Sarıkız

Sarıkız

Cemil KARAKULLUKÇU'nun hikayesi...

 

Ramazan ayının akşama yakın bir zaman dilimi.

Ben çalışma odamda, bilgisayarımın başında öyküme yoğunlaşıyorum. Ev sessiz, dışarıda gürültü yok. Saati bilmiyorum, ama akşama az bir zaman kaldığı kesin. Kapım açılıyor, ben farkında değilim. Göz ucuyla masamın biraz ötesindeki karaltıyı ancak bir zaman sonra fark edebiliyorum. Başımı kaldırıyorum. Okuldan ne zaman gelip ve nasıl içeri girdiğini bilmediğim kızım karşımda duruyor; telâşlı bir hali var:
"Baba Sarıkız yok!"
"Nasıl yok?
"Ortalıkta gözükmüyor."
"Oynadığı yerleri yoklasana!"diyorum.

Ben pek umursamıyorum. Evin içinde dolaşırdı her zaman, sevdiği birkaç yeri vardı zaten; oralardadır diye önem vermiyorum. Öyküme devam ediyorum. Sonunu nasıl bağlayacağımı düşünüyorum. Ramazanda zihin ve duygular biraz yorgun düşmüş olacak ki, doğrusu sonuç cümlelerinde bir hayli zorlanıyorum. Cümleler ve kelimeler muhayyilemden kerpetenle çıkıyor sanki.

Kızım yine yanıma koşuyor. Şimdi belirgin bir şekilde yüzü benzi sararmıştır:
"Aradım, her zaman oynadığı yerlere bir bir baktım; bulamadım" diyor.
Nerde ise ağlıyordu. İşte şimdi benim de içime bir kurt düşüyor. Kalkıyorum. Önce, yalnız kendisi için, oynaması ve kollarından girip çıkması için ayırdığım ceketime koşuyorum. Yokluyorum. "Sarıkız!" diye sesleniyorum. Her zaman aldığım cevabı şimdi alamıyorum. "Buradayım ben" anlamında "cik cik" sesini duymuyorum. Endişem saniyeler geçtikçe artıyor. Saçlarım diken diken oluyor. Yüzüm karıncalanıyor. Ayna yok, ama sarardığımı hissediyorum. Diğer odalara koşuyorum. Kızımla ben etrafı didik didik arıyoruz.

Ne "ciiik" sesi ne de ondan herhangi bir iz. Yer yarıldı da içine girdi.
Kızım bir balkona koşuyor, ben diğer bir balkona dalıyorum. Dışarıyı kolaçan ediyoruz. Ondan herhangi bir belirti yok. Her tarafta sessizlik… Bağırsak kimseler duymayacak. Koridorların aşağısına, yukarısına bakıyoruz. Apartman karışıyor bu kez. Koridorlara doluşuyorlar.
"Ne var, ne oldu?" diyorlar.
"Sarıkız kayboldu" diyoruz.
Kimileri terasa çıkıyor, kimileri bahçeye iniyor. Bir seferberlik başlıyor apartmanda. Apartmanımızdaki bu hareketlilik, diğer apartman sakinlerinin dikkatlerinden kaçmıyor. Onlar da balkonlara çıkıyorlar. Anlaşılan telaşımızın nedenini bilmek istiyorlar. Balkondan balkona bağrışıyorlar:
"Kızları kayboldu."
"Ay canım, vah vah..."

Sarıkız'ın kayboluşuna inanamıyorum. Yahu, on dakika önce benimle konuşuyordu. Kendince bana cevaplar yetiştiriyordu. Bilgisayarımı birlikte paylaşıyorduk şuracıkta. "Dur Sarıkızım!"diye uyarıda bulunmuş olsam da, bilgisayarımdan geri durmuyordu. Bilgisayarın tuşlarına dokunuyor, parmaklarımı engelliyor, ellerimi bulaştırıyordu. "Şöyle bir geri dur hele!" demeye kalmayayım, "cik cik"leriyle bana karşı geliyordu; direniyordu bana âdeta. Parmaklarıma saldırıyordu ona dokunacağımdan korkmadan. Daha sesi kulaklarımdan silinmedi. "Cik" bu yana "cik" o yana sevinç naraları atıyordu odamın içinde. Sadece on dakika önce tüm cilvelerini sergilemişti gözümün önünde. Beni güldürüyordu, bana inanılmaz hazlar yaşatıyordu. İnanın, yorgunluğumu gideriyordu. Evet, daha biraz önceydi, yanaklarımdan, dudaklarımdan öpmüştü. Yoksa bunlar birer "elveda!" mıydılar? Ah, bunu düşünmek istemiyorum. Zamansız bir kayboluştu bu. Yokluğunu hayal etmeye bile cesaret edemiyorum. Sarıkız benim moral meleğim, katıksız sevgimin bir kaynağıydı. Onun oynamalarına tanık oldukça ve "cik cik"leriyle benimle konuştukça, ben âdeta diriliyordum, tüm sıkıntılarım uçup gidiyordu. Rahatlıyordum.

Ee, şimdi ben "Sarıkız" ın kaybolduğu, yok yok, yer yarılıp içine girdiği ya da esrarengiz bir şekilde kayıplara karıştığı haberini alıyordum. Nasıl inanayım buna ben?
İnansam da inanmasam da şu anda Sarıkız yok; ne denli ona ulaşmak için yanıp tutuşsam da bunun gerçekleşmesi, hele şimdilik mümkün olmuyordu. Oturuyorum. Ellerim titriyor. Sahiden ağlamamak için dişlerimi sıkıyorum. Ama gizlemeye çalıştığım üzüntümü irileşen gözlerim haber veriyor. Ayna şöyle bir gözüme ilişiyor, orada kendimi görüyorum. Doğrusu yüzüm çok perişandı.

Top atılıyor. Ezan okunuyor. Ben ve kızım, en küçük bir çağrımıza bile cevap vermeyeceğini bildiğimiz halde, bütün odaları, odaların açıkta olmayan bölmelerini didik didik arıyoruz. Döner gelir diye, bizi görmesi için pencerelerden geri durmuyoruz. "Boş verin!" diye söylenen evin annesinin ısrarına rağmen, sofraya oturamıyoruz. Neyse ki bir yudum su ile orucumuzu açıyoruz.

Pencereden bakan kızım, bir ara heyecanla yanıma koşuyor.
"Baba! Sarıkız, galiba ağacın dibinde oynuyor. Bir bakar mısın?"
Kalkıyorum yerimden, kızımın heyecanı bana geçiyor. Pencereye koşuyorum. Karanlıkta ben de bir şeyler görüyorum; küçük bir karaltı. Belki de gözün bir illüzyonu; gözlerimi açıp kapıyorum; parmaklarımla ovalıyorum. Ümitsiz bir halde, "İstersen, bir git bak!" diyorum kızıma. Gidiyor. Dönerken adımlarını eve doğru zor atıyor; besbelli boş ümitlerle dönüyor.

Şokumun şurasında kendimi sorguluyorum. Beklenmedik olaylar, insanı çok olumsuz etkiliyor. Aslında insan, her zaman tetikte olmalı değil mi? Bir saniye değil, bir an diyebileceğimiz zaman dilimi içerisinde nelerle karşılaşacağımızı bilemediğimiz bir belirsizlik içindeyiz. Bu belirsizlik acizliğimizin de göstergesi. Kimi şeylere karşı çaresizlik, bizim için bir güç ve bir dayanak arayışına sokuyor. İşte tam zamanı… Sevgi ile âdeta kenetlendiğim Sarıkız yok. Elimde olsa, Sarıkız'ın bu esrarengiz ayrılığını ister miydim? Sarıkız'ın başına geleceklerden önceden bilgilenmemiz mümkün değildi belki. Ama onun başına gelecek her şeyi sabırla göğüslemeye kendimizi hazırlamak bizim elimizde. Gücümüzün üstündekilere karşı alacağımız önlem böyle olurdu ancak. Ama Sarıkız'ın kayboluşu, hazırlıksız yakaladı bizi. Şaşırıyorum ve sessiz ağlıyorum. Bizsiz nasıl yaşayacağını düşünerek, içimden ağıtlar diziyorum. Odamda ışığı yakmadan öyle uzun zaman kalıyorum. Sarıkız, masum sevginin bir timsaliydi benim dünyamda. Ona sevgi göstermeye borçluydum. Sevgimize onun ihtiyacı vardı, hem de çok vardı. Bizim sevgimiz onun gıdasıydı. Bunları düşündükçe, yüreğimde bir şeyler oluyor, içimde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorum. Gözlerim doluyor; yağmur yüklü bir bulut gibi. Derin nefes alıyorum.

Esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmasıyla, üzerimde şok etkisi yapan Sarıkız'ın bir öyküsü var elbet; bizimle özdeşleşen öyküsü. Sarıkız, bir yıldan beri artık ailemizin bir ferdi olup çıkmıştı. İlgi odağımızdı.

Tam bir yıl önce, yine bir Salı akşamıydı. Kafesin içinde gelmişti evimize. Büyük bir merasimle karşılamıştık onu. Bir mehter bandosu eksikti merasimin şurasında. Aile fertleri, etrafında halka oluşturmuştu. İki yanağının beyazından başka, her tarafı sapsarı bir muhabbet kuşu, şimdi ailemizin çekim merkezi olmuştu. Sakın ha, "Bir muhabbet kuşu yüzünden mi bunca heyecan" demeye kalkışmayın! Muhabbet kuşu bir hayvan bile olsa, artık bu geceden itibaren o bizim sevgimizin bir parçası olmuştu. Sapsarı olduğu için, adına da

Sarıkız koyduk. Bu adı o da sevmişti; ona yakıştı da üstelik. Geldiği akşam ne yiyordu ne de bir şey diyordu. Sessizdi. Ölecek diye ödümüz patlıyordu. Korkuyordu, titremesi üşümesinden değildi. Onu elimize almak mı? Yaklaşır yaklaşmaz, kafesin içinde dört dönüyordu. Muhabbet kuşu, insana en yakın olan kuşlardan. Böyle yabani olması, geldiği yerde sevgiyi görememesindendi.

Ona on gün sevgi gösterisinde bulundum. Elime alarak okşadım. Kalbi ne de hızlı çarpıyordu. Kuş canı derler ya, ona bir şey olacağından korkuyordum. Ama mademki bize kafeste gelmişti, aramıza da katılmalıydı. Bizim sevgimize, bize dokunmasına, tarafımızdan okşanmasına, sevilmesine muhtaçtı çünkü. Kendi cinsinden olan arkadaşları arasındaki sevgiyi bizde de görmeliydi. Ama geldiği yerde bu sevgiyi tatmamıştı hiç. Ona karşı ilgisiz davrandılar. Yabaniliği, bizden çekingenliği bundandı işte.

İlk kez böyle bir hayvanla karşılaştıkları için, ailemin diğer bireyleri elle dokunmaya cesaret edemiyorlardı. Daha sonra, onlar da alışıp ısınmışlardı ona. Tam bir gün sonra yemini yemeye, on gün sonra da ses vermeye başladı. "Ben sizden hoşlanıyorum, sizi seviyorum" diyordu.

Gün geçtikçe aramızdaki iletişim bir insanla olan iletişime dönüşüyordu. "Gel kızım" demeye durmayalım, eğer kafesin dışında ise bulunduğu yerden gelip anında omzumuza ya da başımıza konardı. "Geldim"diyerek, sevincini göstermesini bir görmeliydiniz. Aile bireylerini adlarıyla tanıyor, daha çok hangi odalarda bulunduklarını da biliyordu. "Git ablana!" dediğimizde, kızımın odasında bitiyordu sanki. Kapının kapalı olması halinde "cik cik'leriyle " Beni içeri al" diye ısrarlarına tanık olmalıydınız. O naralar, o haykırışlar, o sevgi gösterileri ile evimizin şenliğiydi. Kapı zili bir çalsın hele, "Gelen var" diye haber verişleri görmeye değerdi. Gelenleri "cik cik'leriyle karşılardı; "Hoş geldin!" diyordu onlara.

Konuşamıyordu, çünkü bize tam bir yaşında gelmişti. Konuşmaya muhabbet kuşlarının erkekleri daha yatkın derler. Ama olsun, kendi dilinde biz onunla çok iyi anlaşıyorduk. Ne diyorsak, ona cevap yetiştirmede en küçük bir hata yapmıyordu. Nerde olursa olsun, "Koş Sarıkızım!" seslendiğimizde, koşmasıyla yanımıza gelmesi bir olurdu. Yanaklarımızdan öperdi. Cilvelenirdi. Bir sevgi yumağıydı, sevginin somut hale geleniydi; sarışındı, bir sevdanın okşanıp elle tutulanıydı.

Bir gün, temiz olsun diye onu yıkamak istedik, kuşların kendi kendilerine yıkanabileceklerine aldırmadan. Özel şampuan aldık. Ilık sular, leğenler, havlular, kokular; o ne büyük bir hazırlıktı! Saç kurutma makinesini de eksik etmedik. Kuruttuktan sonraki güzelliğini görseydiniz! Süslü bebekler ya da süslü gelinler gibi. Ya teşekkürünü, yanaklarıma öpücükler konduruşunu, kulağıma söylediklerini... Yok yok, Sarıkız bir insandı benim için, evimizin bir ferdiydi. Ona "hayvan " demeye dilim varmıyor.

Evden uzaklaşmak gerekti. Bir ay kadar uzaklaşmak zorundaydık ondan. Zorunlu olarak bir komşuya bıraktık. Eve döndüğümüzde çok değişmişti, Sarıkız değildi sanki. Bizimle ne konuşuyordu ne de kafesten çıkıyordu. Bir tuhaf olmuştu, tanımamıştı bizi. Doğrusu tanımamış değil, tanımazlıktan gelmişti. Küsmüştü bize. "Ne diye beni bırakıp gittiniz" diye tavır koymuştu. Her zaman kafesinden çıkmaya can atan Sarıkız, şimdi çıkmıyordu, çıkmak istemiyordu. Bu, naz değil de neydi? Tutup çıkarmayı denedikçe, bana hiçbir zaman yapmadığını yapıyordu, gagalıyordu elimi. Onu okşamaya çalıştıkça, açık açık boğuşuyordu benimle. İçimden "tuhaf" diyordum. Anladım ki, bizden ayrı kaldığı süre içinde kimseler ilgilenmemişti onunla. Kafesinde yapayalnız kalmıştı. Küsmüştü dünyasına. Öyle bir zaman daha kalsaydı, üzüntüsünden ölüp gidebilirdi. Bir zaman yalnız bırakıldıktan sonra tüylerini döküp ölen muhabbet kuşunu anlatırken, hüngür hüngür ağlayan dostumun o perişan hali hatırıma gelmişti. "Yok yok, Şarkız'ın ölmediğine sevinelim" dedim. Daha bir şefkatle ilgilendim onunla.

Onu tam on günde kendine getirebildim ancak. Ona diller mi dökmedim! Ondan özürler mi dilemedim! Kapısını hep açık bıraktım dışarı çıksın diye. Tam on gün sonra "cik cik”lerini duymaya başladım. Söylediklerime karşılık veriyordu. Ev, naralarıyla bir şenliğe dönüştü yine.

Hayvan deyip geçmemek gerek. Onların da insanlara benzeyen huyları var. Sarıkız, benim ona yaptığım, sevgi gösterilerinden sonra eski oyunlarına döndü. "Yok" dedim, "Seni bir daha bırakmayız, senin bizi bırakıncaya kadar." Öyle de oldu. Biz onu bırakmadan, o bizi bırakıp gitti sessizce. Bir "Allah'a ısmarladık" da demedi. Ortadan kaybolduğu gün, benimle bir başka içli dışlıydı. Öpücüklerini daha bir başka konduruyordu yanaklarıma. Sanki içime, yüreğimin içine girmek istiyordu. Hayvanların altıncı hisleri güçlüdür derler. O gün, kafesin dışında olduğu sürece benden ayrılmadı hiç. Meğer bütün bu cilveler, bir "Allah'a ısmarladık" tı da ben farkında olamadım.
Sarıkız'ın esrarengiz bir şekilde kayboluşunun üzerimdeki şok etkisi boşuna değildi. Bir yıl, ama o bir yıl içinde bir ömre sığacak hatıralarım, belki de unutamayacağım hatıralarım oldu onunla. Karşılıksız sevginin ne olduğunu onda gördüm. Onunla paylaştığım sevginin sıcaklığında duygularımın inceldiğini hissediyordum günbegün. Sarıkız sayesindedir ki, insanlara karşı davranışlarımda daha bir incelme, başka nasıl söyleyeyim daha bir saydamlaşma oldu, insanı sevmek biraz da hayvanları, aramıza katılan insanlaşmış yaratıkları sevmekten geçtiğine şimdi görerek daha bir inanmaya başladım. Anladım ki, hiç kimse, hayvanları, çiçekleri ve daha değişik masum yaratıkları sevmeden, gerçek anlamda insanları sevemez.

Oturduğum yerden sendeleyerek kalkıyorum, içimde büyük bir boşluk var. Sarıkız'ın ortadan kaybolması içimden çok şeyler alıp götürdü. Yüreğimin içinde bir sızı var; sızım sızım sızlıyor. Balkona yöneliyorum. Gökyüzü karanlık. Yıldızlar parlamıyor. Henüz Sarıkız'ın bir yerlerden uçup gelmesinin beklentisi içindeyim. Karanlığın içinden çıkarak, "İşte ben geldim; küçük bir şaka yaptım sizinle" anlamında bir jestini aklımdan geçiriyorum. Onu omzumda ya da başımın üstünde taşıyarak, aile bireylerine bir sürpriz yapmayı ne kadar isterdim! Karanlığa bir hüzün gülücüğü savuruyorum.
Kendi kendime, "Başına daha çook şeyler gelecek!" diye söyleniyorum.