Sekeratta imanını kurtaran kırkta bir mi yoksa yüzde doksan dokuz mu?-6

Nail Yılmaz

Kısmen fetret’ tarifine ve şartlarına göre verilen farklı bir fetva:

İkinci dünya savaşının başladığı 1940 lı yıllarda ise Hz. Üstad 1936 yılında verdiği iman-ı tahkikiyi elde etme şartı ve kaydı’ isimli fetvasında çok mühim bir değişiklik yaparak yeni bir fetva daha verir.

Ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmiş”[1] olan, Bediüzzaman Hazretleri, 1936 yılında yaptığı içtihad ve verdiği fetvanın en nihaî sınırlarını belirleyen ve daha da ihatalı olan bu yeni fetvaya göre, iman ve ubudiyetle hayatını geçiren bir mü’min için, “hüsn-ü hatime” ye giden süreç ile ilgili olarak kısmen fetret’ dediği bu ahir zaman için;

’Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur ’’ [2] der.

Barla Lahikasında yer alan bir Mektupta Hulusi abi bu fetvayı şu şekilde şerh ve izah eder: ‘‘Beş vakit namazını ta'dil-i erkân ile vaktinde kıl, yani başka ibadete gücün yetmez. Namazın nihayetindeki tesbihleri yap, yani başka zikri yapamadım diye teessüf etme. Yedi kebairi terk et, çünki sagairi arayacak zamanda değiliz. İttiba'-ı sünnet et.’’ [3]

Hulusi abinin şerh ve izahatıyla daha da netleşen bu fetva, iman-ı tahkikîyi elde etme şartı ve kaydının’ olduğu önceki fetvaya göre çok daha ihatalı şumüllü ve kapsamlıdır.

Çünkü bu fetvanın içinde, ‘iman-ı tahkikîyi’’, ama irfanî ama tahkîki yollar ile elde eden meslek ve meşrebler girdiği gibi, icmalî ve taklidî iman sahiplerinin de imanları tahkîki’ olmasa da farzlarını yapmak, kebireleri işlememek kaydıyla’ ‘kurtulur’ fetvası içine dâhil oldukları anlaşılıyor.

Çünkü bu fetvanın orijinal metnin içinde ‘farzlarını yapmak, kebireleri işlememenin’ dışında başka herhangi bir şart ve kayıt konulmamış. Bu iki şartı yerine getirenler için mutlak manada ‘kurtulur’ denilmiş.

Çünkü icmalî ve taklidî iman sahiplerinin büyük çoğunluğu ümmî ve avam oldukları için sebepler tahtında, onların iman-ı tahkikîyi elde etmeleri’’, içinde bulunduğumuz zaman ve şartlar itibariyle hem çok müşkilatlı hem de neredeyse imkânsıza yakın çok zayıf bir ihtimaldir. Yani kendi adını bile okuyup yazamayan bir insan neyi nasıl tahkik edebilir ki.

Bunun için genelde ekseriyeti teşkil eden avamın, ‘farzları yapması, kebireleri işlememesi’’ olan temel iki şartı yerine getirmeleri kurtuluşları için yeterli sayılmış.

Fakat bu nihaî fetvaya göre, ümmî ve avam olmayanlar için ‘tahkik-i imanı’ elde edip etmeme sorumluluklarının düşüp düşmediği hakkında herhangi bir açıklama yapılmamış.

Bununla beraber ümmi ve avam olanların icmalî ve taklidî olan imanlarının; ehl-i sünnet ülaması ve sûfîler göre ‘mahfuz garantisi olmasa da ‘makbul[4] imandan sayılmıştır.

Taklid-i veya tafsil-i iman ile avama ve havassa ait imanın farkları

1- Matüridiye akaidinde taklid-i iman’ sahibi şöyle tarif edilmiştir: Bir dağ başında doğup yaşayan ve kâinatın yaratılışı ile onun Yaratıcısı hakkında asla düşünmediği halde bundan haberdar edilmesi üzerine tasdik eden kimse taklid-i iman’ sahibidir. Yoksa Müslüman bir beldede doğup yaşayan ve yüce Allah'ın eserlerini müşahede ederek tazîm ve hürmet eden bir kimse ise taklid sınırlarının ötesindedir.’’[5]

2-Muhyiddin-i Arabî ise avam ve havas arasındaki iman farkı için der ki: ‘’Avam için geçerli olan iman havas için de aynen geçerlidir. İkisi arasındaki fark sadece icmal ve tafsil itibarı iledir. Aynı şey avama göre ihlas, muhakkiklere göre huzur, sûfîlere göre himmet, tam irfan sahiplerine göre inayet olarak görülebilir.’’ [6]

3- Bediüzzaman’a göre bu zamanda, ehl-i tahkik olmadığı halde, ‘avamdan’ birinin imanını nasıl kurtarabileceği:

‘’Bu zamanda Kur'anın bir mu'cizesi ve nuru olan Risale-i Nur, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zabtedilmez bir kal'a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü'minînin imanını şübhelerden ve İslâmiyetini hakikatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor. (Mesela:)

Evet her tarafta, hattâ Hind ve Çin'de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalaletinin galebesinden; acaba İslâmiyet'te bir hakikatsızlık mı var ki, sarsılmış diye şübheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki; bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlarını kat'î isbat eder, felsefeyi mağlub edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden o şübhe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.’’[7]

4-İmam-ı Gazali de ehl-i tahkik olmayan, bir ehl-i taklidin imanıyla ilgili olarak şunları söyler:

a) ‘’Ehl-i taklid olan bir mü’min, bir şüphe ve itiraz durumu ile karşılaşırsa bunların üstesinden gelecek âlimlerin bulunduğuna inanması yeterlidir ’’ [8]

b) ‘’Delil/bürhan, kaidelere uygun bir akıl yürütme ile bakıldığında zorunlu olarak kişiyi bilgiye ve marifetullaha ulaştırır. Fakat hak bir inanca sahip olmak mutlaka delillere dayanmak zorunda değildir.’’ Sh.(224)

c) “Her kim imanın kaynağının sadece ilm-i kelâm kaideleriyle sınırlar ise, mesela: yalnız ‘sebr ve taksim’[9] usulüne veya mücerred/soyut delillere hasrederse çok tuhaf bir şey uydurmuş olur….Dinî inançları kelâmî delillerle kavramamış olan insanların imanlarını geçersiz görenler, hem bu hususta aşırı gitmiş hem de Allah’ın kulları üzerindeki rahmetini daraltarak cenneti kelâmcılardan bir avuç kimseye tahsis etmiş olurlar.’’ Sh.(225)

d) ‘’Araştırma yahut delil olmadan kalplerinde oluşan karinelere dayanarak iman eden müminlerin, nazarî delillerle kafalarının karıştırılması doğru değildir. Sh.(717)’’ [10]

5- Bediüzzaman’ın bu zamanda, ehl-i tahkik olmadığı halde ‘samimî dindarlara ve ciddî Müslümanlara’ verdiği kıymet ve ehemmiyet:

‘’Aziz, sıddık kardeşlerim! Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Hazret-i Ziyaeddin hakkındaki malûmunuz muhavereyi tahattur ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî müslümanlar eğer herbiri bir veli, hattâ bir kutub görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek ve eğer birer âmi ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim.’’[11]

Bahsin başından itibaren buraya kadar nakledilen ilmî verilere vede yapılan tahlillere göre:

Vefat eden ehl-i imandan, “hüsn-ü hatimeyle” ahirete gittikleri ve gidecekleri belirtilen, yüzde doksan dokuz’, binden dokuzyüz doksan dokuz’, ve yüzde yüze varan’ ve neredeyse kesinlik arz eden beyanatlar galiba şu temel esaslara mebni olsa gerek:

  • Birincisi: Gerek irfanî, gerek bürhan-î veya icmalî ve taklidî iman çeşitlerinden birisini elde etmiş olmak.
  • İkincisi: Hangi iman mertebesinde olunursa olunsun mutlaka:
  • Farzları yapmak, kebireleri işlememek’ olan iman tezahürünün kişinin hayatında mutlaka yer alması ve temel bir esas haline gelmiş olması.

Bu tesbitlere göre,ancak bu temel şartları taşıyanlardan oluşan bir ehl-i iman toplumunda her vefat eden yüz kişiden ‘yüzde doksan dokuzu veyayüzde yüzünün ’ “Hüsn-ü hatimeyle” ahirete gideceği anlaşılıyor.

Hz. Üstad ın bu fetvasına ve Hûlusi abinini şerh ve izahlarıyla sınırları belirlenen bu içtihada mesned ve refarans kaynağı olan birçok hadîs-i şerifler vardır.

Mesela:

a) Buharî ile Müslimde ve Ebu Hatemin müsnedinde yer alan ve İmam-I Şerâni’nin naklettiği bir hadîs-i şerife göre: ‘’Beş vakit namazını kılan orucunu tutan, yedi büyük günahtan kaçınan hiç bir kul yoktur ki kıyamet günü ona sekiz cennet kapısı açılmasın’’[12]

b) Ebu Davud’un Muaz b. Cebelden (ra) dan naklettiği diğer bir hadîs-i şerife göre: ‘’Resûlü Ekrem (as) onu Yemene gönderdiğinde şöyle buyurmuş: ‘’Ey Muaz, eğer kitap ehli sana cennetin anahtarlarını sorarsa, onlara şöyle de: ‘’Cennetin anahtarı Lâ ilahe illallah’’ tır. (Beyhaki)

Vehb b. Münebbihe soruldu: Cennetin anahtarı: ‘(Lâ ilahe illallah) değil midir? Evet! Ancak her anahtarın mutlaka dişleri vardır. Eğer dişli anahtarla gelirsen, kapı sana açılır, aksi halde açılmaz. Anahtarın dişlileri ise:

  • Allahın varlığını ve birliğini, dille ikrar etmekle beraber, aklen ve kalben de tasdik etmek.
  • Fakat sadece dille ikrar, aklen ve kalben tasdik etmek yeterli değildir.
  • İmanı dille ikrar, aklen ve kalben tasdik etmek lazım geldiği gibi, bedenen de feraizi ifâ ve nehy’i İlahiden içtinab etmek lazımdır.
  • Ancak böyle kişilere, ‘(Lâ ilahe illallah) cennetin anahtarı olur ’’ [13] der.

Kâfirin sekaratta halinde getirdiği, ‘be’s’ ve ‘ye’s’ iman birçok Kur’an ayetleriyle reddedilmiştir.

Ehl-i iman ve taat için : ‘’Son nefeste, ömür boyu izlenen yolun dışında ‘aleyhte beklenmedik bir gelişmenin olması ve meselâ söylendiği üzere şeytanın hile ve kurnazlığıyla imanın elden gitmesi düşünülemez.

Çünkü dindarlık bir hayat tarzıdır ve insanlar yaşadıkları hayata göre son nefeslerini ’’[14] verdikleri gibi; kâfirlerinde perde-i gayb açıldıktan ve onlar hakkında Allah’ın azabı göründükten sonra getirdikleri be’s’ ve ye’s imanı reddedilmiştir.

Lûgat ve sözlüklere göre BE’S: “Fakirlik, aşırı derecede ihtiyaç; şiddet, kuvvet; korku, sıkıntı ve azap”[15] mânalarında kullanılır.

İlm-i kelam âlimleri, peygamberlerin tebliğinden sonra dinlemeyenlere için gelen ilâhî azabı görerek edilen iman ile son nefeste gayb perdelerinin açılmasıyla edilen imanı iki veciz cümle ile Fifade etmişlerdir. Bunlardan.

  • Birincisi: peygamberlerin tebligatını, başka bir deyişle hak dini inkâr etmekte uzun süre direndikten sonra tûfan, şiddetli yer sarsıntıları gibi ilâhî cazaların başlaması sebebiyle ettikleri imana “îmânü’l-be’s”
  • İkincisi: ölüm anında âhiret âleminin perdesi aralandığı sırada edilen iman ise “îmânü’l-ye’s” adı verilmiştir.

Ye’s’ ve ‘be’s hailinde getirilen iman, birçok Kur’an âyetleriyle kabul edilmeyip reddedildiği bildirilmiştir. Mesela:

a) Nisa suresinde ise: ‘’Yoksa hayatı boyunca günah işleyip işleyip de, nihâyet kendisine ölüm gelip çattığında: “Ben şimdi tevbe ediyorum” diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbeleri kabul edilmeyecektir.’’[16]

b) Bir ömür boyu isyan, inkâr ve küfür üzerine hayatını sürdüren ve Hz. Mûsâ’ya ve kavmine zulmeden Fir’avun son anında şöyle demişti:

O ‘’Suda boğulmaya başlayınca, ‘İsrailoğulları'nın iman ettiğinden başka bir İlâh olmadığına iman ettim. Ben de ona teslim olanlardanım" dediği halde Allah tarafından böyle bir iman kabul edilmediği için denizde boğulmaktan kurtulamamıştır. (bk. el-En‘âm 6/148; el-A‘râf 7/4; el-Mü’min 40/84-85; Yûnus 10/90-92).

c) ‘’İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşüne göre be’s ve ye’s” anındaki iman sahibine fayda vermeyecektir. (meselâ bk. el-Mü’min 40/84-85). Çünkü iman, kişinin tasdik veya inkâr alternatiflerinden birine kendi iradesini kullanmak suretiyle karar vermesidir; oysa imanın konusuna giren gerçekler açıkça müşahede edildiğinde inanmak bir tercih işi olmaktan çıkarak zaruret halini alır.’’[17]

Melekler, Kâfirlerin ruhlarını son nefeste nasıl kabzettiği

Enfâl Sûresi elli birinci âyette haber verildiği gibi; bir ömür boyu isyan, inkâr ve küfür üzerine hayatını sürdüren ve son nefeste perde-i gaybın açılmasıyla ilâhî azabı görerek iman etmek isteyenlere azap melekleri şöyle derler.

’’Melekler, inkâr edenlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, "Yakıcı azabı tadın, bu, kendi ellerinizle yaptığınızın karşılığıdır" diyerek canlarını alırken bir görseydin! Yoksa Allah kullara asla zulmetmez.’’[18]

Mü’minin son nefeste ettiği tevbe kabul edilir.

d) İmam-ı Şerani’nin naklettiği bir Hadis-i Şerifte ise : ‘’Şeytan dedi ki: İzzetin ve Celalin hakkı için, Âdemoğlunun yanından ruh bedeninde bulunduğu sürece ayrılmam. (dedi) Allah da şöyle buyurmuştur. Bende can hulkuma gelinceye kadar (ondan) tevbeyi menetmem’’[19] buyurmuştur.

Devam edecek

  1. Mektubat (426)
  1. Kastamonu Lahikası (148)
  1. Barla Lahikası (49)
  1. İşarat-ül İ'caz (42)
  1. NÛREDDiN ES-SABUNi - MATÜRiDiYYE AKAiDi..Terc Bekir TOPALOGLU. Diyanet işleri başkanlığı yay. Sh. 182
  1. Ekrem Sefa Gül. YAKÎNÎ İMANIN İMKÂN VE MAHİYETİ: Doktora Tezi. Sh. 155
  1. Emirdağ Lah. 1. (92)
  1. Diyanet dergisi. 95. Sayı Mukallidin imanı. Sh. 7
  1. SEBR VE TAKSİM: Mantıkta bir isbatlama tarzı ve usulüdür. Bu iki kelime beraber kullanıldığı gibi, "delil-i taksim, delil-i münkasım" gibi tâbirlerle de söylenir. Bu isbatlamada bir şeyin aslında bulunan vasıflar, illet olmaktan birer birer ibtal edildikten sonra, tam illet olmaya elverişli olan tesbit edilir. (Lât: Residu: Arkada kalan, bâkiye.) Taksim: Man: Bir bütünü hariçte hiç artmamak şartıyla bölmek.
  1. Gül, Ekrem Sefa. “Yakînî İmanın İmkân ve Mahiyeti”. Doktora tezi, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2016.
  1. Şualar (307)
  1. İmam-ı Şerani. ÖLÜM KIYAMET VE DİRİLİŞ. BEDİR YAY. SH. 53
  1. İmam-ı Şerani Ölüm ve Kıyamet. Terc. Naim Erdoğan. Sh. 52. İstanbul/ Nisan- Sh. 385
  1. ’’d.i.a 16. Cilt. Sh. 474
  1. d.i.a 5. Cilt Sh. 526, 527
  1. Nisa suresi. 4/18
  1. d.i.a 5. Cilt Sh. 526, 527. Not: bu bölüm d.i.a 5. ve 16 ciltlerdeki ilgili maddelerden istifade edilerek özetle iktibas edilmiştir.
  1. Enfâl Sûresi: 8/51.
  1. İmam-ı Şerani Ölüm ve Kıyamet. Terc. Naim Erdoğan. Sh. 52. İstanbul/ Nisan-216

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.