Erdem AKÇA
Sosyal ahlak ve görecelilik
İnsanlık âlemi kadın-erkek şeklinde 2 ana gruba ayrıldığı gibi yaşlı-genç, âmir-memur, sivil-görevli, güçlü-zayıf, zengin-fakir şeklinde çok sayıda alt gruplara da ayrılmış bir yapıdadır. Fıtrat kendini bu çeşitlilik içinde gösterir. Bu farklı özelliklere göre de kişide ahlak farklı şekiller alır. Bu zıt konumlar ahlakı göreceli hale getirir. Bu görecelilik içinde aynı ahlakın sayısız seviyeleri kendini sergileyebildiği gibi, zararlı olduğu düşünülen duygu ve ahlakların da hayırlı ve güzel olabildiği de görünür. Bu hal ise, mutlak manada kötü ve çirkin bir şey olmadığını; kötü görünen sıfatların dahi –yemeğin tuzu veya biberi gibi– zamanında ve zemininde muazzam güzelliklere vesile bir ahlak haline dönüşebildiğini gösterir. Ahlakın göreceliliğini Said Nursi detaylıca şöyle ele alır:
“Ahlâk ve faziletlerin, hüsün ve hayrın çoğu nisbîdirler. Nev'den nev'e (türden türe) geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça (indikçe) ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mâhiyeti değişir.
Meselâ, cesaret, sehavet (cömertlik), erkekte gayret, hamiyet ve muavenete sebeptir. Kadında, nüşuza (geçimsizliğe), vakahate (küstahlığa), zevc hakkına tecavüze sebep olabilir.
Meselâ, zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür (büyüklenme) olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül (alçalma) olur.
Meselâ, bir ulü'l-emir, makamındaki ciddiyeti, vakar; mahviyeti, zillettir. Hânesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevâzudur.
Meselâ, tertib-i mukaddematta tefviz (altyapı hazırlıklarında havalecilik), tembelliktir. Terettüb-ü neticede (sonuçların ortaya çıkışında işi Allah’a havale etme) tevekküldür. Semere-i sa'yine (emeğinin ürününe), kısmetine rıza kanaattir; meyl-i sa'yi (çalışma arzusunu) kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûnhimmetliktir (gayretsizlik).
Meselâ, fert, mütekellim-i vahde (kendi adına konuşuyor) olsa; müsamahası, fedakârlığı, amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maa'l-gayr (bir topluluk adına konuşuyor) olsa hıyanet olur.
Meselâ, bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez (sineye çeker ve övünemez.) Millet namına tefahur eder (övünür), hazm-ı nefs edemez.”[1]
Ahlakın göreceliliğini yaşanmış şu tarihi olayda görebiliriz: Anlatılanlara göre bir defasında Büyük Hun Devleti zor durumda kalmış ve Çinliler'den barış istemişti. Çinliler barış için Mete Han’ın en sevdiği atını istediler, hemen verdi. Ama Çin hükümdarı bununla yetinmedi, başka şeyler de istedi. Mete Han kendine ait nesi varsa hepsini birer birer veriyordu. Sonra Çinliler sınırda küçük bir arazî istediler. Burası hiçbir ise yaramayan kurak, kumlu bir topraktı. Ama Mete Han buna çok sinirlendi ve şöyle dedi:
“Benden ne istedinizse verdim, çünkü onlar benim malımdı. Ama bu toprak benim değil, milletimindir. O toprağı korumak için savaşır, canımı veririm. “Sonrasında Mete Han, Çinliler’e saldırdı ve onları ağır bir yenilgiye uğrattı.
Dinler, Kültürler Arası Ahlak ve Eleştiri Üslubu
İnsanlar ortak yaratılış özellikleri taşısalar da gerek duygusal gerekse düşünce yönünde bir birinden farklı özelliklere sahiptirler. Bu farklılık şahsî bazda geçerli olduğu gibi ırk bazında da geçerlidir. Mesela bütün dünya milletlerinin gördüğü ve dünya tarihinin de şahit olduğu üzere göçebe Türkler, savaşçı bir millettir. Dolayısıyla duygusal yönü ağırlıklıdır. Fakat yerleşik Yunanlılar, düşünce ağırlıklı bir millettir. Dünya kültür mirasına bıraktıkları binlerce eserleriyle bunu gösterirler. Bu duygu ve düşünce ağırlıklı yapılardaki farklılıklar her iki millete has ahlakın, değer yargılarının ve kültürel tabloların ortaya çıkışına sebep olmuştur. Taş ve toprak işlemeye dayalı Yunan sanatı ile, ahşap ve dokumaya dayalı göçebe Türk sanat gibi… Düşünce özgürlüğü ve düz yazıya dayalı edebiyat Yunanlılarda; kahramanlık algısı ve şiirsel edebiyat göçebe Türklerde gelişmesi gibi…
Benzer durum dinî sahada da geçerli olmuştur. Yahudilik, dünya iktidarı ve maddi saltanat hedefli, sert içerikli bir din yaşantısı öngörüyor. Buna mukabil Hıristiyanlık, âhiret saadeti ve manevi iktidar hedefli, yumuşak bir dinî hayatı getiriyor. İslam ise, her iki kanadı kendinde cem eden, daha mutedil bir orta yolu getiriyor. Bu farklılıklar her 3 din müntesiplerinde ahlakî yönün gelişim sahasında kendini gösterir. Ticarî ahlak, dayanışma ve yardımlaşma konularında Yahudiler ilerlerken; insanlar arası ilişkilerde, sevgi ve şefkat konularında Hıristiyanlar ahlakî gelişme kaydetmişlerdir. İslam ahlakı ise, şahsiyet ve haysiyet şeklinde ferdî ve sosyal bütün ahlakî olgu ve kriterlerin geliştiği daha zengin ve dengeli bir ahlak cennetidir. Yahudilik ve Hıristiyanlığın bütün güzelliklerini kendinde toplar. Şu âyette bunu görebiliriz:
“Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.”[2]
Bu âyetin ilk kısmı Tevrat’ın ve Yahudiliğin şiddetli ve düzen taraftarı ahlakını ifade eder. Âyetin 2. kısmı ise İncil ve Hıristiyanlığın problemleri kökünden bitiren fedakâr ve düzen koruyucu ahlakını ifade eder. Her ikisi de İslam ahlakınca makbul ve muteber birer uygulama olarak tarih boyunca sergilenmiştir.
Din, kültür ve ırktaki fıtrî çeşitlilikten ortaya çıkan farklı güzelliklerde ahlakın varlık sebebini şu âyet bildirir: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[3] Yani bir biriyle tanışma, örf ve marifet alışverişi... Bu alışveriş bir birini tanımaya; tanışma ise muhabbet ve sevgiye; bir birine muhabbet ise bütün insanlığın kaynaşmasına ve yekpare hale gelmesine sebeptir.
Farklı din sahibi olmanın ahlakî sonucunu şu âyet ifade eder: “Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şerîat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şerîatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.”[4] Bu âyetin ışığıyla bakılırsa hayırlarda yarışmak, bir birinden farklı ahlak güzelliklerini icraatlarında sergilemektir. Kişinin eseri, anlayış ve duygusunun aynası olduğundan Cenab-ı Hakk, yanlış anlaşılabilen sözlerin değil gerçeği olduğu gibi gösteren fiillerin konuşmasını istemiştir. Ortaya konulan eserler hangi yolun daha doğru ve daha mükemmel olduğunu ayna gibi göstermektedir.
Teorik planda ve olması gereken tarz, müsabaka ve marifet alışverişidir. Bu noktada yol ikiye ayrılıyor: Takdir veya Tenkid… Ferd planında da, ırk ve din noktasında bu hakikat geçerlidir. Evet takdir takdiri, teveccüh ise teveccühü doğurur. Muhatabının güzel yönlerini takdir ile görmek ve başkalarına göstermek, kendisindeki güzelliklerin de karşı tarafça görülmesi ve gösterilmesine davetiyedir. Fakat “Sen bakırsın, ben altın “manasında olan tenkid ise, karşı tarafın fıtraten sahip olduğu olumsuz tarafları görmek ve göstermektir. Bu ise elbette kendisinde bulunan fıtrî kusurların hedef tahtası haline gelmesine yol açar. Tenkidin verdiği olumsuz hava, taraflar arası gerginliği, savunma psikolojisi içinde duygusallaşmayı ve sonuç olarak bölünme ve cepheleşmeyi doğurur.
Eleştiri duygusu, insandaki mükemmeliyetçi yapının eseridir. Bu duygu birçok kişide olduğu gibi hak aşkı ve hakikati tenzih etme arzusuyla kullanılırsa, problem teşkil etmez. Bu durumda ona “tashih “(sağlıklı hale getirme) denilir. Fakat tenkid nefrete dayalı olarak yapıldığı zaman hakikati parça parça eder. Şu an dünyanın 1001 parçalı halinde bunu görebiliyoruz.
Evrensel Ahlak ve Hakaret
Herhangi bir nesnede hilkatin, şuursuz ve şuurlu canlılarda ahlakın güzelliğini görmek insanda takdir duygularını geliştirir. Evet “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır. “Takdir duygusunun gelişmesi, kişideki ahlakın çapını, geçmiş ve gelecekteki bütün yaratılmışları da içine alacak tarzda genişletir. Güzelliği görmek, kalpteki sevgi potansiyellerini açıp büyütür. Sevgi büyüdükçe, bütün güzellikleri ve güzelliği gösteren nesne ve kişileri sahiplenir; kendisinin bir parçası gibi hisseder. Bilgi ve marifetin verdiği keskin kalıplarla kişideki sevgi ve diğer sınırsız duygular dengelenir. Dengeli duygularıyla her bir insan bu manada yaratılış âleminin koruyucu şemsiyesi haline gelir. Yaşanan bütün güzelliklere ve geçmişe hürmet hissi ile yaklaştığı gibi gelecek zamanlara ve içindeki muhtemel güzelliklere muhabbet ve sevgi ile bakar. Bu sayede güzel huy ve karakterleri kendinde cem’ eden mükemmel bir ahlak ve seciyeye ulaşır. Bir güneş gibi… Düşünce dünyası ile bir Mescid-i Aksa, duygu dünyası ile bir Mescid-i Haram haline gelen bu kişi, kâinatın aklı ve kalbi seviyesine yükselir.
Birlik, bütünlük ve evrensellik algısına ulaştıran bu takdir, muhabbet ve şükür yoluna mukabil tenkid ve hakaret insanlığı zerre zerre böler ve bir birinden ayırır. Özellikle sövme tarzı bir hakaret… Bu açıdan Kur’an hakaret ve sövmenin verdiği muazzam zarar ile beraber bu kötü yola başvurmanın sebebini şöyle ifade eder: “Onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler. Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik. Sonra dönüşleri ancak Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir.”[5]
Yaşanan an itibariyle hakaret ve sövmenin verdiği zararı âyet böyle ifade ettiği gibi geçmiş ve gelecek zamanlara bakan yönünü ise yaşanan şu vakadaki Hz. Peygamber’in (ASM) tavrında görebiliyoruz:
“Ebu Cehil’in oğlu İkrime, Hz. Peygamber’e (ASM) şikâyette bulunarak dedi ki:
-"Medine’ye geldiğimde, ‘Bakınız şu Allah düşmanının oğludur’ dediler. “Bunun üzerine Resulullah (ASM) bir hutbe irad ederek buyurdu ki:
-"Bu insanlara ne oluyor ki ölülere sövmekle, dirilere eziyet ediyorlar. Dikkat ediniz! Ölülere sövmekle dirilere eziyet etmeyiniz."[6]
Takdir etmenin kâinatla kişiyi barıştıran yapısına mukabil tenkid ve hakaretin parçalayıcı ve bölücü yapısı gösterir ki, takdir ve memnuniyet iman ve küfrün iki dilidirler. Tevhid ve iman algısı kendilerini takdir etme, hürmet ve evrenselleşme ile gösterdiği gibi, şirk ve küfür algısı ise kendisini tenkid, hakaret ve dar düşünme ile açığa vuruyor. Geçmiş ve gelecek bütün zamanlar ve içindekilerin hilkat ve ahlakı Allah’ın birer sanat eseri ve yaratmasıdır. Yaratıcılık, temelinde sonsuz bir ilim, hikmet ve hak bir gerekçeye dayanır. Bundan dolayı yaratılanları tenkid etmek dolayısıyla Allah’ı ve Kader’ini eleştirmeye varan kötü bir yoldur. Bu hakikate nazaran diyebiliriz ki, iman arttıkça takdir ve beğenme duyguları da artar. Kişi “Mutlak Şükür“ seviye ve seciyesine yükselebilir. Hz. Peygamber (ASM) gibi…
Ahlakın Mucize Hale Yükselişi
Peygamberler, özellikle resuller ahlak mimarları ve âbideleridirler. Doğruluk ve ihlas üzerine inşa edilmiş kişilikleri ile bütün insanlık için model hükmündedirler. İnsan fıtratındaki uç özellikleri ve fitrat dünyasındaki bir birine muhalif duyguları terbiye ederek kendilerinde sergilerler. Normal şartlar altında insanlarda mesela cesaret çok gelişmiş ve baskınsa çekingenlik (hayâ) azalır ve görünmez hale gelir. Cömertlik uç sınırlara kadar ilerlediği durumda iktisad ve tutumluluk körelir. Hoşgörü ilerledikçe, nefret ve katı tutum kaybolur. Fakat peygamberleri ve özellikle Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (ASM) hayatını incelediğimizde bir birine zıt ahlakların, zamanı ve zemini gelince kendilerini zirve şekilde onda gösterdiklerini görebiliyoruz. Said Nursi bu konuyu şöyle ifade edip örneklendirir:
“Ahlâk-ı hasene çendan (her ne kadar) birbirine mübâyin değil, fakat derece-i kemâlde birbirine müzahamet eder (sıkıntı verir). Biri galebe çalsa (üstün gelse) öteki zaifleşir.
Meselâ, kemâl-i hilm (akıllıca sabır gösterme) ile kemâl-i şecaat (girişkenlik). Hem kemâl-i tevâzu ile kemâl-i şehâmet (kahramanlık). Hem kemâl-i adalet ile kemâl-i merhamet ve mürüvvet (mertlik ve bağışlama). Hem tam iktisat ve itidâl ile tamam-ı kerem ve sehâvet (cömertlik). Hem gayet vakar (ağır başlılık) ile nihayet hayâ. Hem gayet şefkat ile nihayet ‘ Ve’l-buğdu lillah “(Allah için kızma ve nefret) Hem gayet afv ile nihayet izzet-i nefis, hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad (çaba gösterme) gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime (birbirine sıkıntı veren ahlakı toplanmaları) birden derece-i âliyede (yüksek seviyede) bir zâtta içtimâı, müzayakasız (bir birinin tazyik etmeden) inkişafları mu'cizelerin mu'cizesidir.”[7]
Bu mucize ahlakıyla Hz. Peygamber’in (ASM), peygamberliğine en büyük delil bizzat kendisidir. Güneşin varlığına bizzat güneşin kendisini delil olması gibi… Bu açıdan Hz. Peygamber’in (ASM) mucize ahlakı ve seciyesi hakkında Zât-ı Zülcelâl şöyle der: (Gözle göründüğü üzere sen azametli bir ahlak üzeresin.)[8]
Onun mucize ve evrensel ahlakı konusunda ümmeti şahid olduğu gibi, hayatını inceleyen dindar-dinsiz bütün düşmanları dahi ittifak halindedir. Goethe, Bismark, Gandhi gibi…
Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamîdenin (övülecek ahlakın) kemâline tercüman olan "Muhammedü'l-Emin”unvanıyla şöhret bulması Onun evrensel ahlakının, Câhiliye müşriklerince bir itirafı ve ifade edilmesidir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.