Ahmet AY
Siyasete şefkatle bakabilmek...
Her müceddid, zamanının çocuğudur. Ve yaşadığı dönemde ön plana çıkardığı şeyler, aslında o zamana göre ön plana çıkarılması gereken, haklarında zaafa düşülmüş meselelerdir. Yani bu yönüyle müceddid, kendisinden yeni bir şey ortaya koyan değil; asrının hastalığını tedaviye çalışan, bu nedenle de Kur’an eczanesinin o tarz devalarına ağırlık veren bir meslek inşa edendir.
Yalnız şu da yanlış anlaşılmasın: Müceddidin zihni, dünyanın zihnidir. Müceddidin kalbi, insanlığın kalbidir. Müceddidin latifeleri, insanlık ism-i küllîsinin latifeleridir. Temsil ettiği şahs-ı manevî yalnızca kendisine tâbi olan ve takip edenlerinki değil; bütün dünyanın şahs-ı manevîsidir.
O, sadece ümmet-i icabeye unuttuklarını ihtar etmek için değil, ümmet-i da’veyi ikaz etmek ve daveti “yenilemek” için de gönderilmiştir. Böyle düşününce ancak, müceddidin hedef kitlesi anlaşılır ve mesleğinin ayrıntıları inkişaf eder. Yani o, sadece hali hazırdaki müslümanları kurtarmayı değil, müslüman olma potansiyeli olanları da kazanmayı hedefler. Bu yönüyle müceddid, diğer maneviyat büyüklerinden bir nebze ayrılır. Ve belki de biraz bu nedenle zamanının maneviyat ehli tarafından bazı noktalarda anlaşılamaz. Hatta bazen aşırı bulunur, dışlanır. Fakat hakiki değeri, bir zaman sonra inkişaf eder.
Bugün soluğunu hâlâ terütaze ciğerlerimizde hissettiğimiz Mevlana’ların, İmam-ı Rabbanî’lerin, İmam-ı Gazalî’lerin, Mevlana Halid’lerin sadece bu topraklarda değil, bütün dünya coğrafyasında da takipçilerinin olması, onların bu yönünü bizlere gösterir. Onlar, sadece müslümanların değil, bütün insanlığın yaralarını tedavi için gelmişlerdir. Bu noktada müslümanların her asırda gelen mehdi misal insanları yalnız kendilerine ait görmeleri, hatta onun kılıncıyla kendilerinden gayr olanları helak etmeyi amaçlamaları büyük bir hatadır. Ve şu da bilinmelidir ki; mehdi bizim şiddet sembolümüz değil, irşad sembolümüzdür. Çünkü onun ismi şeddat, kahhar, cabbar falan değil, mehdidir. O kılıcıyla bertaraf eden değil, Kur’an’ın elmas kılıcıyla kalpleri fetheden, hidayet vesilesi olandır.
Biz, müceddidliğin bu yönünü Bediüzzaman’ın eserlerinde de yakinen hissederiz. Pek çok mektupta bakarız ki; Hz. Bediüzzaman, merhamet ettiği zaman sadece size, bize veya yalnızca müslümanlara değil; bütün insanlığa (yani gayrimüslimlerin de dahil olduğu bir külliyete) bunu yapıyor. Eskişehir hapishanesinin penceresinden gördüğü lise öğrencisi kızlardan tutun (ki sonlarının hazin olduğunu âlem-i misal perdelerinde görmüştü), ta Rusya’da II. Dünya Savaşı sırasında büyük katliamlara maruz kalan halka kadar şefkatini genişletiyor, geniş tutuyor. Hatta Kastamonu Lahikası’nda geçen şu ifadeler ki; bir müceddidin yalnız ümmet-i icabeye değil, ümmet-i da’veye de ne denli şefkatli olduğunu göstermeye yeter:
“Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu.”
Ekseni etrafında pek çok tartışma da yaşanan bu mektubun diğer kısımları bir yana, ben, sırf şu cümlesinden hareketle bugünün Nur talebeleri olarak içimizde bir şeylerin yanlış yerlere oturduğunu ve bazı şeyleri asıl eksenine hâlâ çekemediğimizi düşünüyorum.
Evet, biz belki olayların tazyikinden ve belki de asırlardır çektiğimiz zulümlerden dolayı, siyasete ve bu tarz acılı olaylara şefkat ekseninde bakamıyoruz. Amerika’yla, İsrail’le veya Avrupa’yla olan kan davalarımızdan dolayı, onların başına bir şey gelse; “Oh olsun onlara da, ama haketmişlerdi!” demeden kendimizi alamıyoruz. Bu noktada hiç kimse kinimizden kaçamıyor, hissesiz kalmıyor.
Mesela en yakın zamanda yaşanan, İngiltere’deki isyanlar noktasında düşünelim meseleyi. İnternette, sosyal paylaşım sitelerinde gezerken, olayları ellerini ovuşturarak izleyen o kadar dindar kardeşime rastlıyorum ki; “Bizim bakışımız bu mu olmalıydı?” diye sormadan edemiyorum. Kimisi; “Ettiklerini çekiyorlar!” derken, kimisi de “Daha beter olsunlar!” cümlesini yapıştırıyor. Bazıları ise daha fena. Onlar bir de Türkiye’nin âli menfaatleri açısından yorumluyorlar bu siyasi olayları. “Bizim ülkemiz bundan ne kazanır?” diye masaya yatırıyorlar. Fakat kardeşlerim, bizim Üstadımız bizlere musırrane söylemiyor mu; “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır” diye? Yani orada “Türkiye’nin âli menfaatleri hariçtir” diye bir cümle var da, biz mi bilmiyoruz? Yoksa bize mi söylenmiyor, gizleniyor? Neden başkasının acısından böyle çıkar bekliyoruz veya hiç merhamet etmiyoruz? Bediüzzaman’ın, o dönemin en inkârcı halkı olan Ruslara gösterdiği şefkatten bir hisse de bize düşmeli değil miydi?
Düşünün ki, bu tarif ettiğim bed daire içinde Suriye’de yaşananların Türkiye’nin İslam coğrafyasındaki liderlik konumuna katkılarını vurgulayanlar bile var. “Yahu batsın böyle menfaat! Keşke orada bir müslümanın burnu kanamasaydı da, Türkiye hiçbir yere lider olmasaydı. İlla bir yerlere lider olmamız mı lazım?” diye feryad etmeden geçemiyorum.
Evet, yazının başına dönecek olursak; her müceddid zamanının ihtiyaçlarına göre bir meslek inşa eder demiştik. İşte Bediüzzaman’ın ahirzamandaki iman hizmetinde “şefkati” bu denli aktif bir öğe haline getirmesi, hatta en önemli dört öğeden birisi olarak zikretmesi (acz, fakr, şefkat, tefekkür) ayrıca manidar değil mi? En şefkatli din İslam’ın bazı üyelerinin bile “intihar saldırıları” gibi zulümlere fetva verdikleri düşünülürse, şefkatin ahirzamanda ne denli bize lazım bir şey olduğu anlaşılır. Hatta bence siyasetin de ekseni artık şefkat olmalıdır, menfaat değil. Çünkü menfaat her kime ait olursa olsun, onun üzerine dönen siyaset ya canavardır, yahut da canavarlaşır. Bundan uzak kalması düşünülemez. Er geç etimizi dişlemeye başlayacaktır. Çarkların bizden tarafa dönmesi, bizi kandırmamalı...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.