
Misafir Kalem
Sekeratta imanını kurtaran kırkta bir mi yoksa yüzde doksan dokuz mu?-3
Nail Yılmaz
Şeytan sekaratta, zorla mü’min’in imanını yok edebilir mi?
1- İmam-ı azama göre: ‘’Mü'min olan kuldan, şeytanın cebir ve zor kullanarak imanı yok etmesine hükmetmemiz caiz değildir. Ancak, şöyle diyebiliriz: Kul, imanı terkeder; bu takdirde şeytan da ondan imanı yok eder.) Çünkü kul, imanı terketmeden evvel, eğer şeytanın ondan imanı yok edecek olduğunu kabul edersek Allah'ın, kulunu kâfir olmaya zorlaması gerekir.’’[1]
2- Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisinde ise:
Yukarıda görüşlerini naklettiğimiz ehl-i sünnet âlimleri olan en başta İtikad imamlarının ve büyük müçtehidlerin, son nefeste imanın gidip gitmeyeceği veya ‘’hüsn-ü hatime’ ve “sû-i hatime’’ ile ilgili olan, içtihat, görüş ve fetvalarını özetleyen şu bilgilere yer verilmiştir:
‘’Başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere bütün İslâmî kaynaklarda, dünya ve âhiret mutluluğu anlamındaki kurtuluş, samimi imana ve elden geldikçe iyi davranışa bağlanmaktadır.
Ancak insanın başlangıçta iyi yolda bulunurken daha sonra kötülüğe yönelmesi ve bu haliyle ebediyet âlemine intikal etmesi mümkündür. Bunun için kişinin ümitle korku arasında olması, yani Allah’ın engin rahmetine gönül bağlamakla beraber kendini güvencede görüp fazilet kazanma ve kemalini arttırma yolunda zaaf göstermemesi gerekir. Kötü sonuçtan korkma bu mânada anlaşılmalıdır.
Bu sebeple, irşad faaliyetlerinde sakındırma (inzâr) yöntemini kullanmayı tercih eden kişilerin müminin son nefesindeki durumunu fazlasıyla tehlikeli göstermeleri naslar çerçevesindeki İslâmî telakki, Allah’ın adalet ve lutufla muamele edişi prensibiyle bağdaşmadığı gibi insan psikolojisine de ters düşmektedir.
Kurtuluş dindarlığa, dindarlık da samimi inanç ve dürüstlüğe bağlı olduğuna göre kurtuluş için önemli olan kişinin hayatı boyunca mümin ve dürüst kalmasıdır.
Son nefeste, ömür boyu izlenen yolun dışında lehte veya aleyhte beklenmedik gelişmelerin olması ve meselâ söylendiği üzere şeytanın hile ve kurnazlığıyla imanın elden gitmesi düşünülemez. Dindarlık bir hayat tarzıdır ve insanlar yaşadıkları hayata göre son nefeslerini verirler.’’[2]
Çünkü bir Hadîs-i şerîfte: “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” buyrulur. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)[3]
İmanın sıfatları olan, sûreti veya hakikâti ile aklî ve kalbî cihetlerinden birisinin yok olmasıyla, iman cevherinin bütün bütün, yok olup olmayacağı
1- İmam-ı Rabbani: İmanın bir sureti birde hakikati var diyerek, bir tehlike karşısında, imanın yok olup olmayacağını tasavvufî bir açıdan değerlendirir:
İmam-ı Rabbanî Müceddid-i Elf-i Sâni. Ma’ ârif-i Ledünniye isimli eserinde de der ki, özetle:
‘’Lâ ilâhe illallah’’ zikrinden maksad âfâkî ve enfüsî yani dıştaki ve içteki batıl ilahları yok etmektir. Âfâkî ilahlar, inanmayanların batıl tanrılarıdır. Enfüsî ilahlar ise nefse ait arzulardır. Nitekim Canâb-ı Hakk buyurur: ‘’Nefsini ilah edinen kişiyi gördün mü?’’ [4]
Şeriatın zahirinin insanları mükellef tutuğu teklife konu olan imanî hükümleri; kelime-i tevhidi, dil ile ikrar ve kalben tasdik ederek âfâkî ilahları, nefy etmekle gerçekleşir. Bu tür iman, ‘imanın suretidir’.
İmanın hakikati ise; dış dünyadaki batıl ilahların nefy edildiği gibi, enfüsî ilahları da nefy etmek lazımdır. Hakikî imana ulaşmak ancak bu her iki batıl ilahları yok etmeye bağlıdır.
Âfâkî ilahları nefy etmek kelime-i tevhidî, dil ile ikrar ve kalben tasdik etmekten geçtiği gibi, enfüsî ilahları nefy etmek ise ancak nefsin tezkiye edilmesinden geçer.
Tasavvufî geleneğe göre nefsin tezkiye edilmesi nefsin gayr-i meşru olan kötü arzularından arındırılmasına bağlıdır.
İmam-ı Rabbaniye göre; nefsin gayr-i meşru olan kötü arzularından tezkiye edilmiş kalp, ruh ve vicdan gibi enfüsî hissiyat ve letaifler, ‘İmanın hakikatına’ mazhar olurlar. ‘İmanın hakikatına’ mazhar olanların imanları ise her zaman ‘mahfuzdur.’ Bu iman sahiplerinin imanları asla yok edilemez.
Fakat âfâkî iman dediğimiz ‘imanın sureti’ ise insî ve cinnî şeytanların normal hayatta veya sekaratta akla attığı, bazı şüphe ve vesveseler ile sarsılabilir hatta ‘yok olabilir’.
Hâlbukî tezkiye edilmiş kalp, ruh ve vicdan gibi enfüsî hissiyat ve letaiflere, intikal eden ‘İmanın hakikatı’ ise sarsılsa bile hiçbir zaman yok olmaz. [5]
2- Sûfîlere göre genel olarak: kalpteki hastalıklar yok olmadıkça ‘‘imanın hakikati’’ akıldan kalbe oradan da kalbin diğer askerleri olan hissiyat ve latifelere inmez. Sadece akılda kalan surî ve afakî bilgiler ise her zaman şüphe ve vesveselere karşı mağlup olma tehlikesine maruzdur. (İbrahim Muhammed Yasin, age., s.105; Ali Salim Ammar, Ebu’l Hasen Şâzeli, Darü’t-Telif, Mısır,)[6]
3- Bediüzzaman’a göre: imanın aklî ve enfûsî sıfatlarından birinin sekerat sürecinde yok olmasıyla iman bütün bütün elden gider mi?
Yukarıda Kastamonu Lahikasından iktibas ettiğimiz metinde Bediüzzaman Hz. mü’min olan kişinin, sekerat vaktinde imanının, kaybolup kaybolmayacağı ile ilgili olarak şöyle demişti;
Sekerat vaktinde, şeytan imanın mahallî olan kalbe değilde, ancak bilgi ve malumatların mahallî olan akla, şüpheler atabildiği, fakat tahkikî imanın kalp, ruh, sır ve ahfa gibi letaif ve hissiyatlara kadar sirayet etttiği için şeytanın elinin oralara yetişemediği belirtilmişti.[7]
Bu tesbitlere göre itikadî ve imanî hükümlerde sadece dış dünyadan alınan afakî malumatlar ve nazarî bilgiler ile iktifa etmenin, şeytanın sekeratta atacağı şüpheler ve vesveseler karşısında pek emniyetli olmadığı görülüyor.
Bunun için dış dünyadan alınan afakî malumatlar ve nazarî bilgiler enfüsî olan iz’anı kalbî ve ruhî ve vicdanî tasdik merhalelerinden geçirilerek, hissiyat ve letaiflere kadar sirayet ettirilmesi lazımdır ki, şeytanın eli buralara erişemesin.
Çünkü inî ve cinnî şeytanların akla atacağı şüpheler karşısında, eğer iman akıldan kalbe, ruha, vicdana letaif ve hissiyatlara kadar inmişse, akıldaki iman unutulsa veya yok olsa bile, kalp ve askerlerinin, asla saniinî unutmayacağı, yani enfüsî imanın hiçbir zaman yok olmayacağı, Mesnev-î Nuriye’de şu veciz cümle ile anlatılır. ‘’Akıl ta'til-i eşgal etse de, vicdan Sâni'i unutamaz .’’[8]
Bunun için afakî ve enfüsî bürhanlar ile elde edilen tahkikî imanın, letaif ve hissiyatlara sirayet ettirilerek şuur altı bir reflekse dönüştürülebilmesi lazımdır.
Tahkikî imanın şuur altı bir reflekse dönüştürülmesi ise; ancak emr-î İlahiyeye imtisal ve nehy-î İlahiyeden içtinaptan ibaret olan, ubudiyet ve ibadet ile mümkün olduğu, İşarat-ül İ'caz da kısaca şöyle ifade edilir:
‘’Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren ancak ibadet’’ ve ubudiyettir. Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadet, kalbî ruhî ve vicdanî fiillerde, gayrî şuurî bir meleke haline getirilip, letaif ve hissiyatlara sirayetle, terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalacağı belirtilir.[9]
Hülâsa bu tespitlere göre: İmanın asla elden gitmeyen, zayî olmayan, şeytanların ve diğer sebeplerin selb edemeyeceği bir mertebe ve derecesi olduğu gibi, (tahkikî iman) birde şeytanî şüphe ve vesveseler karşısında gayet zayıf ve yetersiz kalabilen, sadece aklî malumatlar ile sınırlı teorik ciheti ile avama ait taklidî iman cihetinin olduğu görülüyor.
4-İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman’a göre: sekerat vaktinde imanının sûretinin ve hakikatinin yok olup olmayacağı
Yedinci ve sekizinci maddelerde nakledilen İmam-ı Rabbanî ve Bediüzzaman’ın imanın mahiyetine ilişkin yaklaşımlarında diğer itikad imamlarından farklı olarak, imanı sadece salt bir mahiyetle sınırlamayıp sıfatları olan bir cevher olarak tanımlamalarıdır.
Buna göre İmam-ı Rabbanî, imanı sûret ve mahiyet olarak ikiye ayırıken, Bediüzzaman da imanın bir nazarî/aklî kısmı birde kalbe, ruha, letaiflere, hissiyat ve damarlara kadar sirayet eden imanın enfûsî cihetini nazara verir. Aslında farklılık lafzî ve kelamîdir. Çünkü Nursî ve Rabbani’in, imanın mahiyetine ilişkin yaklaşımları arasında ciddi bir farklılık yoktur.
Bu zâtlara göre imanın bir özü esası ve cevherî olduğu gibi, birde nazarî kısmı olan sûreti ile birlikte ayrıca letaif ve hissiyatlara sirayet eden enfüsî ciheti vardır. Bu yaklaşıma göre iman afakî ve enfüsî sıfatları olan nuranî bir cevherdir.
Bu tarifin diğerlerinden farklılığı, mesela imanın bir sıfatı olan aklî kısmı veya sûreti, herhangi bir sebep tahtında şüpheye düşse veya yok olsa bile batına sirayet eden diğer iman cihetlerine şüphe ve vesvese verilemediği için, imanın özü itibariyle mahfuz kalmasıdır.
Sıfatlara ayrılmayan salt bir iman tarifinde ise ya hep ya hiç riski görünüyor.
Devam edecek
- İMAM-I AZAM Fıkh-ı ekber şerhi. Doç. Dr.Y. Vehbi Yavuz. SH. 177
- d.i.a 16. Cilt. Sh. 474
- https://m.gencdergisi.com/10243-son-nefes-neden-onemlidir.html
- (el- Câsiye,45/23)
- İmam-ı Rabbani Risaleleri. Terc. Prof. dr. Necdet Tosun. 3. Baskı/ İstanbul Sûfî Kitap. Sh. 213
- Ekrem Sefa Gül. YAKÎNÎ İMANIN İMKÂN VE MAHİYETİ: Doktora Tezi. Sh. 154
- Kastamonu Lahikası (18)
- Mesnevi-i Nuriye (255)
- İşarat-ül İ'caz (83)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.