstad’ın radyo, televizyon ve sinema gibi teknolojik burjuva uygarlığının ürettiği araçlara yaklaşımı, NİYET ve nazar kavramlarında ifadesini bulan bir öte Gerçek kavrayışından besleniyor... İnsan insanın kurdudur’un karanlık dehlizlerinde anlam aramaktansa, Varlık bir mecaz (ikon)dır, her şey kendine bir, Yaratıcı’sına dönük binlerce yüze sahiptir’in zen¬ginliğine dalıyor. Onun namı ve hesabına eşyayı kul¬lanmanın halife-i rûy-i zemin’lik anlamına geldiğini söylüyor.

Gaflet nazarı. Emirdağ Çiçeği’nde de Hüve Nüktesi’nde de Gerçeklik kavrayışında herşeyi özerk akıl ekseninde yeniden kurgulama hülyalarıyla kıvranan, gele gele anlamsızlığa vurguda karar kılan postmodernist sanatçıya kâinatın Samedanî bir Kitap olduğunu hatırlatıyor. Öyle bir kitap ki harfleri, sözcükleri, işaretleri hep onu anlatmak üzere bir araya geliyor, kendi başına bir anlam ifade etmeyen biraraya geldiğin¬de mânâ kazanan harf gibi varlığın ikonik niteliğini gösteriyor. Yeryüzünü bir vahşet ve hüzün evi değil, Rabbanî bir ülke şeklinde tasvir ediyor. Tam burada ‘sinema perdeleri’nden söz ediyor ve firak ve zevalde yuvarlanan varlığın yüreğine sızıyor:

Hüve Nüktesi’nde ise ses ve görüntüyü ileten hava, ‘iradenin bir arşı’ olarak tanımlanıyor, “...rüzgârın her bir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan hüve lafzındaki havada; küçücük mikyasta bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralleri ahize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin veyahut hüvedeki havanın herbir parçasının herbir zerresi bütün telefoncular ve ayrı ayrı telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar manevi şahsiyet ve kabiliyetleri bulunsun ve onların dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin... İşte ben hareket-i fikriye ile seyaha¬timde hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalaa ederken bu mücmel hakikati aynelyakin mü¬şahede ettim ve hüvenin lafzında parlak bir lema-yi Vahidiyyet bulunduğu gibi mânâsında ve işaretinde gayet nurani bir cilve-yi Ehadiyyet ve bir hüccet-i tevhid hem ehl-i zikir makam-ı tevhidde bu kudsi kelimeyi çok tekrar ederler diye ilmelyakin bildim...”